14 Aralık 2023 tarihinde yayınlanmıştır.
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri, Kitâbü'n Netîcesinde kendisine vârid olan, "قُومُوا إِلَى بَارِئِكُمْ فَاغْسِلُوا وُجُوهَكُمْ kûmû ilâ bâriiküm fağsilû vücûheküm" sözünü îzâh ederken buyuruyorlar ki :
Yani namâza kıyâm murâd oldukda âbdest alınız. Zîrâ vudû' vesîle-i münâcât ve kurbdur ki mâsivâdan infisâle delâlet eder. Ve kezâlik duhûl-i Hazret murâd oldukda zâtlarınızı âlâyiş-i ta'allukâtdan bi'l külliyye tathîr ediniz ve kabrinizden Rabbü'l-âlemîn'in ityânına kıyâmınızda dahi bu gasl-i tâmm ile kıyâm ediniz. Ve kezâlik mevt ki kıyâmet-i kübrânın sûreti ve fenânın netîcesidir, onun kıyâmı karîb olmuşdur. Pes, siz dahi kable'l-mevt kıyâm edip şart-ı rihlet üzerine bulununuz ki tahâret-i bâtıne-i hakîkıyyedir.
"فَالْحُكْمُ لِلّٰهِ الْعَلِيِّ الْكَب۪يرِ fe'l-hükmü lillahi'l-aliyyi'l-kebîr". Yani üç aded hüküm ki biri hükm-i vudû'-i şer'î ve biri dahi hükm-i mevt ve biri dahi hükm-i kıyâmetdir. Allahu Teâlâ'nın hükmüdür ki onu redd etmek yokdur ve vâkı' olmalıdır. Zîrâ zât ve sıfât ve hükmü 'âlî ve semâvât ve arzda kibriyâsı bâhirdir ve anın içün maraz ve fenâ ve tegayyür yokdur. Belki bu sıfât fi'l-hakîka 'abd-i muhdes ve zât-i mümkinindir. Ve bu işâretde fenâ-i sûrînin kurbüne dahi remz vardır ki bu vakitde sinn-i ömrüm yetmiş dörde bâliğ olmuş idi. Ve erkân-ı vücûdumun inhidâmına ve za'f ve maraz-ı cesedime bakmayıp eshârda sutûr-i ma'ârif yazılır ve deftere kayd ve işârât-i ilâhiyye zabt olunurdu. Şâyet bu 'abd-i fakîrden sonra nice ehl-i derdin derdine dermân ola ve inkıbâzına inbisât vere ve telvînini temkîne irgüre. Eğerçi bu kitâbda nihâyâtdan kelâm vardır ki mübtedî onun fehminden 'âciz ve sâlik olmayan onun idrâkinden kâsırdır. Velâkin isti'dâd ve i'tikâd ve mübâşeret-i esbâb olıcak Allahu Teâlâ feyyâzdır ve bâb-ı fıtrat meftûhdur ve Hakk'da 'acz yokdur ve illâ nice mahrûmu'l-bidâye olanlar merzûku'n-nihâye olmazlardı ve hareketlerinde netîce-i vusûl bulmazlardı. İbrâhîm-i Edhem ve Fudayl-i İyâz ve Mâlik-i Dînâr ve Şeyh Attâr ve İmâm Gazâlî ve emsâli gibi.
İmdi gasl, ki izâle-i vesahdır, zâhir-i cesedde olduğu gibi bâtın-ı vücûdda dahi olur. Anın içün Kur`ân’da gelir : "لَا يَمَسُّهُٓ اِلَّا الْمُطَهَّرُونَۜ lâ yemessuhû ille'l-mutahharûn". Yani ibâret-i tathîrden fehm olunur ki encâs-ı hissiyye olduğu gibi kazûrât-ı ma‘neviyye dahi vardır ki a'zamı ta'alluk-ı mâsivâdır. Ve ta'alluk televvüsdür ve her levsin hâline göre sabunu vardır. Ve ehl-i sülûkün sabunu, zikr ve tevhîddir ki âlâyiş-i mâsivâ onunla pâk olur.
Ve vücûd ki şirkden ibâretdir, şirk ise necisdir. Nitekim Kur`ân'da gelir : "اِنَّمَا الْمُشْرِكُونَ نَجَسٌ inneme'l-müşrikîne necesün". Pes, şirk necesinin tahâreti tevhîd iledir, nifâkın ihlâs ile olduğu gibi. Velâkin şirk-i sûrî gerçi tevhîd-i resmî ile zâil olur, fe-emmâ şirk-i ma'nevînin zevâli tevhîd-i hakîkîye mevkûfdur. Yani sâlik vahdet-i vücûd tecellîsine nâil olmadıkça tevehhüm-i ta'addüd belâsından halâs olmaz ve şirk-i vücûd hicâbından kurtulmaz. İşte budur ki demişlerdir : "وجودك ذنبٌ لا يقاس عليه ذنبٌ آخر vücûdüke zenbün lâ yukâsu aleyhi zenbün âhar". Çünki bu hicâb-ı vücûd mürtefi' ve gâile-i isneyniyyet mündefi' ola, lisân-ı 'abd, lisân-ı Hakk olup Hakk onun lisânından zikr eder. Ve onun nişânı lisânın ihtirâkıdır. Zîrâ nûr-ı zât lisâna 'aks edüp kalbi ihrâk etdiği gibi lisânı dahi ihrâk eder ve yetmiş bin hicâbın ihtirâkı bu perdede hâsıl olur. Zîrâ perde ile olan zikrin nûru nûr-ı sıfat ve bî-perde olan zikrin nûru, nûr-ı zâtdır. Nûr-ı zât ise şa'şa'ânî-i muhrıkdır.
Ve bu makâmdandır ki derler : "Pâdişâh konmaz saraya hâne ma'mûr olmadan". Ve burada hânenin ma'mûrluğu, mâsivâdan ve vücûddan boşalup bi'l-külliyye harâb olmakladır. Zîrâ ma'mûr olan hânelerde perdeler olduğu gibi ma'mûr olan vücûdlarda dahi hicâblar vardır. Çünki harâb ola ol perdeler ve hicâblar zâil olup etrâfı pür-ziyâ olur ve ba'dehû nûrdan mebnî olup bir dahi hicâb kalmaz. Zîrâ nûr kendi cinsine hicâb olmaz. Ve bu mertebe Tarîk-ı Celvetiyye sırrıdır. Zîrâ celvet zuhûrdur. Bu makâmda ise zuhûr, sıfat-ı Hakk iledir. Sıfat-ı Hakk ise kendine perde olmaz. Zîrâ burka'-i 'arûs gibidir. Ve "sıfât zâtın hicâbıdır" dedikleri kable'l-vusûl olan hâle remzdir. Ve illâ sıfât âyînedir. Nitekim mürûr etdi. İşte bundan netîce-i sülûk fehm olundu ki sırr-ı Celvetiyye'dir.
Ve demişlerdir ki : "Et-turuku ilallahi bi enfâsi'l-halâik". Yani gerçi herkes kendi isti'dâd-ı mahsûsu yolundan sülûk eder, velâkin sülûk-i zâhirin netîcesi harem-i Ka'be'ye vusûl ve harem-i Resûl'e duhûl olduğu gibi sülûk-i bâtının dahi netîcesi fenâ ve bekâ ve sırr-ı halvet ve nûr-ı celvetdir. Pes, her sâlike bu iki kadem lâzımdır, tâ ki menzilü'l-menâzilde karâr eyleye ve züvvâr-ı esmâ dahi onu ziyâret eyleyüp her mazhar ol zâhirden müstefîd ola. Gel imdi sâlik olduğuna göre bâri bu menzile er ve bu bezmin câmını sür ve teşne kalma, "وَسَقَاهُمْ رَبُّهُمْ ve sekâhüm rabbühüm" sırrını fehm eyle.