14 Şubat 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
Âdem aleyhisselâmın kıssası malûm. Âdem eşi Havvâ ile cennetde 'ıyş u tarabda, revh u râhatda iken bir zelle sebebiyle cennetden çıkarıldı ve dünyâya indirildi. Zâhirde bu bir cezâ gibi görünüyor. Fakat biz biliyoruz ki peygamberler masûmdur, günahsızdır. Üstelik Allahu Teâlâ Kur`ân-ı Kerîminde Âdem'i halîfesi olarak halk etdiğini söylüyor. Hem Allah'ın nebîsi hem Allah'ın halîfesi olan bir zât-ı akdes, nasıl oluyor da cezâya çarptırılıyor. Buna imkân var mı? Peki nedir bunun sırr-ı hikmeti?
Muhakkikler Âdem'in cennetden çıkarılmasını türlü türlü tevîl etmişler ve bu hâdisedeki sırları beyân etmişler. Meselâ merhûm Kemâlpaşazâde Hazretleri, "اهْبِطُوا بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّۚ وَلَكُمْ فِي الْاَرْضِ مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ اِلٰى ح۪ينٍ" âyet-i celîlesi hakkında şöyle buyuruyor :
Bu emr-i ilâhî, taltîfen ve te'dîben idi, tagayyuzan ve ta'zîben değildi. Ve arzda menzili, tekmîl için idi. Ve uzak kılmak, yakın etmek için idi.
Demek ki Âdem aleyhisselâm, cezâ ve azâb olarak değil, lutuf ve ihsân olarak dünyâya gönderildi. Dünyâya indirilmesinden maksad, tedîb ve terbiye ile kemâle gelmesi için idi. Cennetden uzaklaştırılması, Hakk'a yaklaşmasını temîn için idi. Zîrâ rahatda ilerleme olmaz. İlerleme, dâimâ zorlukda, meşakkatde olur. İnsanı kemâle getiren belâlardır, musîbetlerdir, derdlerdir. Üstelik insan nimet içinde iken, rahatda ve ferahda iken, gaflete düşer, Allah'ı unutur. Nimet nikmete dönüşür. Zîrâ nimetin keyfine dalan insan nimetin sâhibini unutur. Yani nimetler hicâb olur insana. Bu perdelerin yırtılması ve insanın kemâle ermesi için bir müddet mihnet ve meşakkat çekmesi lâzımdır. Bir de şu var ki, hastalık olmasa sıhhatin, sıkıntı olmasa rahatın kıymeti bilinmez. Gece olmasa gündüzün, kara olmasa akın mahiyeti ortaya çıkmaz.
Büyük mürşidlerimizden İsmâil Hakkı Bursevi Hazretleri de bu husûsda şöyle buyuruyorlar :
Ve ebü'l-beşer Âdem'in, aleyhisselâm, vech-i arza hubûtu esmâ-i ilâhiyye yüzünden zât-i Hakk'a vusûldür. Fe-emmâ 'anâsır ve tebâi' ve tertîb-i kâinât yüzünden hucüb-i kesîfe olmakla taltîf-i vücûd için mihnet ve zahmet lâzım gelmişdir ki muktezâ-yı 'aşk u muhabbetdir. Ve 'aşk ve muhabbet Hakk'a cihet-i irtibâtdır ve vesîle-i vusûldür. Bu cihetden 'âşıka mihnet çekmek iktizâ eyledi, tâ ki kalbi âyînesi ol mihnet ile cilâ bulup 'aks-i envâr-ı ilâhîye mahal ola. İşte cümle-i enbiyâ vü evliyânın hâlleri budur. Yani Âdem'in dünyâya hubûtunun netîcesi kendine ve ilâ-yevmi’l-kıyâm evlâdına mihnetdir.
Ve mihnetin netîcesi dahi tecliye-i kalb ve bunun dahi netîcesi tecellî-i ilâhîdir ki mebde-i evvele rucû'dur. Zîrâ ortada vâkı' olan vesâit, mutâla'a-i cemâl-i Hakk'dan mâni' idi ki kesret perdesi idi, güneş yüzüne sehâb-ı galîz perde olduğu gibi. Çün ki mihnetin netîcesi bu kemâldir, lâ-cerem 'ârifler netîceye nazar edip mihnete kâil oldular. Nitekim muhâtaralı yola giden tâcir fâide ümîdiyle ol yolun zahmetini çeker.
Ve bundan mefhûm oldu ki nice enbiyâ ve evliyânın a'dâ ellerinde şehîd oldukları veyâ bunun emsâli derd ile ibtilâ buldukları, nefy-i beled ve habs ve darb ve emsâli gibi, cümlesi tekmîl-i vücûd içindir. Bu ma'nâdan ötürü Cenâb-ı Risâlet, sallallâhu aleyhi ve sellem, Mekke'den hicret etdikleri vakitde tasarruf gösterip def'iyle mukayyed olmadılar. Zîrâ nefsinden bi'l-külliyye fânî ve Hakk ile bâkî idi. Onun için habîbullâh denildi. Habîbin lisânı ise lisân-ı Hakk'dır. Pes Hakk söyletirse söyler ve illâ sükût eyler. Belki mazhar-ı tâmmdan söyleyen Hakk'dır, söyletmeğe hâcet yokdur. Ve kezâlik Cenâb-ı Nübüvvet'e cemî'-i ashâbının ve evlâdının ve ezvâcının hâlleri münkeşif iken ve şehîd ve mübtelâ olacakları ta'rîf-i ilâhî ile bilirken yine hiçbir ferdin hakkında ağız açmadı. Husûsan 'Ömer ve 'Osmân ve 'Alî ve Hasan ve Hüseyn'in ve nicelerinin şehâdetleri ve Hazret-i Âişe'ye müte'allık olan Cemel hikâyesi ki cümle kendine ma'lûm iken hemân remz ve işâret ile iktifâ eyledi ve dergâh-ı Hakk'da şefâ'at eyleyip def'ine ihtimâm etmedi. Zîrâ bilirdi ki kemâlât-i insâniyye belâların netîcesidir. Pes, ümmetini müsta'idd oldukları kemâlâtdan nice men' eder. Ve kendi cenâbı dahi âhir-i Hayber Vak'asında tenâvül etdiği zehirli kuzudan şehâdet mertebesini ihrâz eyledi. Nitekim mahallinde mübeyyendir.
Âdem aleyhisselâmın yeryüzüne indirilişinde hicret sırrı da vardır. Malum ya hicret demek, insanın vatanını, yurdunu terk etmesi, sevdiklerinden, arkadaşlarından uzaklaşması, rahatını ve alışkanlıklarını bırakması demekdir. Bursevî Hazretleri seyr u sülûkü esnâsında çekdiği mihnetlerden ve uğradığı belâlardan bahsederken bu hakîkati şöyle dile getirmişdir :
İşte ahvâl-i vücûddan haberdâr olmak sadedinde olanlar bu tarîkın meşâkkını bu vechile çekerler ve derd ile gelip ve derd ile giderler. Ve onun ki dimâğında zevk-ı muhabbet ve 'aşkdan çâşnî yokdur, mürûr eden evkâti zâyi' ve ibtilâ ve terakkî-i âdemden nâ-âgâhdır. Ve bu makûleye ibn-i Âdem denilmek i'tibârîdir. Zîrâ pederinin mîrâsından nasîb almamışdır. Mîrâs-ı peder ise derd-i 'aşk üzerine mevkûf olan ilm-i ilâhîdir. İşte erbâb-ı kemâlin gâliben hicretle ibtilâsı bu makâmdandır. Zîrâ Âdem aleyhisselâm cenetden vech-i arza hubût ve hicret etmişdir. Ve enbiyâyı kavmi tekzîb edip şehirlerinden ihrâc etdikleri budur, velâkin ihrâcın netîcesi onlara göre necât ve kavmine göre helâkdir. Onun için hiçbir mükezzib ve münkirin çengâl-i kahr-ı ilâhîden halâs olduğu yokdur. Zîrâ ism-i Cebbâr ve Kahhâr ve Mürîd ve Kâdir ve Müntakim elindedir, yani kabza-i şimâldedir. Zîrâ o makûleler ehl-i mülkdür, ehl-i melekût değil. Ve onların ecsâdı gerçi sûretâ mu'cibdir, ammâ fi'l-hakîka huşub-i müsennede gibidir. Ve Cenâb-ı Risâlet'e aleyhi's-salâtü ve's-selâm ezâ ve cefâ-yı ehl-i nifâk ma'lûm ve meşhûrdur. Ve her nebînin muhâlifi olduğu gibi her vârisin dahi hâli budur.
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri de Âdem'in cennetden çıkmasının hikmetini şöyle beyân buyurmuşlardı.
Allahu Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri aşkı ilân etdiği vakitde, Şeytan da aşka tâlib oldu ama ona vermediler. Âdem'e verdiler aşkı ki sevenler ve sevilenler âdem sıfatındadır. Âdem aşka tâlib olunca, Allahu Sübhânehû Teâlâ Hazretleri Âdem'e buyurdu ki, "Aşk gözyaşıdır. Aşk ağlamakdır. Aşk inlemekdir. Aşk bir cefâdır ama cefâ sûretinde safâdır". Dedi ki, "Yâ Âdem, sen cennetde bulunduğun müddetçe aşka tâlib olman mümkün olmaz. Zîrâ cennet sürûr, zevk, safâ yeridir. Cennetden çıkman lâzım. Aşka tâlibsen cennetden çıkacaksın". Yani rahatlığı terk edeceksin. Zîrâ âşıkın baş yasdığı dikendir. Yatağı ateşin közüdür. Âdem bu haberi alınca, şecere-i memnû'adan yani Allah'ın men' etdiği şeyden bundan dolayı yedi, cennetden çıksın da aşka sâhib olsun diye. Yoksa Allah mu'allim, Âdem müte'allim, ism-i Mudill'in mazharı olan Şeytan'ın sözüne kanıp ağaçdan yemedi. Ama zâhirde böyle oldu hâdisât. Zâhiri böyle, bâtını böyle. Tevrat'da olsun Kur`ân'da olsun zâhir manâlarında, hâdise böyle cereyân etmiş. Ama esrârı böyle. Buna ilm-i ledünn diyorlar. Zâhiri başka, bâtını başka. Zâhirde şerîâta muhâlif görünüyor, hakîkatde şerîata mutâbık.
Âdem Peygamber zâhirde gitdi ağaçdan yedi, hakîkatde aşka tâlib olmuşdu. Cennetde aşk memnû' idi. Neden? Çünkü aşkın nihâyeti serencâm, gözyaşı, mahzûniyyet, ağlamak ve sızlamak idi. Cennet dârü's-sürûrdur. İnsan hem rahatlık içerisinde hem aşkâ sâhib olamazdı, mutlaka bir çile çekmesi lâzımdı. Yoksa Şeytan Âdem'i kandırdı değil. Zâhirde böyle görünüyor, hakîkatde böyle. Allah mu'allim, Âdem Nebî ki, "وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا ve alleme âdeme'l-esmâe küllehâ", Allah'ın bütün esmâlarına mâlik ve sâhib, o ilme hâmil olan Âdem kalkıp da Şeytan'ın sözüne nasıl kanabilir! O vakit dünyâ yüzünde hiç bir nebî kalmaz, hepsini Şeytan yoldan çıkarır. Ama zâhirde, Şeytan yılanın ağzına girdi. Yılan vâsıtasıyla cennete girdi. Hazret-i Âdem'i idlâl etdi ve o ağaçdan yedirdi. Zâhirde böyle görünüyor ama hakîkatde böyle. Hakîkatde Âdem'in aşka tâlib olmasının netîcesidir cennetden çıkması.
Efendi Hazretleri bir seferinde de bu işin sırrını şöyle beyân buyurdular :
Aşk için cennet-i ef'âli terk eden, aşk ile Allah'a vâsıl olacakdır, mazhar-ı zât olacakdır yani cennet-i zâta girecekdir.