1 Mayıs 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
Yani "Âh" maklûb olıcak "Hâ" ve fetha-i "Hâ" zammeye kalb olınıcak Elif Vâv olup "Hû" olur. Pes, "Âh"ın mebdei "Hû"dur, velâkin "Âh" 'âlem-i celâlden olmakla muhibb hâli ve "Hû" 'âlem-i cemâlden olmakla mahbûb sıfatı oldu. Yani "Âh"ın zâhiri kahr ve celâl ve bâtını lutf ve cemâldir. Ve kahr ve lutfun mebdei hüviyyet-i zâtiyyedir, velâkin bi-hasebi'l-hâl ehl-i cemâl ve celâl biribirlerinden mütemeyyizlerdir. Ve her hâlin bir eseri vardır. Bu ma'nâdan ehl-i celâlin eseri "Âh" etmekdir ki onun zımnında "Hû" vardır. Zîrâ kahr lutfa vesîledir ve ehl-i cemâlin eseri "Hû" demekdir ki onun dahi derûnunda "Âh" vardır. Zîrâ her zâhir bir bâtını müştemildir, gerekse zuhûr şânından olsun ve gerekse olmasın. Zîrâ her kuvvetde olan nesne fi'le gelmek lâzım değildir ve illâ cemâlîler celâlî olurlardı. Fefhem cidden.
Şu kadar vardır ki rü'yet celâlü’l-cemâlde olur, cemâl-i sırfda olmaz. Ve ona ridâ-i kibriyâ derler ki fi'l-hakîka hicâb değildir. Gel imdi evvel "Hû" çekelim, tâ ki cemâlden bir nâr-ı celâl zuhûr eyleye ve "âh" demek lâzım gele. Badehû “âh âh” diyelim, tâ ki "Hû"nun zâhirinden bâtınına vâsıl ola. Badehû nefes her kelâmdan munkatı' ola ve kelâm-ı Hakk bâkî kala.
Ve kelâm-ı Hakk, "Hüvallah", "Enallah", "Entallah", "Lâilâheillallah"dır. Pes, evvelkisi mertebe-i ta'ayyünün ve ahîr mertebe-i ta'ayyün ve lâ-ta'ayyünün ve "Enallah" mertebe-i cem‘in ve "Entallah" mertebe-i farkın tevhîdidir ki bu merâtibin hakâikı "Âh" ile hâsıl olur. Ve cemî'-i halk kable'l-vusûl bu bahr-i "Âh"da gark olmuşlardır. Zîrâ muktezâ-yı firkat "Âh"dır. Ve muktezâ-yı vuslat gerçi sükûtdur, selin deryâya vusûlünde savtı munkatı' olduğu gibi. Fe-emmâ berk-ı tecellîde nâriyyet dahi vardır. 'Âşık ma'şûk olsa harâret-i dilden nâçâr "Âh" çeker. Pes, bu "Âh" mübtedî "Âh"ı gibi değildir. Zîrâ "Âh"-ı mübtedî nâr-ı celâlden ve "Âh"-ı müntehî berk-ı cemâldendir. Fa'rif cidden.
Ey 'ârif! Eğer sen bu "Âh"ın Elif'ini ref' etmesen de yine sen halka-i "Hâ"dasın. Ve ol Elif seni mebde'e irşâd içindir. Ve senin mebde'in müntehâ-yı dâiredir. Ve ol halkanın sûreti senin ehadiyyetindir. Zîrâ evvel ve âhir ve zâhir ve bâtın birdir ki sırrındır. Zîrâ sırr-ı insân sırr-ı Hakk'dır. Ve sırrın sûreti, kavseyn halkasıdır. Pes, halka şeklinde görünmek ve tansîf olunmak hakîkat-i ehadiyyeti münâfî değildir, belki bunun hattında nokta vardır. Ve kavseyn içinde "ev ednâ" sırrı gizlidir, fe-emmâ makâmına göre gâh 'ayn-ı ehadiyyet ve gâh 'ayn-ı vâhidiyyetle nazar etmelidir, tâ ki ehadiyyet-i zâtiyye ve kesret-i sıfâtiyye i'tibâriyle gâh kemâl-i insânî zuhûr eyleye, ki mebde' meâd olmakdır, ve gâh kemâl-i ilâhî zuhûr eyleye, ki meâd mebde’ olmakdır. Ve bu iki dâire hakîkatde bir ve sûretde ikidir. Ve ikilik perdesini hark edene, iki bire hicâb olmaz, belki vech-i vâhid iki yüzden, belki nice yüzden görünür. Ve bir iki olur tecelliyâtla, yoksa zâtla değil. Ve iki bir olur 'ayn-ı vâhideye rucû' ile, yani ref'-i kesret ve izâle-i ta'addüdle. Zîrâ kesret i'tibârî ve vahdet hakîkîdir. Ve süyûl-i muhtelife deryânın vahdetine keder vermez.
Pes, "Âh" etsin şol kimse ki "Âh"da "Hû"yu görmeye ve sûretin sırrına ermeye ve "Allah" dediği vakitde "Hâ" ile "Lâm"ın nüktesini duymaya ki, "هَلْ مِنْ خَالِقٍ غَيْرُ اللّٰهِ" demekdir. Yani ne gayr vardır ve ne hâlık-ı dîger vardır. Zîrâ hâlık-ı dîger olmağa gayr olmak lâzımdır. Burada mâsivâ dedikleri ise suver-i esmâ ve sıfâtdır ki ta'ayyünâtı hasebiyle mâsivâ denildi. Ve levâzım-ı hakâik olduğu cihetden fi'l-mesel "Et deriden ayrılmaz" dedikleridir ki sırr-ı 'acîbdir. İşte bu perdedir ki ehl-i rüsûmu a'mâ kılmışdır ve 'ilm-i mîzân okuduklarına değmemişdir ki bu şekl içinde netîceye vâsıl olmamışlardır. Pes, eğer mukaddimât bilseler netîceye dahi ererlerdi. Ve anın mukaddimâtı riyâzat ve mücâhede ve yed-i mürşid-i kâmil ve şeyh-i vâsıl üzerine sülûkdür.