19 Haziran 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
Hazret-i Mevlânâ buyurmuşlar ki :
Kâmil bir şeyhe semâ', beş vakit namaz ve Ramazan orucu gibi farzdır. Hâlis ve ikbâl sâhibi mürîdlere ise güçleri nisbetinde semâ' mubahdır. Şeyh olmayan, mürîd olmayan yani avâm-ı nâsdan insanlara ise, haramdır".
Sôfiyyenin ileri gelenlerinden Ebû Said Ebü'l-Hayr Hazretleri buyuruyorlar ki :
Semâ' için kuvvetli bir îmân lâzımdır. Zîrâ Cenâb-ı Hakk peygamberine, "اِنْ تُسْمِعُ اِلَّا مَنْ يُؤْمِنُ بِاٰيَاتِنَا فَهُمْ مُسْلِمُونَ in tüsmi'u illâ men yü'minu bi âyâtinâ fehüm müslimûn" buyurmuşdur, yani "Sen ancak îmân edenlere işittirebilirsin, seni ancak onlar duyar" demişdir. Muhakkak ki semâ', rûha gıdâ, bedene de şifâdır. Semâ', tarîke giren sâlike lâzımdır. Tarîke girmeyen kimse ise, gerçek ma'nâda semâ' edemez.
Burada bir suâl akla gelebilir, "Ehl-i tarîk olmadıkları hâlde, zikir meclislerine iştirâk eden ve o meclislerden büyük zevk alan pek çok insan var, bunu nasıl îzâh edebiliriz?" Evet öyledir ama avâmın aldığı zevk ile ehl-i tarîkin aldığı zevk aynı değildir. Avâmın semâ' meclislerinden aldığı zevk, tabiî bir zevkdir. Malûm ya, güzel ses ve âhenkli nağmelerin tesir etmediği kimse yokdur. Hattâ hayvanlar bile mûsıkîden hoşlanır. Bu işin nefsânî ve tabiî tarafıdır. Ehl-i tarîkin aldığı zevk ise vicdânî ve rûhânîdir. Rûhâni zevk, tabiî zevkden elbette üstündür.
Vaktiyle ehlullah aşk ehli olmayanların semâ' etmesine müsâade etmezlermiş. Nitekim Zünnûn-i Mısrî Hazretlerinin Sema'ı başlıklı yazımızda buna bir misal vermiş idik. Fakat sonradan aşk ehli azala azala yok olmaya yüz tutunca, semâ' meclislerine avâmı da kabûl etmişler, onları da zikir halkalarına dâhil etmişlerdir. Neden? Hakk'ı unutan gâfiller hiç olmazsa bir ân hatırlasın Allah'ı diye. Câmi yolunu unutan insanlar, zikirden, ibâdetden uzak kalan insanlar hiç olmazsa bir kerre Allah desin diye. Hattâ Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri, bu işe o kadar ehemmiyyet verirdi ki batı ülkelerinde bâhusûs en çok gitdikleri Amerika'da gayr-i müslimleri dahi zikir meclislerine davet ederlerdi. Onlar da girerdi zikir halkasına. Allah derdi, Hayy derdi, Hû derdi Amerikalılar. Halkı Hakk'a götürmenin bir yoludur bu, birer vesîledir, vâsıtadır bunlar. Pek çok kimse, konuşmadan, sohbetden, vaazdan nasîhatden anlamaz. Hattâ bunları dinlemez bile. Ama mûsıkî herkese tesir eder, dansı herkes sever. Evet, gâfil insan ne yapdığını bilmeyerek yapar zikri belki ama bu bir kapıdır onun için, bir fırsatdır, bir vesîledir.
Ve bu takrîrden fehm olundu ki tabîat mahall-i şehvet ve nefs mahall-i hevâdır ki ikisi dahi cehennemî olmakla muzlimdir. Bu cihetten demişlerdir ki, savt-i hasen istimâ‘ olunduğu vakitte ona vâki‘ olan meyl eğer mertebe-i tabîattan vakî‘ olursa şehvet ve eğer mertebe-i nefsten vâki‘ olursa hevâdır ki, ikisi dahi harâmdır. Onun için demişlerdir ki ehl-i nefs ve tabîata semâ‘ harâmdır. Ve eğer meyl-i mezkûr kalb ve rûh ve sırdan vakî‘ olursa, ona aşk ve muhabbet ve üns derler ki, bunlar helâldir.
Çünkü insân nefsinden emn üzerine değildir. Ona terk-i semâ etmek vâcibdir. Ve Cüneyd-i Bağdâdî (ks)’den menkūldur ki, demiştir: آلّ ما يجمع العبدعلي مولاه فهو مباحٌ [Kulu Mevlâsına götüren her şey mübâhtır.] Ya‘nî şol nesne ki kalbi teveccüh-i Haktan dûr etmeye, belki ona kuvvet ve cem‘iyyet vere, ol nesne mübâhtır. Gerek semâ‘ olsun ve gerek gayri. Zîrâ vecd / ve tevâcüd sahîhtir. Ve şol nesne ki kalbi Hak’tan halka imâle eyleye, her ne olursa olsun bâtıldır. İşte ıslâh-ı nefs etmek sadedinde olanlar bu makūle mevâzı’da ihtiyât ederler. Zîrâ desâis-i nefsâniyye vardır ki herkes değil, belki her sâlik müctehid bile vâkıf değildir. Ve salâh kıyâs ettiği, âhir fesâd çıkar.