العدل el-Adl Celle Celâluh

9 Haziran 2020 tarihinde yayınlanmıştır.

İman
Önceki yazılarımızda, Cenâb-ı Hakk'ın bu ism-i şerîfinden ve adâletin ne ma'nâya geldiğinden biraz bahsetmişdik. Şimdi yine bu ism-i şerîf üzerinde duracağız. Çünkü bu ism-i şerîfin işâret etdiği ma'nâlarda büyük faydalar ve hikmetler vardır. Nitekim İmâm-ı Gazâlî Hazretleri, meşhûr Esmâ-yı Husnâ şerhinde bu ism-i şerîf hakkında uzun açıklamalar yapmış, hattâ 99 esmâ içinde en uzun îzâhı bu isme tahsîs etmişdir. İstifâde edeceğinizi umarak, eserin o bölümünü olduğu gibi buraya alıyoruz.

العدل el-ADL


El-adl, âdil yani adâlet sâhibi demekdir. Adâlet sâhibi demek, kimseye zulmetmeyen, yapdığı işi âdâletle yapan, verdiği hükümde adâletden ayrılmayan demekdir. Allah'ın adli ancak adâleti ile tanınır. Adâlet ise yapılan işde tecelli eder. Allah hakkında bu vasfı anlamak isteyen kişinin her şeyden önce, yedi kat gökden yerin yedi kat dibine kadar, bütün varlıklarda cereyân eden Allah'ın işlerini iyice bilmesi gerekir. Gözler, Allah'ın yaratmış olduğu mahlûkâtda hiç bir kusur göremeyince, tekrar bakar yine kusur göremez, yine bakar yine kusur göremez ve Allah'ın güzel ve noksansız yaratdığı kâinâtın, göz kamaştırıcı nizâm ve intizâm içinde olduğunu görünce âdetâ şaşkına uğrar, ne yapacağını, ne diyeceğini bilemez bir hâle gelir. İşte ancak o anda Allah'ın adaletinin birçok ma'nâlarından birkaçını belki anlamış olur. 

Allah, mevcûdâtı, rûhânî ve cismânî olmak üzere başlıca iki kısımda yaratmışdır. Yaratdığı mahlûkâtın hakkını tam ma'nâsıyla vermiş, her şeyi yerli yerine yerleşdirmişdir. O, bu itibarla Cevâd  yani son derece cömertdir. Sonra onları gâyet güzel ve göz alıcı bir şekilde tertîb ve tanzîm etmişdir ki bu itibarla da adâlet sâhibidir.

Yer, su, hava gökler, yıldızlar, kâinatın büyük cisimlerinden sayılırlar. Allah, bunları yaratmış ve gâyet mükemmel bir şeklide nizâm ve intizâma sokmuşdur. Yeri en alta koymuş, onun üzerine de suyu koymuş, suyun üzerine de havayı, havanın üzerine ise gökleri yerleştirmişdir. Bu tertîb tersine olsaydı dünyânın nizâmı altüst olurdu. Bunun îzâhı herhalde biraz güç olacak, onun için halk seviyesine inelim de şöyle anlatmaya çalışalım.
Kişi önce kendi bedenine baksın. O beden, tıpkı kâinâtın çeşitli cisimlerden meydana gelmiş olması gibi, çeşitli a'zâlardan meydana gelmişdir. Meselâ insan vücûdu, kemik, et ve deriden teşekkül etmişdir. Allah önce kemikleri yaratmış ve ona et giydirmişdir, sonra cildi ete giydirmişdir. Bu, böyle olmayıp da tam tersi olsaydı ne olurdu? İnsan vücûdunda görünen şu muazzam nizâm ve intizâmdan eser kalır mıydı? Eğer bu misâli anlamakda güçlük çekiyorsan sana bir misâl daha vereyim.

İnsan için çeşitli a'zâlar yaratılmışdır. El, ayak, göz, burun, kulak ve sâire. Cenâb-ı Hakk'ın bu a'zâları yaratması son derece cömert olmasından, bunları yerli yerine koyup yerleştirmesi de son derece âdil olmasındandır. ÇünküAllah, gözü bedenin en münâsib yerine koymuşdur. Eğer onu kafanın üstüne yâhud ayağın üstüne ya da elinin üstüne ya da başının tepesine koysaydı, çok çirkin bir manzara arz ederdi ve devamlı olarak tehlikeye marûz kalırdı. Elleri de omuzlara asmışdır. Ya onları kafada yahud dizlerin üstünde yaratsaydı, arz edeceği çirkinlik yüzünden ona bakılabilir miydi? 

Allah, insandaki beş duyuyu da başda yaratmışdır. Çünkü bunların her biri câsusluk vazîfesini görürler. Bunlar üstte değil de yanda yâhud alt kısımda yaratılmış olsalardı bir şeye yarar mıydılar? Her azâyı böyle şerh edecek olursak konu uzar. Onun için şuna dikkatini çekerim, Allah her azâyı yerli yerinde yaratmışdır. Eğer yerli yerinde değil de, sağda veya solda, aşağıda veyâ yukarıda yaratılmış olsaydı, yetersiz yâhud faydasız veya çirkin olurdu.. Hattâ bakılmayacak kadar kötü bir manzara arz ederdi. Burunu gömüyor musun? Nasıl da yüzün tam ortasında yaratılmışdır. Ya başda veyâ alında yâhud da yanakda yaratılmış olsaydı nasıl olurdu acabâ? Ondan beklenilen faydayı verebilir miydi? 

Allah'ın hikmetini idrâk etmeye biraz daha gayret edebilirsen, güneşi nerede yaratdığına bak. Allah güneşi bulunduğu yerde beyhûde yaratmamışdır. Onu gerçekden de tam yerinde yaratmışdır. Ne var ki sen onun hikmetini anlayamıyorsun. Çünkü gökler ve yer hakkındaki tefekkürün pek az. Eğer kâinâta hakkıyla bakabilsen, görecek olduğun acâib ve garâib, bedeninde gördüklerini bile unutturur. 

Âh keşke kendi şahsında bulunan hikmetleri tam manâsıyla anlayabilseydin de âfâk-ı semâya bakabilseydin. İşte o zaman şu âyetin sırrına mazhar olanlardan olurdun. Cenâb-ı Hakk buyurdu ki, "سَنُر۪يهِمْ اٰيَاتِنَا فِي الْاٰفَاقِ وَف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ الْحَقُّۜ Gerek âfâkda, gerek kendi nefislerinde âyetlerimizi onlara göstereceğiz". Sen nerde, şu âyet-i kerîmenin sırrına nâil olmuş kişi nerde! "وَكَذٰلِكَ نُر۪ٓي اِبْرٰه۪يمَ مَلَكُوتَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَلِيَكُونَ مِنَ الْمُوقِن۪ينَ Böylece biz İbrâhim'e, yakîne ermesi için göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk". Bütün emeli ve gâyesi dünyâ olan, hırsın köleleştirdiği kişiye, gök kapıları açılır mı hiç? Bunlar, bu ismi öğretecek yolu tarif eden bir takım işâretlerden ibâretdir. Tam ma'nâsıyla açıklayacak olursak, cildlerle kitap yazmak gerekir. 

Diğer bütün isimlerin ma'nâları da böyledir. Onlar da böyle îzâh ve şerh edilir. İsimler, fiillerden türediği için, fiiller anlaşılmadan îzâh edilemez. Yani Allah'ın fiilleri tam ma'nâsıyla bilinmeden isimleri de tam ma'nâsıyla anlaşılamaz. Gerçi Allah'ın fiilleri sonsuzdur ama kul bu isimlerin ma'nâlarını mücmel olarak bilebilir. Bilgisine göre de bu isimlerden nasîbini alır. Bu uzun uzun anlatılması gereken bir mevzudur. Bu kitabın gayesi ise, sâdece kişiye bir anahtar vermekdir. 
Cenab-ı Hakk'ın bu isminden kulun istifâde edeceği husûs şudur ki her şeyden önce kul, şehvet ve gadabını, akıl ve dîne hizmetçi kılmalıdır. Eğer aklını, şehvetine ve öfkesine esîr edip de nefsinin dediğini yaparsa, adâletden ayrılmış ve kendisine zulmetmiş olur. Bu, insanın kendisi hakkında riayet etmesi gereken adâletdir.

İşin tafsîlâtına gelince, insan, şerî'atın çizdiği hudûdları aşmamakla, adâlete riâyet etmiş sayılır. Şâyet Allah'ın koyduğu hudûdları aşarsa, hemcinslerine karşı haksızlık ederse, o takdirde adâletden ayrılmış ve zulme sapmış demekdir. Sâhibi bulunduğu her a'zâ için riâyet etmesi gereken adâlet, onları yerli yerinde yani Allah'ın emrettiği şekilde kullanmakdır. Mesûliyet sahibi bir kimsenin, mesûliyeti altında bulunanlara, meselâ babanın evlâdına, devlet başkanının halkına nasıl davranması gerektiği bellidir, bunları ayrıca izâha lüzum yokdur.

Çokları zulmün başkalarına eziyet etmekden, adâletin ise başkasına yardım etmek ve onlara iyi davranmakdan ibâret olduğunu zanneder. Oysa mesele zannedildiği gibi değildir. Çünkü bir kimse, silah, para ve kitaptan oluşan mallarını taksîm ederken, parayı zenginlere, kitapları askerlere, silahları da âlimlere verse, belki böyle yapmakla faydalı bir iş yapmış olur ama verdiği şeyler yerini bulmadığı için, yani taksîmâtı lâyıkyla yerli yerine yapmadığı için adâletden ayrılmış olur. Bunun tam aklsine, bir kimse, hastalara acı ilaçlar vererek onları iyileştirir, cânileri de öldürerek cezâlandırırsa, görünüşde onlara eziyet etmiş gibi olur ama aslında adâleti yerine getirmiş olur. Çünkü yapdığı işler haksız değil, bilâkis hakkın ve adâletin gerekdirdiği işlerdir. 

Kulun bu isimden istifâde edebileceği bir başka husûs da şudur ki, her şeyden önce kulun, Allah'ın bütün işlerinde ve bütün hükümlerinde, bütün emir ve yasaklarında âdil olduğuna inanması gerekir. Allah'ın emirleri, ister kendi isteklerine uygun, ister uymasın, ister kendi menfaatleriyle bağdaşsın, ister bağdaşmasın. Mâdem ki Allah öyle emretmişdir, doğrudur ve  O'nun emrini yerine getirmek lâzımdır. Mâdem ki yasak etmişdir, yine doğrudur, O'nun yasaklarından uzak durmak lâzımdır. Kul, Allah'ın emrine sarılmazsa, mutlakâ zarara girmiş olur. Çünkü kul, Allah'ın bildiğini bilemez. Rabbi kendisinden daha iyi bilir. Meselâ kendisinden kan alınması gereken bir hasta, "ben acıya dayanamam" diyerek kan aldırmaktan kaçarsa, kan verirken çekeceği acıdan çok daha büyük acılara sebeb olur. Nasıl ki hastanın, hekimin kendisi hakkındaki hükmüne râzı olması gerekirse, kulun da, Allah'ın bütün işlerinde ve bütün hükümlerinde haklı ve âdil olduğunu bilmesi ve böyle inanması gerekir. Çünkü îmân, inkârı kökünden keser, bütün itirazları süpürüp atar.

Kul, kabahati zamana ve feleğe de yüklememelidir. Zamânımızdaki insanların çoğunun söylediği gibi, "Ne yapalım, suç bizde değil, zaman kötü" ya da "Zâlim felek bizi mi buldu", gibi sözlerle zamanı ve feleği suçlamak cehâletden başka bir şey değildir. Kul, şunu iyi bilmeli ve aklına koymalıdır ki, her şey bir sebebe bağlıdır. Kâinât bu şekilde tertîb edilmişdir. Her iş, Allah tarafından nasıl tertîb edilmiş ise öylece vukû' bulmakdadır. Allah'ın tertîbinde haksızlık olamaz, Allah'ın her sözü doğru, her işi âdildir.

Halk edüp Hallâk-ı Âdil görünür halkdan sana
"Len terânî"dir ana kim bakmadı halkdan yana
Listeye geri dön