HACI CEMAL ÖĞÜT HOCAEFENDİ ALASONYALI CEMAL EFENDİ
1887-1966
Cemâl Efendi, 1887 senesinde, o vakitler Osmanlı sınırları içinde olan Mora Yenişehir’e bağlı Alasonya’da doğdu. Rumeli’nin fethinden sonra Konya’dan getirilip Alasonya'ya yerleştirilen bir âileye mensûbdur. Babası Muallim Ahmed Lütfî Efendi’dir. Babasının hâli vakti yerinde imiş, oğlum İslâm'a ve müslümanlara hizmet etsin ve geçinmek için çalışmaya muhtâc olmasın düşüncesiyle O'nu husûsî olarak okutmuş ve Cemâl Efendi'yi âdetâ "Ümmet-i Muhammed"e vakfetmiş.
TAHSÎLİ VE HOCALARI
Çok iyi bir tahsil görerek, hem klasik medrese usûlü ile icâzet alan hem de Hukuk Fakültesinden mezun olan Cemâl Efendi, hocalarını şu şekilde zikrediyor :
Tahsîlimi tamamlamak için doğduğum yer olan Mora Yenişehir’inin
Alasonya kasabasından, vatanımızın kalbi ve rûhu, ilim ve edeb merkezi
olan İstanbul’a 1320 (1903) senesinde geldim. İstanbul’da o zaman birçok büyük âlimlere mülâkî oldum. Bâzılarına
hizmet ve talebelik ederek feyz ve rızâlarını, bâzılarının da teveccüh ve
sevgilerini kazanarak cümlesinin hayır duâlarını aldım.
Burada esas maksada girmeden evvel, kendilerinden ders ve feyz aldığım
hocalarımı, bilhassa memleketimde çocukluk çağımda bana "Besmele" çektirerek Kur’anı hatmettiren ve ilk tahsîlimi yaptıran hocalarımdan
babam merhûm Muallim Ahmet Lütfi, Muallim Mustafa, Muallim
Yahyâ, Rüşdiye’de Muallim Âdem ve arkadaşları sonra kendisinden hıfz-ı Kur’ân ile Arapça Sarf ve Nahiv ilimlerini okuduğum Müderris ve Müftü
Ömer Hulûsi ve İstanbul’da bana "Ulûm-i Arabiyye ve Şer'iyye"yi tedrîs
eden ders vekîli Amcam Alasonyalı Hacı Ali Zeynelâbidîn, Abdülfettâh,
Abdurrahmân, Saffet Efendilerle kendilerinden icâzet aldığım İzmirli Hâfız
Halil ve Düzceli Zâhid’ül-Kevserî Efendileri ve Hukuk Mektebinde bulunduğum
zaman kendilerinden feyz ve nasîb aldığım bütün hocalarımı (Allah cümlesine rahmet etsin) hürmet ve rahmetle anmayı bir vazîfe bilirim.
SAVAŞ VE İŞGAL YILLARI
Hocaefendi işgal ve savaş yıllarında da büyük hizmetler yapmışdır. Daha işgâlin ilk günlerinde hiç tereddüt etmeden İstanbul’da kurulan Müdâfaa-yı Milliye teşkîlâtında görev almışdır. Millî Müdâfaa Grubu’nun çalışmalarına katılmış hattâ Beşiktaş’daki evini bu teşkilâtın merkezi hâline getirmişdir. Teşkîlâtın nizâmnâmesini de Hocaefendi hazırlamışdır. Hocaefendi bununla da kalmamış, kelleyi koltuğa alıp Anadolu’ya silâh tedâriki konusunda da mühim hizmetler îfâ etmişdir. Meselâ işgâl kuvvetlerinin elinde bulunan Maçka silâhhânesinden kaçırdığı silâhları Anadolu’ya göndermişdir. Büyük cesâret gerektiren bu zor görevi Hocaefendi'nin nasıl başarıyla tamamladığını yıllar sonra kızı Hikmet Hanım şöyle anlatıyor :
Şimdi Teknik Üniversite'ye ait bulunan Maçka Silâhhânesi, o zaman işgal kuvvetlerinin çok sıkı kontrolü altındaydı. Bu sıkı kontrol altındaki silâhhâneye girmek ve hele de oradan silâh kaçırmak âdeta imkânsız bir işdi. Ama babacığım kafasına koymuş, mutlakâ oradaki silâhlar alınmalı ve Anadolu'daki mücahidlere sevkedilmeliydi. Ama kuş uçurtulmayan bu binadan silâh nasıl kaçırılacakdı? Efendi Baba, kocaman bir tabut hazırlatır. Etrafına da beş on cemaat. Gûyâ bunlardan birinin Maçka Silâhhânesindeki asker oğlu ölmüşdür. Şimdi gidip cenâzeyi oradan alacaklar ve gerekli vazîfeler yapıldıkdan sonra götürüp defnedecekler. Cenâze sâhibi rolündeki zâtın eline, mendile sarılmış acı soğan verilir. Adamcağız bunu ikide bir yüzüne gözüne sürüp ağlamalıdır. Tabutun önünde sarığı ve cübbesi ile Hoca Efendi, arkasında da cenâze sahibi ve tabutu taşıyanlar, Maçka Kışlasına girerler. Kapıdaki nöbetçiler durumdan şüphelenmezler. İçeriye giren cemaat, kendi üzerlerini ve o kocaman tabutu ağzına kadar silâhlarla doldururlar. Ve yine üzgün ve süzgün bir edâ ile çıkıp giderler.
İstiklâl Harbi kazanıldıkdan sonra Hocaefendi'nin teşkilâtdaki birçok arkadaşları çeşitli görevlere getirilirken O, kendisine yapılan milletvekilliği teklifini “Ben vatanım ve milletim için çalışdım, makâm ve mevkî' için değil, kürsüde kalmayı, vaaz ve nasîhat makâmnda bulunmayı tercîh ediyorum” diyerek geri çevirmişdir.
10 Aralık 1950'de Süleymaniye Camiinde okunan mevlid radyodan canlı yayınlanır. Bu yayında Cemal Hoca da bir konuşma yapar ve Cumhûriyet döneminde radyoda dînî konuşma yapan ilk zât o olur.
MESLEĞİ VE HİZMETLERİ
Hocaefendi'nin görünüşdeki mesleği vâzilik idi. Resmen 1915 senesinde başladığı bu meslekde, hem ilmi hem de hitâbet kâbiliyyeti ile büyük bir şöhret kazanmışdır. Ancak Hocaefendi vâizlik ile yetinmeyerek sâhib olduğu ilmi gençlere ta'lîm ederek ayrı bir hizmet daha îfâ etti. Bununla da yetinmedi, birçok eserler kaleme aldı. Tabii talebe yetiştirmesi o devirde birçok hocaefendi gibi onun da siyâsî baskılara ma'rûz kalmasına sebeb oldu. Çeşitli bahanelerle evi üç defa basılıp arandı, kütüphanesi mühürlendi ve hilâfetçilik ithâmıyla sorgulandı, fakat delîl bulunamadığı için cezâ verilmedi. Hocaefendi, bütün baskılara rağmen, İlme hizmetden, halkı aydınlatmakdan ve talebe yetiştirmekden geri durmadı. Dînî eğitim ve öğretim kurumlarının kapalı olduğu devirlerde evini okul hâline getirdi ve sonradan çok hayırlı hizmetler yapan birçok âlim yetişdirdi.
27 Mayıs İhtilâli’nden sonra Diyânet İşleri Başkanı olması yolundaki ısrarlı talebleri reddetti. Kendisini tamâmen irşâd hizmetine ve eserlerine verdi.Hocaefendi'nin büyük bir hizmeti de, 6000 cildlik çok kıymetli kütübhânesini Yüksek İslâm Enstitüsüne bağışlamasıydı. Cemâl Hoca, cemiyetin bütün kesimleriyle çok iyi münâsebetler kurabilmiş bir gönül adamıydı. Devlet adamlarını, iş adamlarını, bürokratları, ilim adamlarını, hattâ gayr-i müslimleri bile halkasına almayı başarmışdı. Bu sâyede irşâd hizmetlerini, en şumüllü ve tesirli hâle getirebilmişdi.
HİTÂBETİ
Hocaefendi'nin hitâbeti çok tesirli imiş. Bir dönem görev yaptığı İmralı Açık Cezâevi için: "İmralı bir ıslahhâne oldu" denmesi bunun en açık delîllerindendir. Hocaefendi cemaate katiyyen sert konuşmaz, son derece yumuşak, tatlı hattâ mizâhî bir uslûb ile hitâb edermiş. Cemaat de O'nu çok sever, etrafına büyük kalabalıklar toplanırmış. Hanımlara da ayrıca vaaz edermiş. Emin Saraç Hocaefendi O'nun hitâbeti hakkında şunları anlatıyor :
Hacı Cemal Öğüt Efendi çok hoş, tatlı, mübârek bir insandı. Nükte ile hikmeti cem eden bir insandı. Bir vaaz eder, ağlatır, gözleri yaşartır, biraz sonra bir nükte yapar, çatlatır gülmekten, yerlere yatırır.
Hocaefendi'nin nüktedânlığına bir Ramazan günü yaptığı şu vaazdan misâl verelim :
Bizim hanım kedilere meraklı. Geçenlerde çarşıya çıkarken bana dedi ki "Şu kedilere biraz ciğer al." Ben de birden parladım. "Almam" dedim. "Efendi, niye almıyorsun? Bu hayvancıkların ne günahı var" dedi. "Namaz kılmazlar, oruç tutmazlar. Ramazan günü onları mı doyuracağım" dedim. Hanım bana dedi ki "Efendi, oruç senin başına mı vurdu?", "Niye başıma vursun?" diyecek oldum, "Yâhu onlar hayvan. Hayvan oruç tutar mı, namaz kılar mı hocaefendi" demesin mi? "Aaa" dedim kendi kendime hanım doğru söylüyor, hayvanlar namaz kılmaz, hayvanlar oruç tutmaz, hayvanlar nikâh diye bir şey tanımaz.
DAVET-İ PEYGAMBERÎ
Hocaefendi'nin bir evlâdı annesi ile Adana'da bulunduğu sırada vefât eder. Hocaefendi o sırada İstanbul'dadır ve bu elîm hâdiseden haberi yokdur. Nasıl bir tecellîdir ki, Hocaefendi o gece bir rüyâ görür. Rüyâsında büyük bir kalabalık görür ve "nedir" diye sorduğunda, Peygamber Efendimiz gelmiş diyorlar. Cemâl Hoca büyük bir heyecan ve sevinç içinde, "Resûl-i Ekrem Efendimizi ben de göreyim" diye kalabalığa yaklaşmış. Birden kalabalığın tam ortasından bir el ona doğru sallanmaya başlamış. O’na "gel" işâreti yapıyormuş. Büyük bir merakla oradakilere bunun ne demek olduğunu sormuş. "Resûlullah seni çağırıyor" demişler. Hocaefendi, "Allaaah!" diye bir sayha vurarak ve ağlayarak uyanmış. Ağlamış, ağlamış ve o sabah, hacca gitmeye ve yani Resûlullah’ın davetine icâbet etmeye azm etmiş. Fakat işin acâib tarafı o yıllarda hacca gitmek mümkün değil, hac yolu kapalı. Hocaefendi derhal kararını verip o gün için en seri vâsıta olan trenle Ankara'ya hareket etmiş. Zîrâ Ankara’da Milli Mücadele yıllarından silah arkadaşı olan Rıfat Bey Emniyet Umum Müdürü'dür. Yani yetkili ve etkili bir makamdadır. Nasıl olsa Hoca’nın derdine dermân olacak bir çıkış noktası gösterebilir. Cemal Hoca, bu düşüncelerle âdetâ Ankara’ya uçarak gider. Arkadaşının huzûruna çıkar ve derdini anlatır. Rıfat Bey önce bilinenleri tekrarlar, "Hocam biliyorsun, beş yıldır Hacca gitmek yasak, sana nasıl hac pasaportu verebilirim" gibi mazeretler öne sürer. Fakat Hocaefendi, Resûlullah aşkıyla ağlamaya başlayınca arkadaşı üzülür ve bir hâl çaresi düşünür ve sonunda şu çâreyi bulur. O tarafa giden gemilerden birinde kamarot ya da aşçı çıraklığı. Hocaefendi bu şekilde hacca gider. Evlâdının vefâtını ise, çok sonra, hac yolculuğundan döndükden sonra öğrenecekdir.
Bizzat Hazret-i Hâlid'den gelen emr-i ma'nevî ile yazdığı eser.
ESERLERİ
1. Ana ve Baba Hakları (İstanbul 1928, 1965, 1977)
2. İçtimâî ve Ahlâkî Temizlik (İstanbul 1936; I-II, Ankara 1962; İstanbul 1996)
10. Meşhûr Eyyûb Sultan (İstanbul 1955, 1957, 1998)
11. Cedvel (Peygamberimizin Kısaca Hayatı ve Fevkalade Haller) (İstanbul 1960)
12. Kur’ân-ı Azîmüşşan’a Göre Maddî ve Mânevî Fezâ Âlemleri (bu eserin aslı kaybolmuş, bir özeti 1964 yılında İstanbul’da basılmıştır)
13. Kurrâ-i Muhammedi (İstanbul 1965)
14. (Nur ve Edeb : Mısır Şeyhülkurrâsı Ali Muhammed Dabbâ’ın Fethu’l-kerîmi’l-mennân fî âdâbi hameleti’l-Ķurân adlı eserinin tercümesi (İstanbul 1941)
15. Defter-i Mev‘ıza : Bu çalışması yazma halindedir (MÜİF Ktp., Cemal Öğüt, nr. 516).
İBRETLİ BİR HÂTIRÂ
Cemâl Efendi'den tefsîr ve âdâb dersleri alan Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri, Hocaefendi'den şu hâtırasını sık sık anlatırlardı :
Benim bir hocam vardı, Allah rahmet eylesin, kendisi Alasonyalı'ydı, Alasonyalı Cemal Efendi. Ondan da ders okudum ben. Hocam diyor ki, "O vakit gencim, tahsîl için İstanbul'a geliyorum, dersler bitince Alasonya'ya dönüyorum. Alasonya'ya dönerken İstanbul'dan vapurla Selânik'e gidiyorum. Babamın adamlarından bir Hasan Ağa var, Selânik'de beni bu Hasan Ağa karşılıyor. Hasan Ağa, atla geliyor, eşkiyâ gibi bir adam, gözüpek, hiç bir şeyden korkmayan kahraman, kabadayı bir adam, beni Alasonya'ya hep o götürüp getiriyor. Zîrâ o vakitler, yolda Yunan eşkiyâsı var. Hasan Ağa silahlı, belinde gaddâresi var, önüne yirmi kişi çıksa devirir, öyle bir adam.
Bu Hasan Ağa hiç namaz kılmıyor. Ben her seferinde ne kadar, "Hasan Ağa! Sen müslüman adamsın, namaz kılsana, niçin namaz kılmıyorsun" dediysem de Hasan Ağa, "A be molla! Bırak be ya! Benim kalbim temiz. Ne varmış namazda. Nedir o yatıp kalkmak, başını yere koyup, kıçını yukarı kaldırmakla bir şey olmaz. Benim kalbim temiz" diye cevap veriyor. Her seferinde "Kalbim temiz", "Kalbim temiz" diyen Hasan Ağa'ya, bir türlü namaz kıldıramadım.
Bir seferinde, yolda bir papazın evinde misâfir kaldık. Ben abdest aldım, namaz kıldım. Papaz, Hasan Ağa'nın namaz kılmadığını farkedince, ona dönüp "Sen neden namaz kılmıyorsun?" diye sordu. Hasan Ağa, "Hiç bre, benim kalbim temiz" dedi. Papaz, "İsmin ne senin?" diye sordu. Bizimki "Hasan" deyince, Papaz, "Haaa anladım, namaz kılmadıkdan sonra ha sen ha ben. Aramızda bir fark yok" demesin mi! Sabah kalkdım, bir de ne göreyim! Hasan Ağa kalkmış, kollarını sıvamış abdest alıyor. Hasan Ağa o gün namaza başladı. Benim sözüm tesir etmedi, papazın sözü tesir etti.
Hocaefendi 29 Mart 1966 tarihinde İstanbul’da Hakk'a yürüdü. Rahmetullahi aleyhi ve rahmeten vâsia.