8 Şubat 2025 tarihinde yayınlanmıştır.
HAK
Allah’ın isimlerinden (esmâ-i hüsnâ) biri.
Müellif:
BEKİR TOPALOĞLU
Hak kelimesi “gerçek, doğru ve sabit olmak, gerekli ve lâyık olmak, olabilirlik niteliği taşımak, sürekli var olmak, gerçeğe uygun bulunmak; bir şeyi sabit ve gerekli kılmak” anlamlarında masdar ve bu anlamlara dayalı bir sıfat olup Allah’a nisbet edildiğinde “bizzat ve sürekli olarak var olan, gerçekliği mevcut bulunan, varlığı ve ulûhiyyeti fiilen tahakkuk eden” mânasına gelir (Bağdâdî, vr. 89b; İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, “ḥaḳḳ” md.). Ebü’l-Kāsım ez-Zeccâcî, esmâ-i hüsnâyı dil açısından incelediği eserinde kelimenin kapsamlı muhtevasından hareketle hak için şöyle demektedir: “Allah’ın zâtı hak olduğu gibi O’ndan gelen ve O’na rücû eden her şey de haktır; ayrıca emrettiği ve yasakladığı hususlar uyarınca hareket etmek de kullar için haktır yani gereklidir” (İştiḳāḳu esmâʾillâh, s. 178).
Kur’ân-ı Kerîm’de hak kelimesi yirmisi harf-i ta‘rifsiz olmak üzere 247 yerde geçmektedir. Buna aynı kökten türeyen on dört isimle yirmi altı fiil sîgası da eklenince sayı 287’ye ulaşır (bk. M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ḥḳḳ” md.). Bu zengin kullanım içinde hak kavramı Allah’a pek çok yerde nisbet edilmekte olup bunların bazısında esmâ-i hüsnâdan biri olarak doğrudan zât-ı ilâhiyyeye izâfe edilmektedir (bk. el-Kehf 18/44; el-Hac 22/6, 62; en-Nûr 24/25; Lokmân 31/30). Hak bir âyette, “görünen ve görünmeyen âlemlerin sahibi” mânasındaki melik ismiyle birlikte kullanılırken (Tâhâ 20/114) bazı âyetlerde, doksan dokuz isim listesinde yer almayan “besleyip geliştiren” anlamındaki rab (Yûnus 10/32), “ulûhiyyeti veya adaleti apaçık” anlamındaki mübîn (en-Nûr 24/25; Beyzâvî, III, 192), “gerçek dost ve yardımcı” mânasındaki mevlâ (el-En‘âm 6/62; Yûnus 10/30) isimleriyle muhteva zenginliği kazanmaktadır. Hak, muhtelif âyetlerde hakkın Allah’tan, Allah nezdinden olduğu, O’nun vaadinin mutlaka gerçekleşeceği belirtilmek suretiyle de O’na nisbet edilmiş, ayrıca çeşitli ilâhî fiillerin hakla vuku bulduğu anlatılmıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’in tamamına yakın kısmında sık sık tekrarlanan hak kavramı Allah’tan başka Hz. Peygamber’e (meselâ bk. el-Bakara 2/119; et-Tevbe 9/62; en-Neml 27/79), Kur’an’a (el-Bakara 2/176; Yûnus 10/94) ve dine de (et-Tevbe 9/29, 33; el-İsrâ 17/81) nisbet edilmektedir.
Hak kavramı, Tirmizî (“Daʿavât”, 82) ve İbn Mâce’nin (“Duʿâʾ”, 10) esmâ-i hüsnâ listeleri dışında başka hadislerde de çeşitli sîgalarla Allah’a nisbet edilmiştir (bk. Wensinck, el-Muʿcem, “ḥḳḳ” md.). Abdullah b. Abbas’ın rivayet ettiği bir hadiste Resûl-i Ekrem’in teheccüd namazındaki duasında hak kelimesi şöyle tekrarlanmaktadır: “Allahım! Sen haksın, vaadin hak, sözün haktır; sana kavuşmak haktır, cennet hak, cehennem haktır; peygamberler haktır; kıyametin kopması haktır” (Buhârî, “Tevḥîd”, 24, 35; Müslim, “Müsâfirîn”, 199). Hz. Peygamber telbiye duası sırasında, “Emrin baş üstüne, ey gerçek Tanrı (ilâhü’l-hak), emrin baş üstüne!” anlamındaki niyazında (İbn Mâce, “Menâsik”, 15; Nesâî, “Ḥac”, 54) “ilâhü’l-hak” tabiriyle Câhiliye Arapları’nın tapındığı tanrıların hiçbir gerçeklik taşımadığına işaret etmiştir.
Âlimler hak kavramında iki temel mâna tesbit etmişlerdir: Var oluş ve gerçeğe uygunluk (vücûd ve mutâbakat). Buradaki var oluş zât-ı ilâhiyyeye izâfe edildiğinden zamanın hem başlangıcı hem de sonu itibariyle sınırsız (ezelî ve ebedî) olarak kabul edilir. Buna göre hak, sıfat anlamıyla vâcibü’l-vücûd (varlığı kendinden ve zaruri olan) kavramıyla birleşir. Nitekim Gazzâlî hakkı bu mânasıyla zâtî isimlerden saymış ve onun esmâ-i hüsnâ içinde lafza-i celâlden hemen sonra geldiğini söylemiştir (el-Maḳṣadü’l-esnâ, s. 172). Ayrıca Gazzâlî, hakkın kapsadığı var oluşu hem zihin hem obje hem de mârifet açısından değerlendirmiş ve zât-ı ilâhiyyenin gerek zihnen gerekse tabiat nesnelerinin şehadetiyle en belirgin şekilde ispat edilen ve en iyi tanınabilen bir varlık olduğunu belirtmiştir. Zâtın bu yöntemlerle tanınması da hakkın gerçeğe uygunluk anlamını dile getirmektedir (a.g.e., s. 138). Hak isminin kapsadığı gerçeğe uygunluk, bütün yaratılmışlık özelliklerinden münezzeh bulunan Allah ile tabiat ve Kur’an arasında aranmalıdır. Son derece karmaşık, fakat âhenkli ve düzenli iç içe sistemlerden oluşan tabiatın yaratıcısı ve yöneticisinin yetkin sıfatlarıyla uyum içinde olması, onlardaki mükemmeliyeti aksettirmesi Allah ile tabiat arasındaki mutabakatı oluşturur. Bununla birlikte madde âlemi maddeden münezzeh olanı isabetli bir şekilde niteleyemeyeceği veya maddeyi gözlemleyip inceleyenler kendiliklerinden bu ulvî sonuca ulaşamayacakları için Allah zâtını Kur’an’ında tanıtmış, isim veya sıfat denilen kavramlarla inananların ulûhiyyet bilgisini zâtındaki hakikate uygun hale getirmiştir. Râgıb el-İsfahânî’nin, hakkın temel mânalarından ikisini “hikmete uygun olarak yaratan” ve “hikmete uygun olarak yaratılan” şeklinde belirtmesi de bu amaca yönelik olmalıdır (el-Müfredât, “ḥḳḳ” md.). Nitekim Ahmed b. Hüseyin el-Beyhakī “yergi gerektiren şeye kudreti taalluk etmeyen” (Şuʿabü’l-îmân, I, 119), Ebû Bekir İbnü’l-Arabî “sözünde yalan, vaadinde aykırılık ve fiilinde hikmetsizlik bulunmayan” (el-Emedü’l-aḳṣâ, vr. 23a), Ebü’l-Bekā el-Kefevî de “hiçbir fiili çirkin olmayan” (el-Külliyyât, s. 391) tarzındaki ifadeleriyle aynı mânayı vurgulamak istemişlerdir.
Hak ismi, kıdem ve bekā kavramlarını da içerecek şekilde vücûd mânası göz önünde bulundurularak zâtî isimler içinde mütalaa edilmiştir. Buna göre hak “fiilen var olan, ezelî ve ebedî, mevcudiyeti ve ulûhiyyeti gerçek olan” anlamına gelir. Hak isminin “varlığı zorunlu” anlamıyla Allah, varlığının başlangıcı olmaması itibariyle evvel, “varlığının sonu olmayan, ebedî hayatla diri” mânalarıyla âhir, bâkī, vâris ve hay isimleriyle münasebeti vardır (bk. ESMÂ-i HÜSNÂ).

Sözlükte “gerçek, sabit ve doğru olmak, gerekmek; bir şeyi gerçekleştirmek; bir şeye yakînen muttali olmak” anlamlarında masdar ve “gerçek, sabit, doğru, varlığı kesin olan şey” anlamlarında isim olan hak kelimesi (çoğulu hukūk) genellikle bâtılın zıddı olarak gösterilir (Lisânü’l-ʿArab, “ḥḳḳ” md.; Tâcü’l-ʿarûs, “ḥḳḳ” md.). D. B. Macdonald (E. E. Calverley), İbrânîce’de benzer bir kökün “ağaç, taş veya metalin içini oymak; yazmak, kaydetmek, tasvir etmek; buyurmak, bir kanunla sabit hale getirmek; Tanrı veya insanlara karşı ödev, hukuk, imtiyaz” mânalarına geldiğini belirterek (EI2 [Fr.], III, 84) hak kelimesinin bu dilden gelmiş olabileceğini ima ederse de Sâmî dil ailesinden olan Arapça ve İbrânîce’deki herhangi bir kelimenin yakın anlamlar ifade etmesi doğaldır. Bu durum karşısında birinin ötekinden geldiğini iddia ve ispat etmek oldukça zordur. Râgıb el-İsfahânî, hakkın asıl mânasının “mutabakat ve muvafakat” olduğunu belirttikten sonra âyetlerden örnekler vererek başlıca dört anlama geldiğini belirtir. 1. Bir şeyi hikmetin gereğine uygun olarak icat eden; bundan dolayı hak Allah’ın bir ismi veya sıfatı sayılmıştır. 2. Hikmetin gereğine uygun olarak yapılan iş; Allah’ın bütün fiilleri bu anlamda haktır. 3. Bir şeye aslına uygun ve doğru olarak inanma, bu şekilde kazanılmış inanç, bilgi. 4. Gerektiği şekilde, gerekli ölçüde ve gereken zamanda meydana gelen iş (el-Müfredât, “ḥḳḳ” md.). Seyyid Şerîf el-Cürcânî, hakkın “inkârı mümkün olmayacak kesinlikte gerçek (sabit) olan şey” biçimindeki sözlük anlamını verdikten sonra Teftâzânî’den iktibasla (Şerḥu’l-ʿAḳāʾidi’n-Nesefiyye, s. 12-13) terim olarak “gerçeğe mutabık olan hüküm” anlamına geldiğini, bu hükmü taşıyan söz, inanç, din ve görüşler için de kullanıldığını belirtir ve bâtılın zıddı olduğunu söyler (et-Taʿrîfât, “ḥaḳ” md.). Nitekim kitâbî dinlerden birine mensup olanlara ve müslümanlara, Ehl-i sünnet mezhebinden olanlara “ehl-i hak”, bunların dışındaki din ve mezhep mensuplarına da “ehl-i bâtıl” (ehl-i dalâl) ismi verilmiştir. İşrâkī filozof Şehâbeddin es-Sühreverdî, el-Meşâriʿ ve’l-muṭâraḥât adlı eserinde hak terimine ait tarif mahiyetindeki açıklamaların başarılı bir özetini vermiştir (I, 210).
Kur’ân-ı Kerîm’de 247 yerde geçen hak kelimesi âyetlerin çoğunda bâtılın zıddı olarak kullanılmıştır (meselâ bk. el-Bakara 2/42; en-Nisâ 4/105; el-Mâide 5/77). Öteki anlamları arasında “vâkıaya, gerçeğe uygun söz” (el-A‘râf 7/169; Sâd 38/84); “doğru haber” (el-Mü’minûn 23/62); “doğru yol” (Yûnus 10/35); “aslına uygun bilgi, inanç, yakīn” (Yûnus 10/36; en-Necm 53/28; el-Vâkıa 56/95; krş. Taberî, XV, 89); “delil” (Yûnus 10/76, 77; krş. Taberî, XV, 102, 105); “bir olayın iç yüzü” (Yûsuf 12/51); “adalet” (el-A‘râf 7/89; el-Enbiyâ 21/112; Sâd 38/22, 26; ez-Zümer 39/69, 75); “görev, ödev, hüküm” (el-Bakara 2/180, 236, 241; er-Rûm 30/47) en çok dikkati çekenleridir. Başkalarıyla ilgili yükümlülüklere aykırı davranışların niteliğini belirtmek üzere “bi-gayri’l-hakkı” ve “bi-gayri hakkın” (haksız yere) (el-Bakara 2/61; Âl-i İmrân 3/112, 181; eş-Şûrâ 42/42), yine başkalarıyla alâkalı bir genel hükmün dışına çıkmaya cevaz veren “illâ bi’l-hakkı” (ancak haklı bir sebeple) (el-En‘âm 6/151; el-İsrâ 17/33; el-Furkān 25/68) tabirleri Kur’an’da sıkça geçmektedir. Kur’an’da hak kelimesi “gerçek, sabit, doğru” gibi anlamları dolayısıyla Kur’an’ı ve İslâm’ı ifade ettiği gibi (el-İsrâ 17/81, 105; el-Kehf 18/29) vukuu kati olan ölüm için de kullanılmıştır (Kāf 50/19). Daha çok “vaad” kelimesiyle birlikte âhiret hakkındaki haberler, müjde ve tehditler de hak ile ifade edilir (el-Enbiyâ 21/97; el-Mü’min 40/55). Hak kelimesi “varlığı kesin olan, mutlak gerçek, hikmete uygun olarak icat eden” anlamlarından dolayı Allah’ın bir ismi veya sıfatı olarak da geçmektedir (el-En‘âm 6/62; Yûnus 10/30, 32; el-Hac 22/62). Ebü’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Kur’an’da hak kelimesinin müfessirlere göre başlıca on sekiz anlamda kullanıldığını belirtir ve âyetlerden örnek vererek bu anlamları şöyle sıralar: Allah, Kur’an, İslâm, adalet, tevhid, sıdk, mal, vücûb, ihtiyaç, pay, beyan, Kâbe’nin durumu, haram ve helâli açıklama, kelime-i tevhid, ölüm, kesinlik, cürüm, bâtılın zıddı (Nüzhetü’l-aʿyün, s. 266-269).
Hak kelimesi Kur’an’daki anlamlarıyla hadislerde de geniş olarak yer almıştır (bk. Wensinck, el-Muʿcem, “ḥḳḳ” md.). Hz. Peygamber’in uzunca bir duasında geçen, “Allahım! Sen haksın, senin vaadin haktır, sana kavuşmak haktır, senin sözün haktır, cennet haktır, cehennem haktır, peygamberler haktır, Muhammed haktır, kıyamet haktır” (Buhârî, “Teheccüd”, 1) cümlelerindeki hak kelimelerinden ilki “varlığı kati olan, kuşkuya yer bırakmayacak kesinlikte gerçek ve sabit olan” şeklinde açıklanmış ve bu vasfın yalnız Allah’a mahsus olduğu, çünkü sadece Allah’ın ezelden ebede yokluktan münezzeh bulunduğu belirtilmiştir (İbn Hacer, VI, 4). İbn Hacer, aynı hadiste yer alan “cennet haktır, cehennem haktır” ifadesinde cennet ve cehennemin halen mevcut olduğuna bir işaret bulunduğunu ileri sürer. Aynı müellif “kıyamet haktır” sözüne de, “Kıyametin vuku bulacağında şüphe yoktur” anlamını verir (a.g.e., a.y.). Bazı hadislerde hak kelimesi zekât karşılığı olarak geçmektedir (Buhârî, “Zekât”, 1; Müslim, “Îmân”, 32). Hz. Âişe, “Peygamber’e hak geldi” (Buhârî, “Bedʾü’l-vaḥy”, 3, “Taʿbîr”, 1) ifadesinde hakkı “vahiy” anlamında kullanmıştır. Buhârî’nin naklettiği bir hadiste Hz. Ömer’in Resûlullah’a yönelttiği, “Biz hak üzerinde, düşmanlarımız bâtıl üzerinde değil midir?” sorusunda (Buhârî, “Şürûṭ”, 15) hak kelimesi İslâm dinini, bâtıl ise putperestliği ve umumi inkârcılığı ifade eder.
TASAVVUF. İlk sûfîlerin Allah anlamında, bazan da bâtılın veya halkın (yaratıklar) karşıtı olarak kullandıkları hak kelimesine sonraki asırlarda yeni anlamlar yüklenmiştir. Tasavvuf metinlerinde hak terimi bazan bir edatla, bazan da belli kelimelerle birlikte (meselâ maa’l-hak, bi’l-hak, li’l-hak) kullanılır. Bunun yerine aynı anlamlarda olmak üzere “maallah, bi’l-lâh, li’llâh” veya “minhü, bihî, lehû” gibi şekiller de görülür. Bütün bunlar, ilk sûfîlerin hak kelimesini yaratıcı gerçek yani Allah anlamında kullandıklarını gösterir. Nitekim Zünnûn el-Mısrî, “Hak Allah’tır” demiştir (Serrâc, s. 413; Sülemî, s. 22). Serrâc yukarıdaki ifadeleri açıklarken, “İnsan fiiline bakar ve onu kendine nisbet eder; ancak gönlünü mârifet nurları kaplayınca her şeyi Allah’tan, Allah’la kāim, Allah’ın mâlumu ve Allah’a ait olarak görür” demiş (el-Lümaʿ, s. 411), “Hak hak ile kāim olduğu için hak ile Hak’tan fâni olan kişi kulluk bir yana rubûbiyyetten bile fâni olur” diyen Şiblî de (a.g.e., s. 285) hakkı Allah anlamında kullanmıştır.
Hak kelimesi bazan “şâhid-i hak, aynü’l-hak” ve “hakku’l-hak” şeklinde de kullanılır. İlme’l-yakīn ve ayne’l-yakīnden sonra gelen hakka’l-yakīn mertebesi kulun her yönden ve en üst seviyede Hak’ta fâni olması anlamına gelir. İlme’l-yakīn şeriatın zâhiridir; ayne’l-yakīn şeriatta ihlâslı olmak, hakka’l-yakīn ise onda fâni olmaktır (Tehânevî, I, 330). Sûfîler, “Zâhirde halk ile bâtında Hak ile bulunmalı” veya, “Velî Hak’tan alır, halka verir” dedikleri zaman da hak ile Allah’ı kastederler. Hallâc-ı Mansûr’un ünlü “enelhak” sözünde yer alan hak kelimesi de bu anlamda kullanılmıştır.
İlk sûfî kaynaklarında verilen bilgiye göre hak (hakiki) mümin dünyadan el etek çeker, kendini bütünüyle Allah’a verir, bu uğurda çetin riyâzetlere katlanır ve sonuçta Allah’ı açıkça görüyormuş gibi bir hale gelir (Ebû Nuaym, I, 242; IX, 279). Bu anlamda imanın hakikatine sahip olan sûfî temaşa mertebesinde sayılır (Serrâc, s. 413; Hücvîrî, s. 38).
Sûfîler Allah’a hak dedikleri gibi O’ndan olan ve gelen her şeye de hak derler. Bu anlamda peygamber hak, Kur’an hak, Kur’an’daki her bilgi ve hüküm haktır. Buna aykırı düşen her şey de bâtıldır. Nefisten ve şeytandan gelip insanı Allah’ın emir ve yasaklarını gözetmez hale getiren her şey bâtıl olduğu gibi insanı tefrikadan cem‘ haline, kesretten vahdete yönelten her şey de haktır. Bazan hak ile hakikat arasında fark görülür. Hak doğru iş ve doğru sözdür, bunun ardında bulunması gereken iyi niyet ve samimiyet ise hakikattir. Şu halde hakikatten yoksun bir hak sadece bir gösterişten ibarettir. Aynı şekilde şeriat yoluna girmek hak, bu yolda samimiyetle devam etmek hakikattir. Hak beden hakikat onun ruhu, hak lafız hakikat onun mânası; hak sûret hakikat onun cevheri olduğundan hakka sahip olmak yetmez; hakkın hakikatine, yani saf ve hâlis hakka sahip olmak şarttır (Abbâdî, s. 213-215, 389; Ahmed-i Câmî, s. 87; Tehânevî, I, 330).
Tasavvufta bu son anlamdaki hakkın çoğulu olarak bazan hukūk kelimesi de kullanılır. Bunun karşıtı huzûzdur (hazlar). Hal, makam, mârifet, irade, maksat, muamele ve ibadet gibi yüksek mânevî değerler hukuk, nefis ve bedenden gelen istekler huzûzdur. Hukuk insandan Allah’ın istediği, huzûz ise nefis ve şeytanın istediği şey olup ikisi birbirine zıttır. Bundan dolayıdır ki Tayâlisî er-Râzî, “Hukuk ortaya çıkınca huzûz, huzûz ortaya çıkınca hukuk kaybolur” demiştir (Serrâc, s. 413). Bazan hukuk, sâlikin nefsine karşı yerine getirmekle yükümlü olduğu hususları ifade eder; buna nefsin hukuku denir. “Üzerinde nefsinin hakkı vardır” (Buhârî, “Ṣavm”, 55) meâlindeki hadiste de buna işaret edilmiştir. Buna göre sâlikin hayatını korumasına ve sürdürmesine yetecek kadar dünyadan faydalanması nefsin hukuku, bundan fazla sı ise nefsin hazzı sayılır (Tehânevî, I, 330).
Hak kavramı üzerinde genişçe duran Muhyiddin İbnü’l-Arabî kendi fikir sistemine göre terimin geniş bir yorumunu yapmıştır. İbnü’l-Arabî’ye ve onu takip edenlere göre hak mutlak varlıktır. Allah hak, onun dışında kalan her şey (mâsivâ) bâtıldır. Hak varlıktır ve varlık özü itibariyle hayırdır; bâtıl ise ademdir. Adem esas itibariyle şerdir. Âlem Hakk’a dönük yüzüyle var, öbür yüzüyle yoktur. Onun için âlem bir yüzüyle hayır, diğer yüzüyle şerdir. Tek bir hakikat olan varlığın biri hak, diğeri halk olmak üzere iki tarafı vardır. Bunlar iç içedir. Onun için Hak ancak halkta görünür, halk da ancak Hak sayesinde bir değer ifade eder. Zâtı itibariyle tek olan varlık rab-kul, birçok, ezelî-hâdis gibi yönlerden çift yüzlüdür. Bu iki yüzden birincisi ezelî olanın, ikincisi sonradan olanın bütün niteliklerini kendinde toplar.
Hakk’ın tarifini imkânsız gören İbnü’l-Arabî’ye göre Hakk’ın hakkı olduğu gibi halkın da hakkı vardır. Hakk’ın hakkı rubûbiyyet, halkın hakkı kulluktur. Biz O’nun vasıflarıyla zuhur etsek bile O’nun kullarıyız; O bizim vasıflarımızla zuhur etse bile rabbimizdir. Allah’ın isimleri bütün halkı ihtiva edecek şekilde yayıldığından her şey Hak’tan bir pay almıştır. Meselâ ölüm haktır ama halkın hakkıdır. Öldürmek de haktır ama Allah’ın hakkıdır. İlâhî olan ve olmayan bütün hazretlerin sûretlerini ihtiva etmesi bakımından “hakk-ı hak” insandır. İbnü’l-Arabî, insanların zihinlerinde mevcut birbirinden farklı Allah tasavvurlarına “yaratılmış hak” dediği gibi yaratma aracı olması dolayısıyla hakka “el-hakku mahlûk bih” (yaratma vasıtası olan hak) adını vermektedir (ayrıca bk. ADL).