2 Mayıs 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri Kitâbü'n-Netîcesinde "اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ" âyet-i celîlesini îzâh ederken buyuruyorlar ki :
Yani hüviyyet-i ilâhiyyeden gayrı hüviyyet-i zâtiyye yokdur, belki cümle-i hüviyyât onun hüviyyetinden müstefâddır. Pes, ol hüviyyet, hüviyyet-i i ta'ayyün-i evvel-i zâtîdir. Eğerçi zât-i ganiyyesi i'tibâriyle "elân 'alâ mâ 'aleyhi kân" mazmûnu üzerinedir ki ta'ayyün ve lâ-taayyünden berîdir. Fe-emmâ tertîb-i merâtibde tefhîm için ta'ayyün i'tibâr olunur. Yani ta'ayyün-i ilâhînin evveli hüviyyet-i zâtiyye ve âhiri kelâmdır. Ve ta'ayyün-i kevnînin evveli, Hakîkat-i Muhammediyye ve âhiri insândır. Zîrâ ervâhın evveli 'akl-ı evvel ve ecsâmın arş-ı a'zamdır. Badehû kürsî ve seb'-i tıbâk ve badehû 'anâsır-ı erba'adır ki tertîb üzere nâr ve hava ve mâ ve türâbdır. Ve badehû mevâlîd-i selâsedir ki ma'den ve nebât ve hayvândır. Ve badehû melek ve cinn ve insândır. Ve insân cümleden ahîr olmakla ism-i câmi'a mazhardır. Ve onun mertebesi ism-i Rafî'dir. İşte Rafîu'd-derecât budur ki 'akl-ı evvelden gâyete erince merâtib-i tenezzülât ve istirsâlâtdır ki derecât-i ilâhiyyedir. Eğerçi evvel-i derecât kevn sûretindedir. Pes, bu derecâtın cümlesi, tecellî-i hüviyyet üzerine mebnîdir. Yani nefes-i rahmânî cemî'-i kâinâta sârîdir, velâkin zuhûrât tedrîcîdir. Ve onu fehm etmek gâmız ve ulûhiyyet-i Hakk ile halkın irtibâtı mertebesidir.
Pes, "اَللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَۚ" kelimesinde hüviyyet ulûhiyyete râci' oldu ve ta'ayyün-i ilâhî mertebe-i ulûhiyyetden ibâret oldu ki bu ta'ayyünün mâverâsı mechûldür. Kâlallahu Teâlâ, "فَاعْلَمْ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ" .Yani müte'allak-ı 'ilm bu ulûhiyyetdir. Zîrâ isim ve resmi vardır ki esmâ ve sıfâtın zuhûrâtıdır, mâ-fevkınde ise zuhûr yokdur. Zuhûru olmayan gaybü'l-gayba ise ilm ta'alluk etmez. Meselâ sultâna ilm tahta cülûsundan sonradır, ondan kat'-ı nazar mechûldür. Ve bundan fehm olundu ki "Hû" ile "Celâle" ikisi birdir ki ikisi dahi esmâ-i ilâhiyyedendir. Nitekim bazı 'ulemâ-i zâhir dahi zâhib olmuşlardır. Bu cihetden "Lâilâheillâhû" demek "Lâilâheillallâh" ma'nâsına oldu ki tâife-i sôfiyyenin "Hû" kelimesi ile virdi isim olmasına râci'dir. Ve zamîr olduğu sûretde dahi erbâb-ı fenâ katında merci'-i vâhidden gayra ihtimâli yokdur ki ol merci' Allahu Teâlâ'nın ta'yîni ile Allah'dır. Pes, “Allah, Allah” demek ne ise "Hû, Hû" demek dahi odur. Şu kadar vardır ki "Allah, Allah" ism-i Zâhir'e ve "Hû, Hû" ism-i Bâtın'a râci'dir. Zîrâ hüviyyet ulûhiyyetin bâtınıdır ki hüviyyet-i zât ve ulûhiyyet ol zâtın sıfât mertebesinde ta'ayyünüdür. Zîrâ zâta âyîne olan sıfâtdır ve illâ zâtdan nişân görünmez ve sırrı nedir bilinmez.
Ve Kelime-i Tevhîd'in efdalü'l-ezkâr olduğu nefy ve isbâta dâirdir. Zîrâ nefy lâ-ta'ayyünü ve isbât ta'ayyünü müştemildir ki biri gayba ve biri şehâdete nâzırdır. Onun için "Hû, Hû" ve "Allah, Allah" diye virdden efdal oldu. Zîrâ "Hû, Hû" yalnız gayba ve "Allah, Allah" yalnız şehâdete nâzırdır. Ve bu sırra mebnîdir ki erbâb-ı sülûkün ibtidâ virdi Kelime-i Tevhîd'dir ki zâhir ve bâtının berzahiyyetidir. Meğer ki meczûb-i sâlik ola. Bu sûretde o makûlenin ibtidâ virdi "Allah, Allah" ondan sonra tertîb üzerine esmâ-i bâkıyyedir, yediye ve on ikiye varınca.