Allah Bire On Veriyor - Hutbe - 6 Temmuz 1984

28 Nisan 2023 tarihinde yayınlanmıştır.

Namaz

HUTBE

Kâlallahu Azze ve Celle fî Kitâbihi'l-Azîz.
Eûzübillahimineşşeytânirracîm.
Bismillahirrahmânirrahîm.
مَنْ جَٓاءَ بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ عَشْرُ اَمْثَالِهَاۚ وَمَنْ جَٓاءَ بِالسَّيِّئَةِ فَلَا يُجْزٰٓى اِلَّا مِثْلَهَا وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ
Men câe bil haseneti felehû 'aşru emsâliha ve men câe bis seyyieti felâ yüczâ illâ mislehâ ve hüm lâ yuzlemûn.
Sadakallahü'l-azîm

Diz çökmek âdâb-ı islâmiyyedendir. Hakk'ın da sevdiği bir oturma biçimi olacak ki namazda diz çökmek bize kâide-i uhrâda farz olmuşdur. Ama diz çökmeye kâdir olamayanlar bağdaş kurup böyle dinlemelidir. Diz çökmeyi öğrenmek isteyen ve ona alışmak isteyenlere de tavsiyem olacak şimdi, onun için söylüyorum bunu, hamamdan çıkdığınız vakitde, çarşı hamamına gidip de çıkdığınız vakitde diz üstüne on dakîka kadar oturun, hamamdan çıkar çıkmaz. Böyle yaparsanız diz üstü oturmaya alışırsınız. İlacı budur. Hamamdan çıkdın mı hemen diz üstüne otur, on dakîka kadar. Her sefer böyle. Alışırsınız o vakit diz üstüne oturmaya. Ve illâ biraz güç olur. 

Şimdi, mü'minler! Gecelerin ve gündüzlerin birbirini takîb etmesi, ayların, yılların, mevsimlerin birbirini kovalaması, akıl sâhibleri için büyük bir ibretdir, büyük bir âyetdir. İşte Receb, Şabân, Ramazân derken Bayram'ı da geçirdik, Bayram haftasına vâsıl olduk. Bu neye benziyor biliyor musun? Çocukluk, gençlik, dinçlik derken ihtiyarlık ve ölüm. Nasıl süratle geçdiyse, aylar birbirini kovaladıysa, ömür de böyle geçmekdedir. Ona binâen Peygamberimiz, dikkat buyurun, dâimâ bunu işittik ve işitiyoruz fakat üzerinde durmuyoruz, Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem, accilû bi's-salâti kable'l-fevt ve accilû bi't-tevbeti kable'l-mevt" buyurmuşlardır. Manâsı, "Ölüm gelmeden tövbe ediniz, vakit geçmeden namazı kılınız". Çünkü her ikisi de vakitledir, serîu'l-zevâldir, çabuk gelip geçicidir. Tövbe edeceğim diye bugün, yarın, öbür gün dersin, bir de bakarsın kapıya cansız at gelir. İnsanları yârlarından, mallarından, rütbelerinden ayıran bir zât vardır, ona Azrâil derler, aleyhisselâm, Allah'ın selâmı onun üzerine olsun, ki en sonunda biz onunla karşılaşacağız, en nihâyetinde, o hemen insanın göğsünün üzerine oturuverir. Bir daha ne malını taksîm etmeye, ne tövbe etmeye, ne de ibâdet etmeye vaktin kalır. Öldüğün vakitde tekrardan dünyâya gelmeyi, güzel ameller işlemeyi, Allah'a ibâdet etmeyi, Allah'dan temennî edersin ama iş işden geçmişdir. Ölen bir daha dünyâya gelmez. Herkes yapdığıyla beraber başbaşa kalır, ameliyle. Kabir, amel sandığıdır. Orada amelinle başbaşa kalırsın. 

Şimdi, "accilû bi's-salâti kable'l-fevt". Namaz vakti geldi mi hemen namazını kıl. Çünkü biraz oyalanırsan bakarsın geçiverir vakit, hemen kazâya kalır namaz. Ecel de bunun gibidir, hemen tövbe et. Tövbe etmezsen, bugün, yarın, öbür gün derken bir de bakarsın, işte dediğim gibi kapıya cansız at dayanıverir. Sana büyük bir ibretdi bu. Receb, Şabân, Ramazân, Bayram derken bak bayram haftası. Ömründen kaç tâne böyle bayram haftası geçirdin, bayram geçirdin, Ramazân geçirdin, hiç farkına bile varmadın. Aklı başında olanlar, her günlerini Bayram, her gecelerini Kadir bilirler, Rabbü'l-âlemîn'e muhtâc olduklarını anlarlar, Rablerine ibâdetde ve tâatda ve kullukda dâim ve kâim olurlar, o şerefli rütbeyi kazanırlar. Kulluk rütbesi. 

Enbiyâlar serveri, evliyâlar rehberi olan Muhammed aleyhi's-salâtü ve's-selâm olan Efendimiz, Allah'ın da sevgilisi, habîbi Muhammed sallallahu aleyhi vesellem, en yüksek rütbesi kulluğudur, abdiyyetidir. Onun için Kelime-i Şehâdet'de, "eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammed abduhû ve resûluh", Allah'ın kulu ve ve Allah'ın resûlü. Evvelâ kulluğu gelir Peygamber'in. Öyle bir abdiyyetdir ki o, bütün mahlûkât-ı ilâhiyyenin abdiyyetini terâzinin bir gözüne koysak, öyle tasavvur etsek, terâzinin diğer gözüne de Peygamberimizin abdiyyetini koysak, Peygamberimizin abdiyyeti hepsinden ağır gelir, sallallahu aleyhi vesellem.

Şimdi, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki, rivâyet eden de Hazret-i Ebâ Eyyûbe'l-Ensârî Hazretleri, bir râvîsi o, bir râvîsi Ebû Hureyre.

Ebâ Eyyûbe'l-Ensârî kim? İstanbul'un manevî bekçisi ve İstanbulluların şefâatçisi. Gidiyoruz ya hani, Eyüp Sultan diyoruz, oraya gitmek bir umre sevâbıdır, fukarâ için. Fukarâ için umre sevâbıdır. Fukarâ Cuma namazına geldi mi, Allah ona hac sevâbı verir, fakîre. Cuma namazını kılan fakîr hac sevâbı alır. Hazret-i Hâlid ibn Zeyd'e giderse Allah ona umre sevâbı verir. Erbâb-ı keşif, görenler, böyle görmüşler, Allah'a mukarreb olan evliyâullah. Sakın ona karşı kalbini bozayım filan deme. Bazı dar görüşlü, câhil, yâhud echel, onun kim olduğunu bilmiyor. Resûl-i Ekrem'in dayısının çocuğudur. Ve aynı zamanda Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, Medîne'ye emr-i ilâhî ile hicret buyurunca, Medînlelilerin hepsi evlerinin önüne çıkdılar ve Resûl-i Ekrem'i kendi hânelerine, evlerine davet etdiler. Resûl-i Ekrem buyurdu ki, Allah'dan aldığı emr üzere, "Devem kimin kapısının önünde durursa oraya misâfir olacağım" dedi. Çünkü deveyi yeden Hazret-i Cebrâil'di. Efendimiz görüyordu onu fakat diğerleri görmüyorlardı. Hâlid ibn Zeyd Hazretlerinin evinin önünde deve durdu ve oraya çökdü ve Resûl-i Ekrem Hazret-i Hâlid'in evinde misâfir kaldı, altı ay. O zât-ı muhterem bu. 

Hattâ şöyle rivâyet ederler ki, İstanbul feth olunduğu vakitde Hazret-i Fâtih, mürşid-i azîzi olan Akşemseddîn Hazretlerine, "Burada Peygamberimizin pek yakîni, ensârdan bir zât-ı ekrem medfûn, bunu bulabilir misin şeyhim?" demiş. Hazret-i Akşemseddîn de keşf ile Hazret'in kabrini bulmuşdur. 

Burada bir incelik vardır. İçinizde erbâbını görüyorum onun için söyleyeceğim. Bütün müslümanlar Allah'ın dostudur, velîdirler. Sen de veliyyullahsın ben de veliyyulahım elhamdülillah. Velîler iki kısımdır. Bir veliy-yi âmme vardır, bir veliy-yi hâssa vardır. Bütün mü'minler Allah'ın dostudur, Allah'ın velîsidir, evliyâdır senin anlayacağın. Bir de evliyâ-i hâssa var. Hâs olan evliyâ var, kendilerinden kerâmet zâhir olur. Kim ki müstakîm olur, Allah kerâmet tâcını onun başına giydirir. Müstakîm olmayanda olmaz. "innellezîne kâlû rabbünallâhu sümme's-tekâmû". Bunun da, kerâmâtın da ilk, birinci merhalesi, kabirlere vâkıf olmakdır. Kerâmâta eren bir velî, kabire bakdığı vakitde, hangi kabirde azâb var, hangi kabirde nimet var, onu görür. Hangi kabirde kim yatıyor onu bilir. 

Böyle bir zât gelmişdi buraya, biz de gitdik bulunduk yanında, gördük. Hiç bilmediği hâlde, Anadolu'dan gelmiş, meselâ "Benim dedemin kabri nerede?" diye soruyorsun, götürüyor seni böyle dolaşıyor filan, "Burası dedenin kabri" diyor. Hakîkaten de senin dedenin kabri. Gördüm bunu, şâhid oldum burada. Belki içinizde de bilenler vardır. İsmini söylemeyeceğim. Yakın zamanda. Bundan yirmi, yirmi beş sene evvel.  

Hazret-i Akşemseddîn, İstanbul'un fâtihidir. Manevî fâtihi. "Şeyhim, burada Cenâb-ı Peygamber'e yakîn bir zât-ı ekrem vardır". 

Bazı zevât, şimdi söylemeden geçemeyeceğim, mecbûr oldum söylemeye, vakit de dar ama, sizi fazla oyalamak istemiyorum, Ramazân yorgunusunuz, "Efendim, Yezid'le berâber geldi". Yezid'le bir alakâsı yokdur Hazret-i Hâlid'in. Gazâ ilân olundu, ashâb-ı kirâmdan bir çok kimse İstanbul üzerine geldiler. Hazret-i Hâlid geldiği gibi buraya, Hazret-i İmâm-ı Hüseyin de geldi. Ondan haberin var mı? Yokdur. Hiç kimsenin haberi yok. Ve nerede oturdu biliyor musun? Kağıthâne köyünde oturdu İmâm-ı Hüseyin.  Bu hâdiseden altı ay sonra, Emevîlerin birinci halîfesi, oğlu Yezid'i buraya gönderdi ki şeref alsın diye. Altı ay sonra o geldi buraya, şeref alsın diye. Kabir ziyâretini bize haber veren Hâlid ibn Zeyd Ebâ Eyyûbe'l-Ensârî Hazretleridir. Büyük veliyyullahdır yani kendisi. Bu husûsda konuşmak isteyenler, burası yeri değildir, benimle konuşmak isteyen gelir benimle konuşur. Yani kürsüyü açık bırakıyorum. İsteyenler konuşabilir bu husûsda. Yalnız şunu söyleyeyim, bu kadarcık söylüyorum, Yezid'le filan gelmiş değildir. Bazı ahmaklar Yezid'le geldi diyorlar. Yezid'le filan gelmedi. Yezid çok sonra geldi. Buraya ilk gelen kumandan Mahleb'dir, Emîr Mahleb'dir. Beş sene burayı muhâsara etdi, İstanbul'u. Beş sene. Çünkü Peygamberimiz, "Mutlakâ İstanbul feth olunacak" dedi. Onun üzerine müslümanlar, ekseriya kuvvet buldular mı, gelip İstanbul'u muhâsara etdiler. Fakat Arap milletine nasîb olmadı, Allah Türk milletine bunu nasîb kıldı, Osmanlı'ya. Osmanlı üç defa burayı muhâsara etdi. Birincisi Yıldırım Han, ikincisi Fâtih'in peder-i âlîleri İkinci Murad, Sultan Murad, üçüncüsü Hazret-i Fâtih muhâsara etdi ve zabt etdi İstanbul'u. Bize nasîb oldu.

Buldu Hazret, akşamdan ağaç dikdiler gitdiler. Gece Sultan ata atladı geldi, ağaçları oradan aldı, iki metre ileriye koydu, ağaçları dikdi. Şeyh'i imtihan ediyor. Sabahleyin geldiler, "Allah Allah fesübhânallah! Kabir burada" dedi, "kim götürdü bu ağaçları?" dedi, "bu direkleri kim dikdi buraya?" dedi Şeyh, gene aldı oradan eski yerine getirdi. Kazdılar, kûfî yazıyla "Hâzâ kabri Eyyûb Hâlid ibn Zeyd Ebâ Eyyûbe'l-Ensârî" yazılı içerisinde, kûfî yazıyla, Arap yazısıyla. Açdılar, olduğu gibi duruyor. Hazret-i Akşemseddîn indi, Hazret'in ayaklarını öpdü, kabrin üzerine çıkdı. Hazret-i Fâtih indi aşağı, Hazret-i Fâtih inince ayaklarını topladı Hazret. Fâtih Hazretleri bu inceliği kavrayamadı herhalde, öyle olacak ki, çok üzüldü. Şeyhine döndü, "Niye bana öptürmüyor?" dedi. "Yok pâdişahım, onlar geldiler İstanbul'u feth edemediler, siz feth etdiniz, ona edeben vermiyor ayaklarını öptürmüyor size" dedi. 

Bak, Allahu Teâlâ Ümmet-i Muhammed'e bir şey ihsân etmiş, okuduğum âyet-i kerîmeye göre.  Bir haseneye Allah on sevâb veriyor. Bir sevâb yapdın mı on sevâb alırsın. Bir kurban kesen on kurban kesmiş gibi. Misâl. Bir vakit namaz kılan on vakit namaz kılmış gibi. Hattâ beş vakit namaz kılan bir müslüman, elli vakit namaz kılmış sevâbını alır. Allah böyle vaadetmişdir Ümmet-i Muhammed'e. Kur`ân da bunu nâtık, söylüyor, okuduğum âyet-i kerîmede. Beş vakit namaz kılıyor musun, elli vakit kılıyorsun günde namaz. Allah öyle kaydetdiriyor. Ve yapdığın hayrın hemen akibinde, melek hemen yazar, hiç fevt etmez, geriye bırakmaz. Günah işlersek, geriye bırakır. "كِرَامًا كَاتِب۪ينَۙ * يَعْلَمُونَ مَا تَفْعَلُونَ kirâmen kâtibîne ya'lemûne mâ tef'âlûn", iki melek vardır, birisi sağ omuzumuzda, biri sol omuzumuzda. Sen görmesen de onlar seni görürler. Seninle beraberdirler. Dört melek vardır. Birisi hafaza meleğidir, şurada bulunur, yeri, makâmı. Biri salavât meleğidir, ensemizde bulunur. İkisi de "kirâmen kâtibîn"dir. Ölünceye kadar bizimle beraberdir. Öldüğümüz vakitde, eğer iyi insanlarsak, hep bize duâ ederler, bizim için istiğfâr ederler, duâ ederler. "Allah senden râzı olsun ki senin gibi bir insana Allah bizi yoldaş etdi" derler. Kötülük yaparsak onlara hep şâhid olurlar ve üzülürler ve bedduâ ederler. Mü'min öldüğü vakitde o melekler derler ki, "Yâ Rabbi, müekkil olduğumuz mü'min öldü, biz ne yapacağız?" derler. Allahu Teâlâ emreder ki, "O mü'minin kabri üzerinde durunuz, kıyâmet gününe kadar onun için istiğfâr ediniz". 

Şimdi, "kirâmen kâtibîn", birisi sağ omuzdadır. Bu, hayır hasenâtı yazar. Yapdığın güzel şeyleri yazar yani. Hayır hasenât, güzel şeyler, Allah'ın dediklerini yapmak. Soldaki de günahları yazar ama hayır hasenat hemen yazılır, bire on yazılır, soldaki melek, günahı bire bir yazar ama hemen yazmaz, yirmi dört saat tehîr eder. Belki tövbe eder diye, rücû eder, tövbe eder. Tövbe ederse yazmaz hiç. 

Hattâ Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem diyor ki, şunu da söylemeden geçmeyelim değil mi, bir mü'min günah işlediği vakitde, kalbinin üzerine bir kara peydâ olur, bir damla kara düşer kalbinin üzerine, öyle söylüyor Peygamberimiz.  O zât tövbe ederse o kara silinir, kalb tâhir olur. Tövbe etmezse o kara yayılır, kalbi karartır. Zamanla Allah ile o kul arasında perde olur o günah.

Şimdi, Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemden Hâlid ibn Zeyd Hazretleri ve Ebâ Hureyre rivâyet ediyorlar, diyorlar ki, bir adam otuz gün oruç tutsa Ramazân'da, bir ay, otuz gün, onla çarp, ne yapar? Üç yüz. Ne kalır, sene kaç gündür? Üç yüz altmış beş gündür. Beş gün bayram. Ne kaldı? Üç yüz altmış. Üç yüzü Ramazân'la ikmâl olundu, altmış gün kalıyor. Altı gün de Ramazân'dan sonra, Şevval Ayı ki bu ay, Ramazân'dan sonraki aya Şevval derler, altı gün oruç tutarsa, altıyı onla çarp, altmış yapar. Üç yüz altmış. Beş de bayram. Üç yüz altmış beş. Kim ki bu altı gün orucunu Ramazân orucuna ekler, senenin üç yüz altmış günü oruçla geçirmiş gibi olur, "ke sıyâmu'd-dehr", bütün sene oruç tutmuş gibi olur. Allah bunu Ümmet-i Muhammed'e bağışlamışdır. Bir misâlini verelim ve dersimize nihâyet verelim. Söz çok. Bak bire nasıl Allah on veriyor. 

Günlerde bir gün Cenâb-ı Fâtımetü'z-Zehrâ...

Kim Fâtımetü'z-Zehrâ? Radıyallahu anhâ vâlidemiz, Efendimizin sevgili kızı, Hazret-i Hüseyn'in annesi, mübârek anneleri İmâm-ı Hüseyn'in ve İmâm-ı Hasen'in. Hazret-i Ali'nin hanımı. 

Sultan, Fâtıme Sultan, hasta olmuş. Cenâb-ı Ali kerremallahu vecheh yanına geldi, rengi soluk Cenâb-ı Fâtıme'nin . Sordu kendisine. "Hastayım Yâ Ali" dedi, "canım nar istiyor" dedi. Nar. İmâm-ı Ali'nin yanında para yok bir nar alacak. Züğürt değil hâ! Sakın hâ yanlış anlama. Sormuşlar kendisine, İmâm-ı Ali'ye, "Zekât kaçda kaç" demişler, "Size kırkda birini vermek, bize hepsini vermek" demiş. Onlar hepsini dağıtıyorlar, veriyorlar. Onun için yok yanında. Çünkü onlara Mekke'nin dağları taşları altun olacakdı, Resûl-i Ekrem kabûl etmedi, sallallahu aleyhi vesellem. "Yâ Rabbi bir gün doyayım sana şükredeyim, bir gün senin nimetini anayım, aç bırak beni" dedi. İnsan dâimâ tok kalırsa, nimetlerin kadr u kıymetini bilemez. Onun için bazen Ümmet-i Muhammed'in yolu biraz bozuk olur. Bazen Allah nimetini vermez, o nimeti aratır Ümmet-i Muhammed'e. Sevdiklerine yapar bu işi. Neyse, fazla konuşmayalım, ağzımız büyük olur. 

Cenâb-ı Ali gitdi, uzatmayalım, bir nar aldı geliyordu, yolda bir hasta gördü. Oturmuş, yüzü sararmış onun da, "Yâ Ali elindeki narı bana ver "dedi, "hastayım canım nar istiyor" dedi. Cenâb-ı Hayder-i Kerrâr, dedi, "Fâtıme, peygamber kızıdır, o sabreder" dedi, "biz ümmete bakalım, ümmete verelim" dedi ve o garîbe narı uzatdı. O garîb narı yedi. Hazret-i Ali geldi Hazret-i Fâtıme'nin huzûruna, Hazret-i Fâtıme şifâ bulmuşdu.  

Dikkat et konuşacağım söze, buradan girip buradan çıkmasın. Bazı hastalıklar vardır, etibbâ ona çâre bulamaz. Doktorlar yani etibbâ dediğim. O vakit sadakayla hastalığı tedâvi et. Onun için Cenâb-ı Peygamber buyurmuş ki, "Devvû merdâküm bi's-sadaka, hastalaraınızı sadakayla tedâvî ediniz" demiş Peygamberimiz. Bazı hastalıklar var, ilaçla tedâvi olmaz, sadakayla tedâvi olur. Sen burada fukarâyı doyurursun, Allah senin sıhhatini verir, bahşeder. Unutma bunu! Ben doktoru inkâr etmiyorum, ilacı da inkâr etmiyorum. Sözümü yanlış anlama hâ! Hem doktora bakdır, hem ilaç kullandır hem de sadaka ver fukarâya. 

"Geçmiş olsun nasıl oldun?". "İyileşdim Yâ Ali" dedi, "sen fukarâya narı verdin, Allah şifâsını bana verdi" dedi Hazret-i Fâtıme. Görüyormuş demek ki. İmâm-ı Ali memnûn oldu hâdiseye, kapı çalındı. Selmân-ı Fârisî Hazretleri, elind ebir tepsi, üzeri örtülü. Dedi, "Yâ Ali, Allahu Teâlâ selâm söylemiş, Cibrîl-i Emîn vâsıtasıyla Hazret-i Resûl-i Ekrem'e cennetden bunları göndermiş, Resûl-i Ekrem de benim vâsıtamla bunları size gönderdi, buyrun" dedi. Bir de açdı Cenâb-ı Ali tepsiyi, içerisinde dokuz tâne nar var. Ama dünyâ narı değil, cennet narı. Hazret-i İmâm güldü, "Yâ Selmân, nar dokuz olmaz, on olması lâzım bunun, en aşağı. Nerede bunun bir tânesi" deyince, Hazret-i Selmân gülerek, yeninden narı çıkardı, dedi ki, "Yâ İmâm, talebenin hocayı, mürîdin şeyhi imtihanı doğru olmaz ama ilminizi, irfânınızı halka bildirmek için bunu yapdım" dedi. "Buyurun" dedi ve ortaya koydu narı. Bire on aldıklarını bu şekilde gösterdiler. 

Onun için en aşağı bire on alacaksın. Otuz gün oruç tutdun, üç yüz etdi. Altı gün de bundan tutarsan, onla çarparsan altmış yapar, üç yüz altmış. Beş de bayram, dört gün Kurban, bir gün Ramazan, beş. Üç yüz altmış beş. "ke sıyâmu'd-dehr", bütün seneyi oruçla geçirmiş gibi olursun. 

Bilmiyorum biraz fazla konuşayım mı size? Size de Allahu Teâlâ cennet bahçelerinden başka şeyler gönderebilir. Manevî narlar gönderir. Milyonlara mâlik olursun, ağzının tadı olmaz. Evin barkın olur, âilen olur, çocukların olur, ağzının tadı olmaz. Ağız tadı başka şeydir. Allah huzûr verir, huzûr gönderir sana. Hakk'ın emrine boyun koy, o vakit felâha ve necâta ereceksin.
 

Efendi Hazretleri, bu hutbeyi, Cuma namazlarını kıldırdığı Kapalıçarşı'daki Câmili Han Mescidinde 6 Temmuz 1984 (7 Şevval 1404) tarihinde îrâd buyurmuşlardır. Efendi Hazretlerinin yayınlanmış bütün hutbelerine şu sayfadan erişebilirsiniz.
Listeye geri dön