Allah Katında Makbûl Olan Îmân - Hutbe

3 Ocak 2025 tarihinde yayınlanmıştır.

İhlas

 

HUTBE

Kâlallahu Teâla fî Kitâbihi'l-Azîz.
Eûzübillahimineşşeytânirracîm.
Bismillahirrahmânirrahîm.
قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
Kul in küntüm tuhibbunallahe fettebi'ûnî yuhbibkümullahu ve yağfirleküm zünûbeküm vallahu gafûru'r-rahîm.
Sadakallahü'l-Azîm.

Âlem-i ervahda, ruhlar âleminde Allahu Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri, bizim rûhlarımıza hitâb edip, “اَلَسْتُ بِرَبِّكُمْۜ elestü bi rabbiküm, ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sordu. Ki zâten bize de sorulduğu vakitde, “Ne vakitden beri müslümansın?” diye, bir mü’min bu söze karşı, “Kâlû belâdan beri müslümanım” demesi lâzım. Yani rûhlar âleminde Allah hitâb etdi bizlere, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye, “Belâ, evet Yâ Rabbi, Rabbimizsin” diye kabûl etdik, o vakitden beri müslümanım. Böyle konuşulacak. Yani bir müslümana sorulduğu vakitde, “Ne vakitden beri müslümansın?”. “Kâlû belâdan beri”. Kâlû belâ ne demekdir? Rûhlar âleminde Allahu Zü’l-Celâl ve Tekaddes Hazretleri bizim rûhlarımızı halk eyleyip, bize hitâb etdi, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”, bütün rûhlar cevâben, “Belâ” dediler, “Evet Yâ Rabbi, Rabbimizsin, sen bizi yokdan vâr etdin” dediler, o vakitden beri müslümanım. Müslümanlığımız kadîm yani. Allah’ın bu suâline karşı “belâ” diyerek ahd u peymân edenlerden sözlerinde duranlar, dünyâ âleminde îmân ile müşerref oldular. Peygamberlere ittibâ etmeyenler, peygamberlere tâbi olmayanlar, peygamberlere îmân etmeyenler, Kitâbullah’ı kabûl etmeyenler, onlar da bu ahde ihânet etdiler. Bu ahde vefâkâr olan kişiler, onlar dünyâda mü’min oldular.

Fakat bu îmânlarının Allah indinde kabûlü ne şekilde olacak? Peygamberler niçin ba’s olunmuş? Peygamberler bizi irşâd etmişler ve Allah’a vermiş olduğumuz bu sözü bize hatırlatmışlardır. “Sizler âlem-i ervahda Allah’a vermiş olduğunuz sözü yerine getiriniz, îmân ediniz, Rabbinizin vahdâniyyetini, rubûbiyyetini kabûl ediniz” buyurdular.

Şimdi, “Allah’a îmân etdim” diyenler de, Hakk’ın varlığını kabûl ediyorlar, “Allah yok” diyenler de bu kelimeyle gene Hakk’ın varlığını kabûl ederler. Ama farkında değildirler. Olmayan bir şeye yok denilmez. Dikkat buyurun! Olan bir şey yok olur. Olmayan bir şeye yok denilmez. “Allah yok” diyen münkirler, bunlar, yok demekle Cenâb-ı Hakk’ın vahdâniyyetini, Vâcibü’l-Vücûd olan Rabbimizin varlığını ifâde ederler. Fakat kendileri inanmazlar. Bir takım bilemedikleri çıkmazlara düşerler ve bunun kendi kuvvetlerinden bir kuvvet tarafından başlarına geldiğini gördükleri hâlde, tesâdüfî hâdise derler, küfürlerinde inad ederler.

Şimdi, Hakk’a makbûl ve mergûb olan îmân hangi îmândır? Dînsizin dînsizliğe îmânı, mecûsînin de ateşe îmânı, yahudinin de bir îmânı, nasarânın da bir îmânı vardır. Mü’minin îmânı nedir ve nasıl olacakdır? Ve Allah hangi îmânı kabûl eder?

Efendiler! Hazret-i Âdem aleyhisselâma nâzil olan suhuf ile, Kur`ân-ı Mübîn arasında, inanmaya dâir gelen umdelerin bir tânesi bile farklı değildir. Ne eksiği vardır ne fazlası. Hazret-i Âdem’e ne nâzil olduysa, îmân bakımından, Hazret-i Mahbûb-ı Kibriyâ’ya da aynı şeyler bildirilmiş ve kullara teblîğ edilmişdir.

“Âmentü billah, ben Allah’a inanadım” diyoruz. Ama bu inandım demek de kâfî değildir. Mutlakâ Cenâb-ı Hakk’ın âsârını görüp Hakk Teâlâ’ya oradan gitmek. Veyâhud evvelâ Allahu Sübhânehû ve Teâlâ Hazretlerini bilip sonra âsârını görmek. Birisi bir şeyi gördüğün vakitde, o şeyi yapan bir kuvvetin olduğuna muhakkak inanırsın. Çünkü dünyâda hiçbir şey kendi kendine olmaz. Bu câmi yapılmış, bu câmiyi yapanı görmedik diye, câmi kendi kendine olmuş denemez. Mâdem ki câmi yapıldı, câmiyi yapan bir kuvvet var. Bizim görmememizle o şeyin olmaması lâzım gelmez. Allah vardır, Allah kâinâtı halk eylemişdir.

İslâm dîni, bir mü’minin kâfir ile ilmen mücâdele edecek kadar ilim sâhibi olmasını istiyor mü’minlerin. Bir mü’minle bir münkir karşı karşıya geldi mi, o münkiri mü’min iknâ etmelidir. Allah’ın varlığını, birliğini, kâfire isbât etdirecek kadar dîni bilmesi lâzım gelir. “Sen niçin müslümansın?” dediklerinde, “Efendim, babam müslümandı, ondan” demeyecek. “Annem müslümandı benim, ondan” demeyecek. Kıldığı namazın ne olduğunu bilecek. Tuttuğu orucun ne olduğunu bilecek. Öğrenecek bunları. Ve bunları bilmek de böyle büyük ilimler değil. Bunlar basit, ilmihal derler buna ki, her mü’minin öğrenmesi lâzım gelen meselelerdir. Onun için bakıyorsun bir kâfir geliyor, çürük çürük delilleriyle müslümanım diyen bir mü’mini mağlûb ediyor. Buna imkân yok hiç. Mü’min mağlûb olmaz. Katiyyen ve kâtıbeten. Çünkü senin elinde Allah’ın ilminin anahtarı olan Kitâbullah vardır, Kur`ân vardır. İlmullahın, hazîne-i ilm-i ilâhînin, Allah’ın ilim hazînelerinin anahtarıdır o. Bunun başı da, “Lâilâheillallah Muhammedü’r-Resûlullah”dır.

Kâfirle ilmen mücâdele esnâsında, sert muâmele yapılmayacak. Şartın bir tânesi bu. Yâhud münkirle mücâdele etdiğimiz vakitde, sert muâmele yapmayacağız. Yâhud dîn kardeşimizi hak yola getirmek için ona nasîhat ederken sert muâmele yapmayacağız, acı söz söylemeyeceğiz. Zîrâ Hakk’a makbûl olan îmân sâhiblerinden böyle kötü sözler zuhûra gelmez. İftirâ, yalan, tezvir, münâfıkların sıfatlarıdır, kâfirlerin sıfatlarıdır. Acı söylemek, kalb kırmak, gönül yıkmak, münâfıkların, kâfirlerin, zâlimlerin sıfatlarıdır. Mü’mine lâyık olan, mü’min insandır, mü’min insanca muâmele etmesi lâzım geldiğinden dolayı, Allahu Sübhânehû ve Teâlâ, Habîb-i Edîb’i vâsıtasıyla bizlere indirdiği Kitâb-ı Kerîminde, “اُدْعُ اِلٰى سَب۪يلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّت۪ي هِيَ اَحْسَنُۜ üd’u ilâ sebîli rabbike bi’l-hikmeti ve’l-mev’ızet’il-hâseneti ve câdilhüm billeti hiye ahsen” buyuruyor. Yani diyor ki, “Benim dînime güzel sözlerle, ilimle, muhâtabınızı iknâ etmek sûretiyle, hikmetlerini ortaya yayarak onları hak yola davet edin”.

Haaa, harb meydanında güzellik kalmamışdır, orada sert mücâdele vardır ki ona da Allah emir veriyor, yerinde kullanacaksın. “يَٓا اَيُّهَا النَّبِيُّ جَاهِدِ الْكُفَّارَ وَالْمُنَافِق۪ينَ وَاغْلُظْ عَلَيْهِمْۜ وَمَأْوٰيهُمْ جَهَنَّمُۜ
Yâ eyyühennebiyyü câhidi’l-küffâra ve’l-münâfıkîne vağluz aleyhim ve me’vâhüm cehennem”. “Ey mü’minler! Beni tasdîk edenler, bana gönül verenler! Siz düşman üzerine satvetle saldırın, gayz ile saldırın, münâfıklara böyle yapın, onların me’vâsı, gidecekleri yer cehennemdir”. Yani ne demek oluyor bu? “Mutlakâ onları kahredin, onları ademe gönderin, sizinle beraberim” diyor. Allah mü’minlerle beraber.

Şimdi, Hakk’a makbûl olan îmân, bu okumuş olduğum âyet-i kerîmeyle sâbit, Cenâb-ı Hakk Habîb-i Edîbine bildirmiş. Yani Cenâb-ı Peygamber’e, bizim peygamberimize, Muhammed Mustafâ’ya aleyhi’s-salâtü ve’s-selâma ki o yalnız bizim peygamberimiz değil, cinnilerin de peygamberi, ”Efendim, cinler var mı?”, var, meleklerin de peygamberi, bütün mahlûkâtın peygamberi, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem. Ama nasârâ, yani hıristiyanlar olsun, yahudiler olsun, bunlar menfaatperest insanlar vâsıtasıyla kendi kitâblarını tahrîf ederek, Habîb-i Hudâ Şefî’-i Rûz-i Cezâ Efendimizin sıfatını ketm etmişler. Sorunuz bir yahudiye, hâlâ gelecek diye bekliyorlar, peygamber bekliyorlar. Bir hıristiyana sorunuz, o da öyle söylüyor, “Gelecek” diyor, “daha gelecek”. Halbuki gelmiş, geçmiş, haberleri yok. Zîrâ Resûlullah’ın zuhûrunda Fahr-ı Risâlet sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz Hazretlerinin sıfatlarını hahamlar ve papazlar kitablarından çıkardılar, ketm eylediler. Hattâ bir mesele var, Fahr-ı Risâlet sallallahu aleyhi vesellem, Necran papazlarına haber saldı ve dedi ki, “Ben Allah resûlüyüm, eğer siz benim resûllüğümü inkâr ediyorsanız, çoluğunuzu ve çocuğunuzu getiriniz, ben de çoluğumu çocuğumu getireceğim, Allah yalancıyı kahredecek, Allah’ın laneti onun üzerine olacak” dedi. Cenâb-ı İmâm-ı Ali ve Cenâb-ı Fâtımetü’z-Zehrâ ve Haseneyn’i aldı Efendimiz, onlara da “Haydi gelin” dedi Efendimiz, “mâdem beni tekzîb ediyorsunuz, benim peygamber olduğumu bildiğiniz hâlde, halkdan ketm ediyorsunuz. Eğer ben yalancıysam, Allah’ın laneti benim üzerime olsun. Hangimiz yalan söylüyorsak, Allah’ın laneti onun üzerine olsun”. Papazlar korkdular, kaçdılar. Bile bile güneşe perde tutmaya kalkdılar. Bile bile yüzlerini nûrdan karanlığa çevirdiler.

Sonra biz müslümanlar niye bu hâle geldik? Îmânımız sarsıldı bizim. Îmânımızın nûrunu kaybetdik, şimdi böyle sefîl ve rezîl hâle geldik. İş o hâle geldi ki, Allah bizi öyle terbiye etdi ki, zâlimlerle terbiye etdi biz ıslâh olmadık, bu sefere kendi zürriyetimizden gelen çocuklarımızla bizi terbiye ediyor. Çocuklarımız bizi terbiye etmekde, evlerde, hânelerde, karılarımız bizi terbiye ediyorlar.

Şimdi dinle bak, Allah indinde makbûl olan îmân hangi îmân? Allah diyor ki, “Habîbim Ahmed Resûlüm Yâ Muhammed, benim kullarıma söyle, haber ver, eğer onlar beni seviyorlarsa, benim varlığımı, birliğimi kabûl edip, bana gönül verdilerse, benden korkuyorlarsa, benim azamet ve celâlimi kabûl etdilerse…”.

Malûm ya, Allah diyoruz biz, o Allah Celle Celâluhû’nun ismi lisânımızdan çıkıyor, Hakk’ın kuvvet ve kudretinden gâfiliz. Allah öyle kuvvet ve kudrete mâlik ki dilediği kulunu bir ânda ifnâ eder, imhâ eder. Yüz bin türlü derd verir Allah, derd verdiği gibi dermânı da erişdirir. Kürre-i ard bizi taşıdığı gibi, bizi yutup içine alabilir. Semâvât üzerimizde durduğu gibi, üstümüze çökebilir. Semâdan başımıza taş yağabilir. Yağmur yerine ateş dökülebilir. Allah bunların hepsini yapmağa kâdir ve kayyûmdur. Fakat biz öyle gafletdeyiz ki, Allah diyoruz, o ânde gene Allah’ın emirlerini, onun kânûnlarını ayak altı ediyoruz. Neden? Gafletimizden dolayı. Fakat Cenâb-ı Hakk Habîb-i Edîbi Muhammed aleyhi’s-salâtü ve’s-selâmın ümmetinden olduğumuzdan dolayı, O’na olan muhabbet ve şefkatinden bizlere çocuk müsâmahası yapıyor. Meselâ ne gibi? Reisicumhurun kucağına bir çocuk verseler, o çocuk onun reisicumhur olduğunu bilmez, işeyiverir üzerine. Onun ne kadar kuvvete mâlik olduğunun farkında değildir. Biz süt içen çocuklar gibiyiz, Hakk’ın kudreti yanında yani Cenâb-ı Hakk’ın ne gibi celâle, ne gibi heybete, ne gibi kudrete ve kuvvete mâlik olduğunu bilemiyoruz. Lisânen söylüyoruz fakat efâlimiz bunu tekzib etmekde. Îmânı kemâle getiren kişiler, Hakk’ın kudretini düşünüp dâimâ Hakk korkusu, Allah’dan korkarak Allah’ın nehiylerinden kaçınırlar, Hakk’ın emirlerini seve seve yaparlar.

Bazı kimseler var, bunu dâimâ söylerim ben, biraz tasavvuf okuyor meselâ, sôfiyye mesleğine sülûk ediyor, Yûnus Emre Hazretlerinin beyitlerini okuyor, kendisini Yûnus Emre zannediyor. Başlıyor Yûnus Emre’nin nutuklarını okumaya, bakıyorsun Yûnus Emre olmuş kendisi, “Bana cennet gerek değil, seni gerek seni. Hûri gılmân istemem, cenneti istemem, ille seni isterim” filan diyor. Sen kaldıramazsın bunu. Niye? Zîrâ, “Seni isterim seni, cennet, hûri, gılman istemem” diyene, “Bir gecekondu var, sana verelim” dense, herif dînini gecekondu için satacak. Bırak bu hâlleri sakın hâ! Sözünün eri ol. Haddini bil Hakk’a kurbiyyetini öyle yap.

Uyuma! Ben de uyumadım. İki saat uykum var bu gece. Namazdan sonra o da, elhamdülillah. Ne uyuyorsun? Uyuyacağız sonra, çok uyuyacağız. Hevesli, meraklı, uzak yerlerden gelip, beni dinleyip, benden istifâde etmek istediğinizi zannederek konuşuyorum böyle. Yoksa ben sizi fazla tutmam, kısa keserim hutbeyi. Üç defa elhamdülillah desem kâfî gelir. Mâdem câmiye geliyorsun, bir şey öğren. Bak kaç yaşına vardın. Bazılarımızın saçına ak karışmış, hâlâ daha ne yapdığımızı bilmiyoruz. Câmiye geldin, oturdun, gitdin. Bir şey almadan gitme câmiden. Ya dünyânı öğren ya âhiretini. Âhiretini öğrenemezsen hiç olmazsa dünyânı öğren. Ne dünyâya ne âhirete yarayan şeylerde olma. Uyuma, lüzum yok, biraz kendine sâhib ol. Yarın düşman karşımıza dikilebilir, mukâbele edeceksin düşmana karşı. Uyuduğun vakitde düşman gelir senin mukaddesâtını perîşân eder. 

“Efendim, sizin câmi çok kalabalık, terliyoruz”. Tabii terleyeceksin. Mahşer gününde terler kiminin diz kapağına kadar, kiminin göbeğine kadar, kiminin göğsüne kadar, kiminin başına kadar gelir. Mahşeri ne zannediyorsun sen? Cennete girmek için sırâtdan geçeceksin. Âileni alacaksın ama kaynanan başına belâ olacak. Gülü koparacaksın ama diken eline batacak. Meşakkatsiz bir şey olmaz. Zü’l-celâli ve’l-ikrâmdır, evvelâ celâl, sonra ikrâmdır. Tahsîl-i ulûm edersin, edersin, dirseklerin çürür, sonra nimete nâil olursun. Çıraklık yaparsın, hammallık yaparsın yaparsın, sonra nimete nâil olursun. Hemen insana lap diye nimet gelmez. Ama Allah dilerse kuluna çalışmadan da nimetini verir, ayrı davâ, ona sözümüz yok. Âdetullah böyledir, sabredeceksin biraz. Tamam gece uyumadın, yorgunluğun var, kabûl ediyorum ama gâlib olacaksın nefsine.

Oruç niye tutuyorsun? Nefsi mahkûm etmek için. Nefse gâlib olmak için oruç tutuyoruz. Oruç tutan adam fenâlık yapmaz. Çünkü nefsine hâkim oluyor bir defa evveliemirde. Dünyânın en güzel kadınını verseler, “Bu benim kardeşimdir” der yan gözle bile bakmaz. “Efendim, oruçlu bakmış”. Oruç tutmuyor o daha, oruç tutmanın antrenmanını yapıyor. Oruç tutan adam, nefsine hâkim demekdir. Nefsine hâkim olan kişi insandır. Yoksa sûreta insan çok, hakîkatde hayvandır. Herkesin bir ameli vardır. Kimi yılan, kimi domuz, kimi maymun, kimi köpek ama hepsi sûretâ insan. İnsan olan nefsine hâkim olandır.

Parayı sayıp verdi değil mi devlet sana, düşünüyorsun bunun içerisinde, saçı bitmedik yetîmin hakkı, belleri bükülmüş, saçları ağarmış, garîb ve mazlûmların hakkı vardır. Bunu sen yiyebilirsin. Kul görmez, kânûn seni muâheze etmez ama, seni bir gören vardır. O basîr, semî’ olan Allah’dır. O, görür. O’nu bildiğin vakitde mesele kalmaz. Ama Allah deyip Allah’dan gâfil olanlar bunun farkına varmazlar. Çünkü onların îmânları kalbe girmemişdir daha henüz. Hakk’ın onlara daha yakın olduğunu bilmezler. Dilinde Allah var ama kalbinde yok. O da münâfık alâmetidir hâ! İnsanın içi dışı bir olmalı. Kalb ile tasdîk, lisân ile ikrârdır îmân. Kalbinle inanmıyor, lisânıyla söylüyor, münâfıkdır bu. Münâfıkız. Alâmetleri de meydanda.

Münâfıkların alâmetlerini söyleyeyim size, aldanmayınız. Yalan söyleyen kimse münâfıkdır, kendisine nifak alâmeti vardır. İnsanlar kapalı kutu ama Allah bildirmiş. İnsanlar kapalı kutudur ama yapdıklarıyla mü'min mi münâfık mı bilebilirsin. Münâfık yalan söyler. Vaad eder, vaadinden döner. Münâfığın sıfatı üçdür. Söz söylediği vakitde, yalan söyler. Vaadinden döner, vaad eder, vaadini yerine getirmez. Üç, emânete ihânet eder. Hadîsde bunlardır. Diğer bir hadîs-i şerîfde gene, birine kızdığı vakitde sebbeder, küfreder, sin-kef ile böyle, ağıza yüze. Allah muhâfaza buyursun. Sakın hâ, lisânınızdan böyle küfürler çıkmasın. Bir kimse bir kimsenin ağzına yüzüne sebbetse, küfretse böyle, anlıyorsun ne demek istediğimi, îmândan çıkar, nikâhı düşer. Yüz, surat mukaddesdir. Mü'minin suratına vurulmaz. Hayvanın suratına vurulmaz. İnsanın suratına vurulmaz. Şimdi zamânımızda evvelâ insanın burnuna vuruyorlar. Bir fiske vurursan, yumruk yersin. Kabadayılık, kahramanlık, onlar harb meydanında. Dîn kardeşine karşı, kahramanlık olmaz, kabadayılık olmaz. Onlar korkak insanlardır. İnsanlıkdan bî-haberdir onlar. Mazlûmlara zulmeden zâlimler. Onları götür harb meydanına, düşmandan yüz çevirir onlar. Onların makarrı, me'vâsı cehennemdir. Mü'minler birbirlerine karşı merhametli olurlar, birbirlerini severler. 

Görüyorsun ya nifak bu. Mü’min kuvvetlerini dağıtan kuvvetler münâfık kuvvetleridir. Onlar gelir senin yanına, “Biz sizdeniz derler”, sonra giderler düşmanların yanına, “Biz sizdeniz derler”, toplulukları dağıtırlar böyle.

Mü’minler dinleyiniz ve duyunuz, îmânın kemâlini size haber vereyim. Birbirimizi sevmedikçe mü’min olamayız. Ben söylemiyorum hâ, benim sözüm değil. Yerin göğün sâhibi Hazret-i Allah’ın habîbi mahbûbu Hazret-i Muhammed söylüyor, sallallahu aleyhi vesellem. “Birbirinizi sevmedikçe îmân etmiş olmazsınız”. Mü’minler birbirlerini severler, sayarlar. Peki alâmeti nedir bu sevginin? Meselâ sen beni seviyorsan, ”Yapacağım işle Efendi’yi kırar mıyım” diye düşünürsün, ona göre hareket edersin. Allah’ı sevenler de böyledir. “Ben bugün namazı terk edeceğim, Allah’ın menhiyyatına el uzatacağım” diyorsak, demek ki Hakk’ı sevmiyoruz. Allah’ı sevsek, O’nun resûlüne gönül versek, sevdiğimiz kırılacak diye yapmayız. Hattâ aşk-ı mecâzî ile bir erkek bir kızı sevse, eğer hakkıyla seviyorsa, sevdiği kızın sevmediği, istemediği işi yapmaz. Kadın da öyle, erkeğini seviyorsa, onun istemediğini yapmaz. Hakkıyla seviyorsa ama. İkinci bir şey daha. Eğer senin karın seni seviyorsa, senin hısım akrabâna muhabbet ve hürmet göstermesi şerâitdendir. “Ben seni seviyorum, akrabânı sevmiyorum” diyorsa bil ki senin dostun değildir, senin malının dostudur. Kadın da böyle, eğer karını seviyorsan, onun bütün hısım ve akrabâsına hürmet, riâyet ve muhabbet şartdır. Velev ki düşmanın dahi olsa mâdem ki onların akrabâsı senin taht-ı nikâhındadır, onlara riâyet etmen şartdır. Hiç olmazsa aleyhlerinde konuşmazsın. 

Onun için Peygamber-i Zî-şân Efendimizin amcası olan Ebû Leheb Peygamber’e îmân etmeyip, isyân etdiği ve küfür üzere öldüğü hâlde Cenâb-ı Hakk Habîb-i Edîbine bir sûre inzâl etmiş, Tebbet Sûresi, orada Ebî Leheb’i o kadar güzel kötülüyor ki Cenâb-ı Hakk, Resûlullah kırılmıyor ondan. Onu öğretiyor bize. “tebbet yedâ ebî lehebin ve tebbe”, Ebî Leheb, Habîbim Muhammedime kolu kurusun dedi, kendi kolu kurudu. “mâ ağnâ anhü mâluhû vemâ keseb”, Ebî Leheb’in başına gelen bu belâya Ebî Leheb mâni olamadı, ne kasası, ne kesesi, ne rütbesi. “seyaslâ nâran zâte lehebin”, yakın bir zamanda nâra atılır, cehenneme atılacakdır, “hammâlete’l-hatab”, omuzunda taşıdığı odunuyla beraber, kendi yanacağı odunuyla beraber, ameliyle beraber yani. Herkes cehenneme ateşini buradan götürür hâ! Cehennemde ateş arama. Burada ne kadar günah yaparsan o kadar odununu sırtına yüklenir öyle götürürsün. “fî cîdihâ hablün mim mesed”, boynuna bükülmüş burma ip, manâsı şu. Resûlullah Mescid’e giderken bu Ebû Leheb ve âilesi Resûlullah’ın yoluna diken dökerlerdi ki Fahr-ı Risâlet’in ayağına batsın da incinsin diye. Allah onu suç âletiyle beraber cehenneme koyacakdır. 

Peygamberini iyi tanıman lâzım. Onun için müslümanlara lâyık olan şey, çok edebli olacaklar, terbiyeli, edebli olacaklar. 

“Birbirinizi sevmedikçe îmân etmiş olmazsınız” diyor Peygamber. Seveceksin birbirini. Bu vatanda yaşayan, her mü’min diğer mü’mini sevecek, hakkına riâyet edecek, ona hürmet edecek. Yalnız mü’minlerin hakkına mı riâyet? Hayır, mü’minleri sevecek, gayr-ı müslimlerin de hakkına riâyet edecek, onları incitmeyecek. “Efendim, lâ-dînî”. Yani dînsiz. Senin dînine tecâvüzü var mı? Yoksa mesele kalmadı, kendi küfrüyle gider. Eğer tecâvüz ederse, güzel sözlerle kendini müdâfaa edeceksin. Nefsini değil, dînini. Ortada nefs yok. Bilmiyor musun İmâm-ı Alî  kerremallahu vecheh Esedullahi’l-Gâlib Alî ibn Ebî Tâlib Efendimiz Hazretleri, Hendek muharebesinde düşmanı kesmek için yatırdı tam kılıcı gerdanınako  yduğu vakitde kâfir Hazret-i Ali’nin yüzüne tükürdü. Tükürünce İmâm-ı Ali kalkdı ayağa, “Haydi kalk ayağa” dedi “affetdim seni”. Şaşırdı adam. Boynuna kılıç gelmiş, tam ölecek, İmâm-ı Ali’nin yüzüne tükürüyor, İmâm-ı Ali affediyor. Sebebini sordu bunun, dedi ki, “Beni kesecekdin, öldürecekdin niye bırakdın?” dedi. Buyurdular ki, “Senin kanın, malın, canın herşeyin bana haramdır. Ben seni i’lâ-yı kelimetullah için, Allah için katlediyordum, yüzüme tükürünce nefsim kabardı. Seni katletsem, Allah için öldürmüş olmayacağım, nefsim için öldürmüş olacağım. Çünkü yüzüme tükürdün benim. Gadabım kabardığı için kılıcı sana vuracağım yerde seni affetdim, kendi gadabımı kesdim, nefsimi vurdum kılıcı” dedi. Ve islâm olmuşdur o zât-ı muhterem. 

Bu vatanda yaşayan herkes vatan arkadaşıdır, vatan kardeşidir, birbirinin hakkına riâyet etmesi lâzımdır. Hele bâhusûs kendi milletimiz birbirine karşı çok hürmetkâr olacak ve muhabbet edecekler birbirlerine. Efendiler! Dikkat buyurunuz, konuşduğum sözü İyi dinleyiniz ve iyi anlayınız. Bir okma ekmek birden yenmez. Onu evvelâ parçalarlar, sonra yerler. Tekrar ediyorum, sana bir misâl veriyorum. Fırından ekmek alıyorsun değil mi, hepsini birden ağzına alamazsın. Önce parçalayacaksın, sonra yiyeceksin. Bir memleketi parçalamak için evvelâ oranın halkını böyle ekmek parçalar gibi parça parça yaparlar, sonra yerler. Aradaki bu buğzu, adâveti kaldıracaksın. Muhabbet edeceksin, hakka hukûka riâyet edeceksin ki vatan ayakda dursun. 

“Efendim, siyâsî partiler şöyle diyor böyle diyor”. Onların yapdıkları tenkidler, yapıcı olmalıdır, yıkıcı olmamalıdır. Yapıcı olmalı, yıkıcı olmamalı, hüsn-i niyetli olmalı. Artık hüsn-i niyetle mi sû-i niyetle mi olduğunu sizin irfânınıza havâle ediyorum, ben karışmıyorum, siyâsî değilim ben, dîn adamıyım. Mü’minlere düşen vazîfe, birbirlerinin hak ve hukûkuna riâyet, birbirlerine muhabbet etmekdir. Hattâ burada yaşayan gayr-ı müslim dahi olsa yani yahudi olsa, ermeni olsa, rum olsa, gene onların haklarına riâyet edeceksin. Hattâ kendi kardeşinden ziyâde onun hakkına riâyet edeceksin ki islâmın âlîcenâblığını görsün, öğrensin, islâm olmasına sebeb olsun.

Sana bir misâl vereceğim kesiyorum, haftaya gene anlatırım. 

Senin hânene misâfir geldi, bir hıristiyan, bir de müslüman, aynı saâtde geldiler, bayram ziyâretine. Evvelâ ikrâmı kime yapacaksın, müslümana mı hıristiyana mı? Evvelâ hıristiyana ikrâm yapacaksın. Neden? Müslüman senin kardeşin olduğu için ev sâhibi sayılır. Öteki ağyârdır, evvelâ ona ikrâm yapacağız. Dînimizin yüceliğini ona göstereceğiz ve onu fiilimizle, yapdığımız işle islâma davet edeceğiz. Yoksa böyle onların canlarına, mallarına, nâmuslarına kasd etmek, onların haklarına tecâvüz etmek, müslümanın şânından değildir, müslümanlar böyle şeyler yapmaz. 

Allah diyor ki, "قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي kul in küntüm tuhibbunallah fettebi'ûnî", "Söyle habîbim onlara, eğer beni seviyorlarsa, sana tâbi olsunlar". Peygamber'e tâbi olan da ahlâk sâhibi olur. Resûlullah'ın ümmeti olan, "Ben Muhammed aleyhisselâmı seviyorum" diyen, "Ben Muhammed aleyhisselâma gönül verdim" diyen, hüsn-i ahlâk sâhibi, sîreti güzel, sûreti güzel, kelâmı nâzik, efâli güzel olan kişidir. Mü'minin elinden ve lisânından kimseye zarar gelmez. Resûlullah böyle buyuruyor. "Mü'min kimdir?". "Lisânından ve elinden nâsın emîn olduğudur" diyor. Yani nâsa bir fenâlığı yokdur mü'minin. 

Onun için, imânını kemâle erdir. Dünya çok seriyyü'l-zevâldir, geçicidir, hemen geçer. Ansızın ecel gelir ve yapdığımız fiillerin cezâsı yâhud mükâfâtı bize verilir. Fenâlık yaparsan cezâsını bulursun, iyilik yaparsan mükâfâtını görürsün. Pek yakın bir zamanda olacakdır bu. Burası âlem-i şuhûddur. Âlem-i ervâhdan buraya geldin, burası bir pazardır, buradan iyi şeyleri al. Bilmiş ol ki haramla, yalanla, dolanla, zulümle kazandığın mallar, cehennemin nârında kızdırılacak, senin yüzüne yapışdırılacak, onlar dünyâda kalacak, senin elin boş, iki arşın kefenle gideceksin. Dünyâya sığmazken, iki arşın yere sığacaksın. Düşün bunu. Onun için senden sonra geleceklere miras bırakmak için tatlı canını cehenneme atmaya kalkma. Allah Resûlü'ne uy, peygamberini sev, amelini ıslâh eyle, sâlih kişi ol, dünyân mamûr, âhiretin mamûr olsun, ölüm sana gülerek gelsin. Ölümün şiddetinden, kabrin vahşetinden, cehennemin nârından âzâd ol. Allah'ın arşı altında gölgelen. Resûlullah senden râzı, Hakk'ın cennetinin sekiz kapısı sana açık olsun.
 
Yâ Rabbi, Habîbin Muhammedine bizi bahşeyle, nârından âzâd eyle. 

Vallahu yed'û ilâ dâri's-selâm ve yehdî men yeşâu ilâ sıratin müstakîm.

www.muzafferozak.com

Efendi Hazretleri, târihini tesbit edemediğimiz bu hutbeyi, Cuma namazlarını kıldırdığı Kapalıçarşı'daki Câmili Han Mescidinde  îrâd buyurmuşlardır. Ses kaydı çok zayıf olduğu için yalnız yazılı olarak yayınladık. Efendi Hazretlerinin yayınlanmış bütün hutbelerine şu sayfadan erişebilirsiniz.
Listeye geri dön