2 Ekim 2016 tarihinde yayınlanmıştır.
Allah, "Kün" emrini vara mı verdi yoka mı verdi?Soruya hiç kimse cevap veremeyince, bir ipucu kabîlinden şu beyânâtı lutfetmişlerdi :
Eğer vara verdiyse tahsîl-i hâsıl lâzım gelir. Olan bir şeye ol denmez. Eğer yoka verdiyse yok da Allah ile birlikte kadîm olmuş olur.Fakîr de Efendi Hazretleri gibi cevâbı hemen vermeyeyim ki tefekküre mahal kalsın.
Şerîat ulemâsına göre Allah başkadır kul başkadır der, bize göre öyle değil. Biz ampul gibiyiz, biz öyle anlıyoruz Hakk'a bağlılığı. Cereyana bağlıyız, ampul söküldüğü vakitde, ampul çıkdı mı, rûhdan ayrılıyor, ölüyor. Yani vücûd toprağa kalb oluyor, cereyan Hakk'a gidiyor. Esâsına gidiyor yani. Biz Hakk'la beraber kâimiz. Ulemâ-i benâm hazerâtına, şerîat ehline göre Allah ayrıdır kul ayrıdır. Bütün dinler böyledir.
"Kün" emri vara mı verilmişdir, yoka mı verilmişdir? Allah kün emrini vara verdiyse, var olan bir şeye "ol" denmez, tahsîl-i hâsıl lâzım gelir. Yoka verirse, yok da Allah'la kadîm olmuş olur. Öyleyse zuhûrât vardır. "Halaka's-semâvâti ve'l-ard" yâhud "Halaka'l-mevte ve'l-hayâte" hayâtı ve mevti halk etdi yaratdı diyor Kur`ân'da, o, takdîr ma'nâsınadır. Yaaa!
Onun için Hakk'dan gayrı bir nesne yokdur. Hakk'la kâimiz. Îmân budur. Senin benim varlığım, ne varsa hep biriz ama aynalar parçalanmış, içinde görünen o. Biz ayna vaziyetindeyiz. İhvandan birisi "Yüzlerce aynanın ortasına bir elma koysak" deyince, "Ha işte yüz milyon elma oluyor" buyurdular. Yani Hakk'la beraber kâimiz biz.
Gene şöyle alacağız. Bir bardak suyu aldığımız vakitde denizden o bir bardak su deniz midir? Değildir. Denizden hâriç midir? E değil. Nasıl oluyor? İşte bu. Ne ayrı ne gayrı. Cenâb-ı Hakk'ın sıfatları, sıfat-ı ilâhiyye Allah'ın zâtından ayrı mıdır gayrı mıdır? Ehl-i sünnet ve'l-cemâat itikâdına göre ne ayrıdır ne gayrıdır. Peki nasıl oluyor o? İşte bir bardak su aldık denizden, o deniz değil o, ama denizden ayrı da değildir.
Cevaplar arasında görmeseydim yazmayacakdım ama "Allah, kün emrini zâtından sıfatına vermişdir" diye bir cevap yazıldığını görünce bunu da beyân etmek üzerime vâcib oldu. Efendi Hazretleri bir defasında bu soruyu sorduğunda, huzûrunda bulunanlar arasında, kulakdan dolma bilgilerle orada burada ukalâlık yapan, câhil hattâ echel biri vardı. Bu adam, meselenin hakîkatini Efendi Hazretlerinden öğrenmek yerine, yine bir ukalâlık yaparak, aynen bu cevâbı vermişdi. Efendi Hazretleri, o haddini bilmeyen adamın bu cevâbına karşılık : "Söylemek, başkasına söylemekle olur, hiç kendi kendine söylemeye lüzûm var mı?" buyurmuşlardı da adam susup kalmışdı. Yıllar sonra aynı adamın aynı hatâyı orada-burada pervâsızca tekrarlayıp yanlışını başkalarına da bellettiğini görünce, aşağıdaki nutk-i şerîf aklıma geldi ve kendi kendime "nasîbsizlik işte böyle bir şeymiş" dedim.