1 Aralık 2020 tarihinde yayınlanmıştır.
Büyük mürşidlerimizden İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri, Sûre-i Müzemmil'deki, "اِنَّا سَنُلْق۪ي عَلَيْكَ قَوْلًا ثَق۪يلًاۜ" âyet-i kerîmesi hakkında buyuruyorlar ki :
Ma'lûm ola ki Kur`ân-ı zî-şâna "kavl-i sakîl" ıtlâk olunduğu vücûh üzerinedir. Evvelkisi budur ki veznde ağırdır. Zîrâ kelâm-ı ilâhîdir ki zâhiri fesâhat ve belâgati müştemil olmakla mu'ciz ve bâtını hikem ve hakâyıkı hâvî olmakla müsmir ve mu'cibdir. Ne zâhirine mu'âraza kâbil ve ne hod bâtınına ve gavrına bir 'âkil ve 'âlim ve 'ârif vâsıldır. Belki "لا ينقضي عجائبه" (Onun hârikâlarına nihâyet yokdur) vefkince 'ömr-i dünyâ tamâm olur, onun işârâtına nihâyet gelmez. Her asrda gelen 'ârif ondan hezâr rumûz söyler, yine tılsımı bir hoş feth olmaz, belki muğlak kalır ve ebkâr-ı me'ânîsine kemâ yenbagî destres bulmaz, belki visâl-i tâmmından 'âciz olur. Kütüb-i tefâsîr te'lîf olunmuşdur ki ezhâr-ı bâğ gibi her birinde bir renk vardır. Ve kütüb-i te'vîlât tasnîf olunmuşdur ki meyvehâ-yı hadâik gibi her birinde lezzet-i dîger olmakla başka çâşnî-dârdır.
Ve nûn-i cem'den mefhûm olur ki Kur`ân 'âlem-i cem'den münzel olup nokta-i zât ve hurûf-i esmâ ve sıfâtı câmi' olmuş mushaf-ı kebîrdir. Zîrâ kavlde kemâl-i kâil münderic ve cemâl ve celâl-i mütekellim mündemicdir. Onun için huzûr-i Kur`ân’da edeb lâzımdır. Zîrâ huzûr-i kelâm hemân huzûr-i mütekellimdir. Zîrâ kelâm mütekellimin sıfatı ve kemâlinin âyînesidir. İşte mushaf-ı tenzîlîye ta'zîm lâzım geldiği gibi mushaf-ı tekvînîye dahi lâzımdır. Zîrâ Kur`ân'da gelir : "قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ". Fefhem cidden. Ve hadîs-i Resûl dahi ona kıyâs oluna. Ya'nî hadîsi ta'zîm sâhib-i hadîsi ta'zîmdir. Ve kezâlik vâris-i nebevîyi ta'zîm hemân mevrûsün minh olanı ta'zîmdir. Zîrâ onun âyînesidir ve kelâmı onun kelâmının nümûnesidir.
Ve ikincisi budur ki Kur`ân lutf ve cemâli müştemil olduğu gibi kahr ve celâli dahi müştemildir. Ve nüzûl-i Kur`ân'dan mukaddem Hakk Te'âlâ melâike-i kirâma kahra müte'allık nesne ile emr eylese Arabî ile tekellüm ederdi. Onun için melâike Kur`ân'ı istimâ' etdiklerinde sâika eylediler ve feza'a düşdüler ve kıyâs etdiler ki vech-i arzda olanlara gadab-ı ilâhî vardır. Pes Kur`ân gerçi rahmet geldi, velâkin gadabı dahi müştemildir ki ez-cümle seyfdir. Nitekim hadîsde gelir : "بُعِثتُ بال سيف " (kılıç ile gönderildim). Ve bu seyf mü’minlere rahmet oldu ki a'dâdan onunla tahassun etdiler. Ve kâfirlere gadab oldu ki demleri mührâk oldu. Çünki Kur`ân seyf ile emretdi, kavl-i sakîl oldu. Zîrâ kâfirler ve münâfıklar onunla makhûr oldular. Ve münâfıklara dahi girân geldi. Onun için birer bahâne bulup gazâlardan tehallüf ederlerdi ve ehl-i ihlâs ile hem-râh olmazlardı.
Ve üçüncüsü budur ki Kur`ân mu'ciz olmakla Arab'a sakîl geldi. Onun için şiir ve sihr ve esâtîru'l-evvelîn olmağa haml etdiler ve mağlûbiyyetlerin bilip gam ve gussa sıkleti tahtında kaldılar. Ve şol kasâid ki cidârı Ka`be'ye ta'lîk etmişlerdi, tenzîl ve tarh etdiler. Ve İmrü'l-Kays ve Züheyr ve Nâbiga ve emsâli fusahâ-i Arab sahîfe-i hikmetde bir nokta gibi gelmedi. Ve bir sûre-i kasîra ve belki bir âyet-i kerîmeye mu'âraza etmek birine müyesser olmadı. Kendi zâtlarında isti'dâdları olup cânib-i Hakk'dan ma'kûdü'l-lisân olmakla değil, belki fî-nefsi'l-emr her çend ki ümerâ-yı kelâm ve züamâ-i kemâl idiler, velâkin kusûr-i isti'dâdları mâni'-i mukâbele idi. Zîrâ nazm ve ma'nâ 'indî değil, belki Hakk'dan mufâzdır. Hakk ise herkesin isti'dâdı hasebiyle ifâza eder, yoksa kendi hasebiyle değil. Ve imkân yokdur ki kamer şems ola. Zîrâ mahalde kâbiliyyet gerekdir. Pes, beşerin fî-nefsi'l-emr isti'dâdı kâsırdır ve cemî'-i 'âlemin 'ilmi 'ilm-i Hakk'a nisbetle bihâr-ı seb'adan katre gibidir. Ve kevn-i hâdisin vâcib-i kadîm ile münâsebeti nedir ki onun kelâmı kelâm-ı vâcibe denk ola?
Ve dördüncüsü budur ki kavlin sıkleti onunla 'amelin sıkletine râci'dir. Onun için teklîf denildi. Zîrâ 'avâmm-ı nâsa göre 'amelde nefs üzerine külfet ve meşakkat vardır. Onun için dediler ki: Tâ'ati istiskâl eden kâfir olur. Zîrâ emir ve nehy-i ilâhî rahmetdir ve rahmeti gadab i'tikâd etmek küfrdür. Zîrâ itâ'ati ma'sıyet i'tikâd etmekdir, 'adli zulm i'tikâd etmek gibi. Ve bu istiskâl dem-i hayvânî ve tab'ın kuvvetinden gelir. Çünki havâss-ı 'ibâd ıslâh-ı tabî'at ve riyâzatla taklîl-i dem ve ta'zîf-i beden etdiler, lâ-cerem ahkâm-ı ilâhiyyeyi hamle hafîf oldular ve şerâ'î onlara et'ime-i nefîse ve me'kûlât-i lezîze gibi geldi ve emr-i Hakk'ı Hakk ile icrâ etdiler ve fermâna yine sâhib-i fermânın kuvvetiyle istikbâl eylediler. 'Avâmm ise nefs ile karşıladılar ve hareket-i 'ameliyye onlara ağır geldi. Anın içün hadîsde gelir ki, "Cennet mekârihle, cehennem şehevât ile çevrelenmişdir". Bu cihetdendir ki hevâ, ehl-i hevâya mahbûb ve hüdâ, mekrûh geldi ve ehl-i hüdâya 'aks oldu. Zîrâ ehl-i hevâ, ehl-i nefsdir. Nefs ise Hakk'a mukâbil ve a'de’l-a'dâdır. Ve ehl-i hüdâ, ehl-i kalb ve kalb Hakk'a mukbil ve muhibbdir. Anın içün 'amel-i dünyâ ehl-i hevâya âsân ve 'amel-i âhiret düşvâr geldi. Ve ehl-i âhirete dünyâ güç ve âhiret kolay oldu. Bu cihetdendir ki dünyâdan zühd etdiler ve belki ehlullâh olanlar mâsivâdan i'râz eylediler.
Ve beşincisi budur ki Kur`ân emânet-i ilâhiyye-i sakîledir ki insândan gayrısı ol emânete tahammül edip mü'temen olmamışdır. Nitekim, "اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ" âyetinden ma‘lûmdur. Ve Kur’ân’da gelir ki, "لَوْ اَنْزَلْنَا هٰذَا الْقُرْاٰنَ عَلٰى جَبَلٍ لَرَاَيْتَهُ خَاشِعًا مُتَصَدِّعًا مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِۜ", ya’nî, eğer Kur`ân’ı bir dağ üzerine inzâl eylesek ol dağ te'sîr-i Kur`ân ile huşû' ve tasaddu' ve haşyet ile muttasıf olurdu, velâkin inzâl etmedik. Zîrâ semâvât ve arz ve cibâlin mûceb-i Kur`ân üzere haml-i emânete tâkatleri yokdur. Pes, gerçi onların cüsseleri 'azîm ve eskâl-i hissiyyeyi tahammülde hâlleri zâhirdir, feemmâ her sûret ehli ehl-i ma'nâ olmadığından eskâl-i ma'neviyyeyi hâmil olmazlar. Belki nice sagîr nesne vardır ki dağdan kebîrdir. Meselâ kalb-i insân ki sûretâ mudga-i sanevberiyyedir, onda bir kuvvet îdâ' olunmuşdur ki ol kuvvet ile 'arş-ı a'zamdan bile akvâ ve a'zamdır. Fe-keyfe ki bir dağdan. Bu ma'nâdan ötürü Allahu Te'âlâ cebeli tahsîs etdi, tâ ki bu haml-i emânet 'ızam-i cüsse ve kiber-i cesed ile olmadığı ma'lûm ola. Zîrâ gerçi huşû' ve haşyet zikr olundu ammâ vasf-ı tasaddu' 'adem-i tâkate işâret eyledi. Nitekim cebel-i Tûr vakt-i tecellîde mündekk ve mütelâşî oldu. İşte bu dahi bir kemâl-i ilâhî oldu ki kebîri sagîre vaz' etdi. 'Ulemâ-i zâhir ise "Kas'a-i kebîre kas'a-i sagîreye girmez" derler. Ne'am, zâhirde hissî olduğu cihetden girmez, velâkin cihet-i letâfetiyle girer. Meselâ cism-i insân semmü’l-hıyâta yanî iğne deliğine girmez, velâkin kabirde rûhu telattuf edip mekân-ı dıyka duhûl eder. Ya'nî kabri fi'l-mesel semmü'l-hıyât olsa dahi ona sahrâ gibi gelir. Zîrâ rûh cesede ve berzah dahi dünyâya kıyâs olunmaz. Ve ba'zı ricâl vardır ki duvardan nüfûz ederler. Ya'nî letâfetleriyle duvarın cihet-i letâfetinden nüfûz ederler, yoksa cihât-i kesîfesinden değil. Ve bundan fehm olundu ki her nesnede ta'ayyün yüzünden kesâfet ve müte'ayyin yüzünden letâfet vardır ki emir ve nehyin netîcesi bu letâfete vusûldür. Zîrâ 'amel-i şer'î 'ilm-i ilâhîye ve 'ilm-i ilâhî dahi müşâhede-i ma'lûma ve müşâhede-i ma'lûmdan dahi sıbg-ı nûr ile letâfet-i zâyide hâsıl olur. Allahu Te'âlâ ise Latîf'dir. Öyleyse sen de letâfet ehlinden ol, kesâfet ehlinden değil.
Ve altıncısı budur ki, Kur`ân herkesin lisânına hafîf gelmez, belki sakîl gelir. Anın içün, ehl-i zâhir-i Kur`ân kalîl ve ehl-i bâtın-ı Kur`ân ekalldir. Zîrâ Kur`ân'ın hakâyıkını lisân-ı kalbe getirmek emr-i sa'bdır. Bu sebebden müddeîler müftazıh olurlar. Zîrâ lisân-ı kâle getirdikleri lisân-ı hâlden cârî değildir, belki lisân-ı hayâldendir. Hayâl ise zılldır. Maksûd-ı a'zam ise dav'dır. Nitekim da'vâ-yı kırâat eden mukallidin kurrâ-i muhakkık meclisinde dili dönmez ve tıfl-ı ebcede döner. Ve ekser-i nâsda taklîd dahi yokdur. Bu cihetden ümmî kalmışlardır. Ve ta'allüm edelim dahi demezler. Eğerçi nicesinin sîne ve mecmû'ası eş'âr ile pürdür. Ve ol husûsda dili bülbüldür. Bak imdi bu hizlâna ve Allahu Te'âlâ'ya cehâletden isti'âze eyle. Ve netîce hayr olsun dersen ehl-i hayr ve ehl-i hüner ve kemâl ile sohbet et.