Ahkâmı eskimeyecek olan, dâimâ genç ve dinç bulunan, hasımlarına her yerde, her zamanda, her mekânda gâlib olan, peygamberler peygamberi, Allah'ın mahbûbu, sultânımız, Sultân-ı enbiyâ Efendimiz Hazretlerine nâzil olan Kitâb-ı Kerîm'in sûrelerinden, okumuş olduğumuz sûre, Sûretü'l-Asr'dır.
Geçen hafta, denizlerden bir katre, kürre-i arddan bir zerre, şemsden bir hüzme olarak sizlere lisânımızın döndüğü kadar, ilmimizin yettiği kadar anlatmak gayretinde bulunduk, sizlerden de herkes nasîbi kadar bundan bir şeyler istifâde ettiğini ümîd etmekteyim.
Gene aynı âyet-i celîle üzerinde duracağız. Gene nasîbimiz kadar bu sûreden tenevvür edeceğiz yani nûrlanacağız.
Bu sûre-i celîle Kur`ân-ı Kerîm'in otuzuncu cüzünde, kısa bir sûredir fakat ma'nâ bakımından bütün Kur`ân'ı Kerîm'e muâdildir. Kur`ân-ı Kerîm'in bütün kelimâtının ve harflerinin de ma'nâları vardır. Harflerinin de ma'nâları vardır Kur`ân'ın. Tabii bu ehline göredir, ehline söyler. Kelimesi, cümlesi, âyeti, hepsi, insanlara ayrı ayrı hitâb eder. Herkesin ilmi ,idrâki, irfanı ne kadarsa ve bir de nasîbi ne kadarsa, o kadar nûrlanır. Sûre-i celîle gâyetde kısa olmakla berâber ma'nâ bakımından, İmam-ı Şafii Hazretlerinin sözünü söyleyelim, "Kur`ân-ı Kerîm'e muâdildir" diyor. O kadar mühim.
İmâm-ı Şâfiî dediğimiz vakit, bunu mahalle imamı anlamayalım. Bunlar hak mezheblerin imamlarıdır, arkalarından milyonlarca insanı getirmişler, ictihadlarıyla tenvîr etmişler, nûrlandırmışlar ve kıyâmet gününe kadar da ictihadlarıyla insanlar Hakk rızâsını bulacak, Hakk yollarına gidecek, Allah'a vuslat edeceklerdir. Aynı zamanda maneviyat bakımından da İmâm-ı Şâfiî Hazretleri, kutubdur ve kureşîdir ve Resûl-i Ekrem'in sülâlesindendir. Sallallahu aleyhi vesellem.
Yani bu sûre-i celîlenin Kur`ân-ı Kerîm kadar ma'nâsı var. Bütün kitâbullahın da böyledir. Yalnız burda sarahat var. Mühim olan tarafı bu. Burda sarahat var. Bazıları "dâl bi işâretihî", bazıları "dâl bi ibâretihî"dir. Yani bazısı işâretle, bazısı ibâreyle gösterir. Zâhirde göremezsin, görmek için ehli lâzımdır. Bundan evvelki hutbelerimizde söylediğimiz gibi, takvâ ehli, verâ ehli, Kur`ân'dan anlayabilir. Kalbinde ne kadar Allah korkusu, ne kadar haşyetullah var ise, Kur`ân'dan o kadar istifâde edersin. Çünkü Kur`ân-ı Kerîm'in baş tarafında Cenâb-ı Hakk, "Hüden lil müttakîn" buyurmuş, "Kur`ân müttakîlere hidâyet eder" demiş. Müttakî demek, Allah'dan korkan demekdir.
Bu korkuların da nevilerini söylemiştik. Bir takım âşıkan vardır ki, "Rabbim bana kulum demezse benim halim nice olur" diye korkar. O, cennet için Hakk'a ibâdet etmemişdir, cehennem korkusuyla da Allah'a ibâdet etmemişdir, kul olduğu için, Rabbü'l-âlemîn'e Allah olduğu için ibâdet etmişdir. "Ben ibâdet edeyim de Allah beni ne yaparsa yapsın. Ona ait olan bir şey. Bana kulluk, O'na Allahlık lâzım" demişdir. Bir kısım vardır, cehennem ateşinden korkmuşdur, azâb-ı cahîmden korkmuşdur. Hakdır, gerçekdir. Allah'ın nârı da hakdır, nûru da hakdır, cenneti de hakdır, cehennemi de hakdır. Allah cenneti yaratmışdır, ehlini yaratmışdır, cehennemi yaratmışdır, onun da ehli vardır. Suâli de mîzânı da hakdfır ve gerçekdir. Bunlar mutlakâ olacakdır. Senin görmemen, benim görmemem, benim inkârım, senin inkârınla değildir. Muhakkak birgün bunlar öne çıkacak, münkirler, inkâr edenler mahcûb olacaklardır, yüzleri kararacakdır.
Şimdi, gene deryâdan bir katre olmak üzere bu sûre-i celîle üzerinde konuşalım.
Allahu Sübhânehû ve Teâlâ Hazretleri yani, yerin göğün sâhibi, bilinen ve bilinmeyen âlemlerin mâliki, yerin göğün sâhibi, bilinen ve bilinmeyen âlemlerin mâliki, seni ve beni halk eden, neden?, bir katre su parçasından, ana rahminde, hayız kanıyla, kudret fırçasıyla tersîm etmiş, bizi istediği şekle koymuş, yani bizim istediğimiz gibi olmamış, O'nun istediği gibi olmuş. O, şekle koymuş, sonra bizi dünyâya getirmiş, çocukluk, gençlik, dinçlik, ihtiyarlık sonra öldürmüş, sonra?, sonra tekrar diriltecek. Giden gelen var mı? Dirilen var mı? Gören var mı? Her anda ölüp dirilmektesin, sen farkında değilsin. Bu iş çok hızlı olduğu için, çok süratli olduğu için farkında değilsin.
Sen ölmeden evvel öl, Allah'a tam bir teslîmiyyetle teslîm ol çünkü İslâm teslîmdir, teslîmiyyetdir, selâmetdir. Yani İslâm'ın nûruyla pür-nûr ol, o vakit hiç ölmeyeceksin. Ölüm yok senin için. Senin için ölüm yok, olum var yani ölmek yok olmak var. Ölüm hayvanlar içindir, insanlar için ölüm yokdur. Allah Resûlü'nü tasdîk eden, Resûl-i Ekrem'in yolundan yürüyen, O'nun çizdiği yoldan aşmayan, hudûd-i ilâhiyyeden taşmayanlar, onlar, katiyyen ölmezler. Onlar, olurlar. Onlar, ölümün tadını tadarlar ama ölümün tadı âşıklar için acı değildir, tatlıdır. Hattâ Resûl-i Ekrem, şehîdler için bak ne buyuruyor. İki türlü şehîd var. Bir şehîd var, düşmânla gazâ etmiş, katl olunmuşdur, bir şehîd daha var, o da nefsi ile mücâdele etmiş, şehîd olmuş, yani aşk şehîdi olmuşdur. Düşmânla boğazlaşıp çekişen şehîd diyor ki, "Yâ Rabbi, beni dünyâya getir yani tekrar dirilt, ben tekrar senin uğrunda şehîd olayım. Beni tekrar getir, tekrar yaşat, ben tekrar kâfirle gazâ edeyim, tekrar şehîd olayım". Demek ki şehâdet onun için ne kadar zevkli bir şey.
Bir de aşk şehîdi var, Hakk şehîdi var. Aşk şehîdi yani Allah'a âşık olmuş, nefsiyle cihâd eylemiş, nefsini taht-ı mahkûmiyyetine almış, kalbini aşkullah, muhabbetullah, muhabbet-i Resûlullah, muhabbet-i Ehl-i Beyt-i Mustafâ, muhabbet-i evliyâullah ile tezyîn etmiş, insanları insan diye sevmiş, âdemoğlu diye sevmiş, Allah'ın Resûlü'nün sözüne ittibâ eylemiş. Resûl-i Ekrem demiş ki, "irhemû men fi'l-ard yerhamu men fi's-semâ", yani "Siz kürre-i ardda bulunanlara merhametli olunuz ki Allah size merhametli ola". Bu söze ittibâ etmiş. Kalbinde kîn yok. Çünkü kîn müslüman işi değildir. "Men lehû kînün leyse lehû dînün". Bir kimsenin kalbinde kîn varsa, o kimsenin kalbi hastadır. Kîn olan kalbde dîn olmaz. "Ez-zıddân lâ yectemi'ân" yani iki zıd bir araya cem' olmaz. Bir kalb ya hastadır ya sıhhatlidir. Kalb sıhhatli ise bütün vücûd sıhhatlidir, kalb rahatsızsa bütün vücûd rahatsızdır. Bunun ma'nâsı şudur ki kalbin içerisinde hem îmân hem kîn, hem Allah hem Şeytân, ikisi bir araya cem' olmaz. Onun için biz yine gelelim evliyâullah sözüne. Bak ne kadar güzel :
Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ide Hakk
Pâdişâh konmaz sarâya hâne ma'mûr olmadan
Sen Resûl-i Ekrem'in yolundaysan eğer, Resûl-i Ekrem mi'râc etmiş, sen de mi'râc eyle. Yani senin de mi'râc etmen lâzım, 'urûc etmen, yükselmen, Hakk'a vuslat etmen lâzım. Mâdem ki Resûl-i Ekrem'in yolundan gidiyorsun, Hazret-i Muhammed'e "Muhammedü'r-Resûlullah" dedin, kazandın, bu sözle kazandın. Çünkü bu söz, yedi cehennemin ateşini söndürdü. "Muhammedü'r-Resûlullah". Bu sözü söyleyenler, cehennemin ateşini söndürürler. Bu sözün nûru ile nâr-ı cahîm söner. Sen evvel emirde bu sözü söyledin. Şimdi Resûl-i Ekrem'in yolundan çıkmak ve günâha dalmak sana yakışmaz, isyân nisyân filan, olmaz öyle şey. Namâzını terketmek, orucunu, tahâretini, guslünü terketmek sana yakışmaz! Resûlullah mi'râc etmiş, eğer sen de Muhammedî isen, O'nun ümmeti isen, sen de mi'râc edeceksin, etmezsen yarıda kaldın demekdir.
Gel 'âlem-i ma'nâya mi'râc edegör mi'râc
'Azm eyle "ev ednâ"ya mi'râc edegör mi'râc
Var ol ulu dergâha er kurb-ı şehenşâha
Her demde sen Allah'a mi'râc edegör mi'râc

İnsan, iki şeyden müteşekkildir. Bilirsiniz ama tekrar edelim. Unuttuğumuzu tâzelemiş oluruz, bilmeyenler de öğrenirler. Birisi rûhânî kısmı yani nûrânî kısmıdır ki bu arşîdir, semâvîdir. İkincisi vücûd kısmıdır. Vücûd kısmının aslı menîdir yani toprakdır. Sonra Cenâb-ı Allah, o menîyi kana, kan pıhtısına, sonra et parçasına döndürür, sonra ana rahminde kudret fırçasıyla onu tersîm eder ve şekl-i insâna koyar ve rûhu getirir onun üzerine bindirir. Yani vücûdun senin bineğindir. Tâ "اِرْجِع۪ٓي irci'î" emrine kadar. Bu "اِرْجِع۪ٓي ircı'î" emrinin iki ma'nâsı vardır. Birisi, ölüm ânında yani bu âlemden ayrılıp, gözlerden nihân olurken "اِرْجِع۪ٓي ircı'î" emri vardır. Bir de, daha bu 'âlemdeyken, yani yaşarken Allah'a rücû' etmek vardır. Allah bazı kullarına daha bu hayâtda iken "اِرْجِع۪ٓي ircı'î" yani "bana dön"diyor. "Senden râzıyım, bana dön" diyor. Allah'ın bu hitâbını duyanlar, daha bu hayâtda iken Allah ile hemhâl olurlar yani Allah ile cümbüş ederler. "اِرْجِع۪ٓي ircı'î" hitâbını bu âlemde duyan kimse, Allah'ın sohbetine doyamaz, Allah'ın zikrine doyamaz, Allah'a ibâdete doyamaz.
Peygamber-i zîşân göçüyormuş, Hazret-i İlyas. Ağlıyormuş. İyi dinle! İlyas değilsin ama Resûl-i Ekrem'in ümmetisin. Melekü'l-mevt demiş ki, yani Azrâil aleyhisselâm, âşıkı ma'şûka eriştiren, kâfiri malından ayıran, dünyâsından ayıran, âşıkları da ma'şûka eriştiren, "Yâ Nebiyyallah, senin için korku yok, mahzûniyyet yok, sen Allah'ın bir nebîsisin, niçin ağlıyorsun?". İlyas Peygamber demiş ki, "Ey melekü'l-mevt, rabbime ibâdet etmeye doyamadım" demiş. Nasıl ayağını uzatıp yatacaksın, ibâdetsiz tâatsız, yakışır mı?, "Muhammedü'r-Resûlullah" diyorsun.