31 Ağustos 2019 tarihinde yayınlanmıştır.
Bu yazıda, Kur`ân-ı Kerîm'in en şumullü âyetlerinden biri olan, Sûre-i Nisâ'daki, "يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ أَطِيعُواْ اللّهَ وَأَطِيعُواْ الرَّسُولَ وَأُوْلِي الأَمْرِ مِنكُمْ Yâ eyyühellezine âmenû atî'ullahe ve atî'ur resûle ve ulil emri minküm" âyet-i kerîmesinin bazı inceliklerinden bahsedeceğim. Tabii burada anlatacaklarım denizden bir katre misâlidir. Önce âyet-i kerîmenin meâlini verelim :
Ey îmân edenler! Allah'a itâat ediniz, Resûlüne de itâat ediniz, sizden olan ulü'l-emre de.
Dikkat edilirse âyet-i kerîmede "atî'ullahe ve atî'ur resûle" denilmiş yani itâat emri iki defa tekrarlanmışdır. Halbuki "atî'ullahe verresûl" yani "Allah'a ve Peygamber'e itâat ediniz" de denilebilirdi, halbuki böyle denilmemiş, "Allah'a itâat ediniz, Resûlüne de itâat ediniz" denilmiş ve böylece Resûlullah'a itâatın ehemmiyyetine dikkat çekilmişdir. Nitekim diğer bir âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hakk, "مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَۚ Men yutı'ır-resûl fekad etâ'allah" yani "Kim Resûl'e itâat ederse Allah'a itâat etmiş olur" buyurmuşdur. Yani Peygamber'e itâat Allah'a itâat ile bir tutulmuşdur. Öyleyse hiç bir mü'min "Ben yalnız Kur`ân'ın emirlerini dinlerim, Peygamber'in sözleri beni ilgilendirmez" diyemez, böyle diyen kişi, İslâm'ın dışına çıkmış olur. Yani her mü'min, Allah'ın emirlerine uymakla mükellef olduğu gibi, Resûlullah'a da itâat etmekle mükellefdir. Zâten Kur`ân'daki emirlerde ve nehiylerde tafsîlât yokdur, Kur`ân'ın ahkâmını tafsîl ve îzâh eden, Resûl-i Ekrem Efendimizdir. Bir kimse yalnızca Kur`ân'a bakarak iki rekat sabah namazını bile doğru dürüst kılamaz.
Mü'minlerin, hem Allah'a hem de Resûlullah'a itâat ile emrolunması, mü'minlerin yalnızca farzlarla yetinmeyip sünnetleri de icrâ etmeleri içindir. Diğer bir ifâde ile, Allah'ın rızâsını arayan her mü'min, azîmet yolunu tutmalıdır. Meselâ yalnızca farz namazları kılmakla yetinmeyip teheccüd namazını da kılmak, yalnız Ramazan orucunu tutmakla yetinmeyip nevâfil oruçlar da tutmak gibi.

Âyet-i kerîmede üçüncü bir emir daha vardır ki, o da ulü'l-emre itâat emridir. Ulü'l-emr, yerine göre devlet başkanı, yerine göre ordu kumandanı, yerine göre mahallî bir idâreci ya da manevî bir lider olabilir. Günümüzde ulü'l-emr, daha çok devlet otoritesi olarak karşımıza çıkar. Zîrâ her zaman karşımızda emrini dinleyeceğimiz bir şahıs yokdur ama her yerde uyulması gereken kânunlar ve kurallar vardır. Bu emrin hikmeti de şudur ki, Allah'ın emirlerini ve Peygamberimizin tavsiyelerini bütün bir cemiyet olarak yani topluca hayâta geçirebilmek için bir idârecinin hükmüne tâbi' olmak gerekir. Meselâ cihâda gitmek için bir ordu, orduyu idâre etmek için de bir kumandan lâzımdır. Ordudaki ferdler, kumandana tâbi' olmazlarsa zafer müyesser olmaz. Öyleyse hiç bir mü'min "Ben Kur`ân'ın emirlerini dinlerim, Peygamber'in sünnetine de uyarım ama devletin kânunları ve nizâmları beni ilgilendirmez" de diyemez. Zîrâ Allah'ın rızâsını kazanmak için bu üçünün bir arada olması lâzımdır.
Ulü'l-emre itâat mes'elesinde daha başka incelikler de vardır. Herşeyden evvel ulü'l-emre itâat, Allah'ın rızâsına aykırı olmayan işlerdedir. Zîrâ Allah'a isyânda kula itâat olmaz. İkincisi, ulü'l-emr olacak kişilerin Allah'ın emirlerini ve Peygamber'in sünnetini çok iyi bilmeleri, eğer bilmiyorlarsa, bilenlere danışmadan iş yapmamaları gerekir. Buradaki mühim bir incelik de şudur ki, insanda halîfelik sırrı vardır. Cenâb-ı Hakk'ın emirleri de, Resûlullah'ın tavsiyeleri de dâimâ insanlar vâsıtasıyla tatbîk edilir.
Bu söylediklerimizi bir misâl ile îzâh etmeye çalışalım. Cuma namazı Kur`ân'da emredilmişdir, öyleyse her mü'min, bu emre itâat etmekle mükellefdir. Ne var ki, Kur`ân'da bu namazın nasıl kılınacağı tarif edilmemişdir. Müminler bu namazı nasıl kılacaklarını Allah Resûlünden öğrenmişlerdir. Cuma namazının mutlaka cemaatle kılınması gerekir, cuma namazının kılınabileceği yerler devlet tarafından belirlenir ve cuma namazını kıldıracak olan imamın da devletin yetki verdiği bir zât olması gerekir. Yani canı isteyen canının istediği yerde cuma namazı kıldıramaz. Öyleyse Allah'ın emrettiği cuma namazını Resûlullah'ın tarifi üzere, devletin izin ve yetki verdiği bir imâmın arkasında kılan bir mü'min, hem Allah'a, hem Resûlüne, hem de meşrû' idâreye itâat etmiş olur ki Allah'ın istediği de budur.

Bu âyet-i kerîmede, vahdete de işâret vardır. Nasıl ki mü'minlerin îmânda ve Resûlullah'a bağlılıkda birlik olmaları gerekiyorsa, cemiyet hayâtında da, kânunlara ve nizamlara riâyet husûsunda da tefrîkaya düşmeyip birlik olmaları gerekir. Zâten mü'min tevhîd ehlidir, tefrîka tevhîde zıddır. Mü'mine yakışan vahdet içinde olmakdır. Tefrîkaya düşen kişi, vahdeti bozmuş demekdir. Tefrîkaya düşen bir milletden de hayır gelmez.
Âyet-i kerîmenin tasavvufî ma'nâsından da bir nebze bahsedelim. Allah'a itâat, şerîat mertebesine, Resûlullah'a itâat ise tarîkat mertebesine işâret eder. Bilindiği gibi seyr-i sülûkün ilk mertebesi şerîat, ikinci mertebesi ise tarîkatdir. Zâten tarîkatın esâsı, Resûl-i Ekrem Efendimizin sîretine bürünmekdir yani ahlâk-ı Muhammediyye ile ahlâklanmakdır. Ulü'l-emr de kâmil mürşide işâret eder. Mürşid-i kâmil, tıpkı cihâda giden bir ordunun kumandanı gibidir. Nefisleri ile cihâd eden sâliklerin, bu cihâddan zaferle çıkabilmeleri için, mürşidin sözünden aslâ çıkmamaları yani mürşide tam bir teslîmiyyetle bağlı olmaları gerekir.
Ehlullaha göre, bir kimsenin Hakk'ın rızâsına erişebilmesi bu âyet-i kerîmede beyân edilen üç şarta bağlıdır. Birincisi Allah'dan korkarak O'nun emir ve yasaklarına riâyet etmek, ikincisi Resûlullah'a bağlanarak O'nun sünnetinden hiç ayrılmamak, üçüncüsü de bir veliyullaha bende olup onun sohbet ve irşâdıyla ıslâh-ı nefs ederek kalb-i selîm sâhibi olmakdır.
İbâdetle tâatda ol müstedîm
Ki ervâha tâat gıdadır gıdâ
Cefâya reh-i Hakk'da eyle sabır
Cefânın sonu hep safâdır safâ
Reh-i Hakk'da etme kesel bir nefes
Ki gâfil feyzden cüdâdır cüdâ
Bu âlem-i halka kademden garaz
Ezeldeki ahdi vefâdır vefâ
Selîm bir gönülde emel Sâmiyâ
Rızâ-yı Celîl-i Hudâ'dır Hudâ