Allah'ı Bilmek Allah'ı Bulmak - Sohbet - 14 Nisan 1983 ABD TV Sohbeti

19 Aralık 2023 tarihinde yayınlanmıştır.

Dervişlik


Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri Amerika'daki bir televizyon mülâkatında sunucu "Nefsini bilen rabbini bilir" sözünü dile getirip, "Sôfîler bu söz hakkında ve  Allah'ın mâhiyeti ve insanın Allah'la münâsebeti hakkında ne düşünüyorlar" diye sorunca buyurdular ki :
"Men arefe nefseh fekad arefe rabbeh", nefsini her kim bilirse muhakkak sûretde Rabbini bilir. Ama Rabbini bilmesinin manâsı, Rabbini kemâliyle bilemez. Allahu Teâlâ'yı bilmek için, Allah Allah'la bilinir. Yoksa kula verilen akl u idrâk ile Cenâb-ı Hakk'ın kudreti ölçülmez. Ancak sun'-ı ilâhîye yani Allah'ın sanatlarına bakarak, oradan anlayabilir. İnsan da en büyük kitâbdır, vücûd bakımından. Çünkü üç büyük kitâb anlatacağız şimdi. 

Bu, "Nefsini bilen Rabbini bilir"in manâsı iki kısımdır. "Men arafe nefseh fekad arafe rabbeh, her kim nefsini bildi, o Rabbini bildi", Rabbini bildi ve buldu manâsına ama künh-i hakîkat-i ilâhîyi bilemez yani zât-ı ulûhiyyet-i ilâhîyi. Bu da iki kısım. Meselâ kul nefsinin zaafını bilir. Kul fânîdir bir bâkîye ihtiyâcı vardır. Kul çıplakdır, bir giydiriciye ihtiyâcı vardır. Kul rahatsız olur, hasta olur, bir şâfîye, şifâ vericiye ihtiyâcı vardır. Bir defa nefsinin aczini bilmek, Allah'ın kudreti yanında. Kudretullahı görmek ve nefsininin aczini bilmek. Bir böyle Hakk bilinir. Bu, bidâyetdir. Yani insanların ibtidâî şeklinde bu şekilde Hakk'ı bilirler. Yükselince, insanda bir kudret ve kuvvet yani insanın bir benliği vardır ki benliğinden daha içeridir. Yani ilâhî bir makâmdadır insanoğlu. Buna gidemez ama evvelâ bidâyetde. Evvelâ aczini bilecek. Sonra kendindeki bulunan, hâmil olduğu defîneye vâkıf olacakdır. Hepsinin inşâallah tahlilâtını yaparız.

İlâhî bir tecelliyât var insanda. O benlikden içeri ben olan şey, ilâhî tecelliyât. Bunun da misâli, denizden böyle bir bardak su alsak, dışarı çıkarsak, bu deniz midir? Değildir. Ama denizden hâriç de değildir. Veyâhud da insanoğlunun ilâhî varlığına sebeb denizin kaynaması gibidir, kabarcıklar insanın vücûdu gibidir. Cenâb-ı Hakk'la iltisâkı ve münâsebetlerini söylemek istiyorum yani bu şekilde. Ancak böyle tarif edilebilir. Yâhud lezzetle duyulur, söylenmez.
Ama insanların hiç birisi, yani bugüne kadar gelen insanların, bugünden sonra da kıyâmet gününe kadar insanların ve hâl-i hâzırda bulunan insanların, hiç birisi birisinin aynısı değildir. Her husûsâtda. Öyleyse, her kula ayrı tecelliyât vardır. Zâten aynısı olursa, Cenâb-ı Hakk'ı ihâta etmiş oluruz. Gayr-ı muhîtdir Allahu Teâlâ. Öyleyse, tecelliyât her ân olmakda ve herkese ayrı ayrı olmakda. Herkesin iktidârına göre, herkesin kâbiliyyetine göre tecelliyât olur.
Bu üç şeyle anlaşılabilir, üç ilimle.

Birisi, âyât-ı âfâkiyye. Yani kâinâtda olan nesneleri görerek okumakla. Meselâ güneş. Güneş diye gökyüzünde yazılı değil, güneşin kendisi var. Şimdi bu âyât-ı âfâkiyyedir. Bu kâinât bir kitâbdır. Ne kadar? Tâ seriyyeden süreyyâya kadar, yâhud onun mâverâsında, artık nereye kadar gidiyorsa, bir kitâbdır ve bir risâledir, okuyabilen için. Okuyabilen için! Güneş, ay, yıldız, dağlar, ağaçlar, çiçekler, toprak, su, derya, deniz, nehirler, hayvanlar, insanlar, dört ayaklı yürüyenler, kırk ayaklı yürüyenler, iki ayak üzerinde yürüyenler, uçanlar, ayaksız olanlar. Ayne'l-yakîn bunlar şimdi, birinci. 
İkincisi, âyât-ı enfüsiyye. Kendi mâlik olduğumuz, vücûdumuzdaki bulunan teşekkülâtın ve hâmil olduğumuz esrâra sâhib olmak, vâkıf olmak.
Üçüncüsü, âyât-ı kitâbiyye, elfâziyye. Yani kudsî kitâblar, semâvî, mukaddes kitâbların nuzûlü. Yâhud o kudsî kitâblardan ilhâm ile alınarak yazılan, büyük insanların yazdıkları eserler, insanları doğruya, hakka götüren.

Sunucu, "Beden hakkındaki bilgi deyince, fizyolojik bilgiden öte bir bilgiden mi bahsediyorsunuz? Sôfîler bilimin ötesinde bir takım bilgilere mi sâhibler?" deyince Efendi Hazretleri buyurdular ki :

O da dâhil ama o demek değil. O d aiçine dâhil. Meselâ bir tıb âlimi, bir doktor, kudretullahı yani insan vücûdunda bulunan kudretullahı diğer insanlardan daha çok bilmekde. Ama doktor olmasan da sen de kendi vücûdunu aynaya bakdığın vakitde, niçin gözümün üzerinde kirpiğim var, kirpiğimin üzerinde kaşım var, ağzımın üzerinde burnum var, burada dişler, çiğneyici dişler, burada koku, burada anlama, duyma. ve iki tâne ve öne verilmiş. Bu şekilde vücûdun ahvâl ü harekâtı, midenin hazmetmesi filan ve gâitin arkadan çıkarılması, kokusu. Çünkü önden çıksaydı gâit, meselâ farazâ, bütün koku ağzımıza burnumuza dolacakdı bizim. Vücûdun en uzak bir yerinden çıkıyor. Demek ki bir kudret bunu bir şekle koymuş ki, hem de öyle bir intizamlı, muntazam bir şekle koymuş ki, akıl duruyor karşısında. Bu da işte bir âyât u beyyinât. Âyât-ı enfüsiyye yani nefs âyetleri. 

Meselâ Kitâb'da göreceğiz, esteîzübillah, "نَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ ve nahnu akrebu ileyhi min habli'l-verîd, ben size can damarınızdan daha yakınım" diyor Kitâb'da. Fakat biz bunu kendi vücûdumuzda, vücûd kitâbımızda okumayınca sezemeyiz. Bu üçünün de birbirine ihtiyâcı var şimdi. Onu söylemek istiyorum. Yani âyât-ı âfâkiyye, âyât-ı enfüsiyye, âyât-ı elfâziyyenin, üçünün birbirine ihtiyâcı var. Bir beşerin yükselmesi için bu üçünü bir araya cem edecek, toplayacak. Bazısı âyât-ı elfâziyyeden, bazısı âyât-ı âfâkiyyeden, bazısı âyât-ı enfüsiyyeden Hakk'a gidiyor. Hepsi âyât-ı elfâziyyeden gitmiyorlar. Hepsi enfüsiyyeden gitmez. Hepsi âfâkiyyeden gitmez.  Herkesin nasîbi neyse nasîbi, oradan yürüyecekdir Hakk'a.

Sunucu, "İnsanın bedenini tanımasında sôfîlere mahsûs bir yol var mı?" diye sorunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :

İki türlü yol var. Bir, doktorluk. Bir de manevî kısım, vücûddaki bulunan bir takım esrâr-ı ilâhîye vâkıf olmak. Ama bu her dâim olmuyor, herkese nasîb olmuyor bu, yükseldiği vakitde oluyor, bu esrâra vâkıf oluyor.

"Bu sâliklere talîm edilen bir usûl müdür?" diye sorunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Kimin iktidârı ve istidâdı varsa, onda bu zâhir olur, kendisinde. Biz sâliklerimize bir çok şeyler söyleriz. Bakarsın birisi mûsıkî ile Hakk'a gitmeye kalkıyor. Kimisi kıyâm zikriyle, kimisi kuûd zikriyle, kimi namaz ile, kimisi tefekkür ile. Bak tefekkür veriyoruz, tefekkürde vücûd da var işin içerisinde. Herkese ayrı bir tecelliyât oluyor. Ve herkes iktidârına göre ve istidâdına göre o işe sâhib oluyor. 

Sunucu, "Duydum ki tasavvufda dervîşin Allah'la münâsebeti âşık maşûk münâsebeti imiş. Aşk türlü türlü tezâhür ediyor, babanın oğula, karının kocasına, kardeşin kardeşe mubabbeti farklı farklı oluyor. Dervîşin Allah'a olan muhabbetini nasıl tarif edersiniz?" diye sorunca Efendi Hazretleri buyurdular ki:

Bu, lisânla ifâdeye gelmez. Söyledim deminki sözle. Bazı şeyler vardır ki yirmi sekiz harfel ifâde olunmaz. Yirmi sekiz kelime olursa belki söyleyecek onu. Ne gibi? Sağıra âhenk olmaz, köre renk olmaz. Sen halka bunu anlatamazsın ki. Kendin bilirsin. Meselâ gülün kokusunu tarif edebilir misin? Bunun gibi. Yâhud balın lezzetini. Ancak tadan bilir. Gülün kokusunu bilen bilir. Tarif edilmez ki.

Sunucu, "Ben bunun tarifini pek aramıyorum, daha ziyâde böyle bir şeyin varlığını öğrenmek istiyorum, bunun teyidini istiyorum" deyince Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Tabii, tabii, tabii, hiç şübhe yok. Bu da, kul fânî olmak münâsebetiyle, Allah'ı sevemez. Ancak Cenâb-ı Hakk'ın varlığını kabûl etdikden sonra, O'nu zikrede ede, zikrede ede ve O'nun emirlerini seve seve yapa yapa, men etdiklerinden O'ndan çekinerek kaçına kaçına, o hâle gelir ki, Cenâb-ı Hakk'ın muhabbetini üzerine celb eder. Allah kulunu sevdiği vakitde, onun kalbine kendi muhabbetini, aşkını verir, o da O'na âşık olur. Ama o münâsebetin ne olduğunu bilemeyiz. Birkaç tâne kıssasını anlatabiliriz. Hakk'la konuşabilir. Hakk Teâlâ mekândan münezzeh olarak, keyfiyyeti meçhûl olarak cemâlini ona gösterebilir. Nasıl olur, bilmiyorum, keyfiyyeti meçhûl. 
Sonra ilân eder onu, semâdaki bulunan meleklerine. Der ki, "Ben filanca kulu seviyorum, siz de sevin". Onlar severler. Sonra arddaki halka hitâb eder, "Ben filanca kulu seviyorum, siz de sevin". Hakk'ı sevenlerin hepsi onu severler. Başlar halk onun etrâfında dönmeyei ona hizmet etmeye. Ekmek, su, hava gibi olur o bazı âşıklar için. Onu görmeyince, nasıl bir adam su içmeyince yaşayamaz, ekmek yemeden yaşayamaz, hava almadan yaşayamaz, onu görmeden yaşayamazlar. İşte bunlar hepsi Cenâb-ı Hakk'ın sevgisinin, Cenâb-ı Allah'ın sevdiğinin işâretlerindendir. Halk arasında onu mahbûb eder yani sevgili yapar. Bazen kendisi de şaka yapar onunla, cilve yapar, naz ve niyâz eder. Nasıl biz Cenâb-ı Hakk'a itâat ediyorsak, Allah da o kuluna itâat eder, ne isterse yapar, verir. 

Sunucu , "Allah bizim aşkı kabûl ve onu tezâhür etdirme kâbiliyyetimizi mi deniyor?" diye sorunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Denemeye lüzûm yok onun için. Denemesi bize bildirmek içindir.  

www.muzafferozak.com

Listeye geri dön