Allah'ı Bilmeli Allah'ı Bulmalı Allah'lı Olmalı

6 Şubat 2021 tarihinde yayınlanmıştır.

Hikmet

Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Allah insanoğlunu toprakdan halk etmişdir ve kırk gün yoğurmuş toprağını. Bu kırk gün bizim bildiğimiz dünyâ günlerinden değildir. Ve üzerine keder yamuru yağmışdır. İnsan hayatda kırk sene yaşasa, otuz dokuz senesi meşakkat ve kederdir ancak bir senesi sürûr olabilir. Daha açık misâlini verelim. Meselâ bir adamın yetmiş sene ömrü olsa, yetmiş sene ömrün yarısı uykuyla geçer. Onun da yarısı gene, on yedi senesi, çocuklukla geçer, geriye on yedi senesi kalır. O on yedi senenin içerisinde, askerlik, hastalık, annesini kaybetme, babasını kaybetme, sevgililerini kaybetme günleri onu doldurur. Yani görülüyor ki, kırkda bir cüzü sürûr olabiliyor ancak. O da çocukluk zamânımızda, annemizin babamızın kucağındayken. Yani talihli çocuklar, dört göz arasında büyüyorlar, anne-baba arasında büyüyorlar, tâlihlileri. Tâlihi olmazsa, o vakit, babası annesini bırakıyor, ayrılıyor, ya ölüyor, yâhud annesi babasına bırakıyor çocuğunu kaçıp gidiyor, çocuk babasına kalıyor. Yani gene o çocuk küçük yaşında dahi feleğin, hayâtın bir hengâmesini yemekde.

Bir senesi sürûrlu, peki otuz dokuz senesi ne olacak bunun? Gönül Allah'lı olursa, Allah'a bağlı olursa, bu otuz dokuz sene içindeki bulunan karşılaşdığımız meşakkatlere tesellî buluyoruz. Tabii bu, "Allah'a inandım" demekle olmuyor bu. Allah'ı kendinde bulmak ve Allah'ın kendisine yakın olduğunun farkına varmak ve kendisinin de Hakk'a yaklaşmasını temînle mümkün. Kimsesiz de kalsa, mâdem ki Hakk bâkîdir ve hayydır, hep Allah'la berâber, sâhibli olduğunu biliyor ve meşakkatleri, kederleri def ediyor, Hakk'dan biliyor, Hakk'la berâber olduğu için. 
Öyleyse Allah'lı bir gönüle mâlik olmak için ne yapmalı? 
Hakk her tarafda zâhir, Allahu Zü'l-Celâl Hazretleri. Gözleri görmeyenler, yani bu perdeyi açamayanlar, Allah'ı görmüyorlar. Halbuki Allahu Teâlâ her yerde zâhir. A'mâ nasıl renkden bî-haberse, Hakk'ı görmeyenler, aynı vaziyyetdedirler. 
E peki Hakk'ı görmüyoruz fakat kudretini görüyoruz. Ard, yer, altımıza nasıl döşenmiş? Semâ, üzerimize nasıl kaldırılmış? Güneşi doğuran ve batıran, karanlık gecede karanlık semâyı yıldızlarla süsleyen, bizi yokken vâr eden, bir katre su iken, ana rahminde kudret fırçasıyla hayız kanıyla yoğuran, bizi istediği şekle koyan, göz verip gösteren, kulak verip dinleten, ayak verip yürüten, el verip tutturan, his veren, akıl veren, bizi rengârenk halk eden, kimimizi güzel, kimimizi çirkin, kimimizi hastalıklı, kimimizi sıhhatlı halk eden bir kuvvet ve kudret olduğu muhakkak.
Mezâhirden nikâb vurmuş anınçün mahfîdir zâtı
Velî sun'u zuhûr eder kamu eşyâda bî-enbâz
Gözün aç gezme bîhûde bu işlerden haberdâr ol
Kulağın vâr ise dinle ne hâcet ben olam gammâz

Efendi Hazretleri önünde duran bir kültablasını göstererek buyurdular ki :

Meselâ işte şunu gördüğümüz vakit, kim görürse görsün, onun kafasında dört istifham peydâ oluyor yani dört soru. Yalnız bu değil, ne varsa kâinâtda. Bu niçin yaradıldı? Neden yaradıldı? Ne şekilde yaradıldı? Kim yaratdı, kim yapdı? Demek ki bu işte cigara söndürmek için yapıldı. Madenden yapıldı yani kumdan eritildi. Peki kim yapdı bunu? Görmedik. E peki görmeyince bunu yapan yok mu yani? Mâdem ki eser var, mutlakâ onu yapan var. Bunca mükevvenât da böyle intizâm üzere, kış, yaz, ilkbahar, sonbahar, güneşler, yıldızlar, aylar, yağmurlar, karlar, güzel havalar. Yere yatırdığın bir tek buğdayı veriyorsun ordan yüz buğday alıyorsun. Mısırın bir tânesinin içerisine yüz bin okka mısır koymuş olan kuvveti görmesen de, mâdem ki bunu görüyorsun, onun varlığını kabûl etmek mecbûriyyetindeyiz. 
Peki, bunu bize hiç karşılığı olmadan veren yani karşılıksız veren, bunu görmesek dahi bunu sevmeyecek miyiz? Halbuki meydanda bu, biz görmüyoruz. A'mânın görmediği gibi. Halbuki bu kudreti görüyoruz şimdi, bu kudreti görüyoruz. Bunu sevmeyecek miyiz? Bunu zikretmeyecek miyiz? Bunun vermiş olduğu bu nimetleri tefekkür etmeyecek miyiz? Allah'ın vermiş olduğu bu kudretleri, bu güzellikleri, bu çirkinlikleri. 
O güzellik, çirkinlik, senin gözüne âiddir, hepsi güzel. Hepsi güzel de senin gözüne göre çirkin o. Çünkü neden? Bir durgun suyun içine bir sopayı sokduk, sopa kırık görünüyor. Sopa mı kırık, senin rü'yetin mi bozuk? Öyleyse hakîkatde çirkin yok ama senin gözüne göre çirkin var. İşte bu bir saatlik tefekkür senin için altmış sene nâfile ibâdetden, Allah'ın emri olmayan nâfile ibâdetden, Allah'a daha sevgili bir ibâdet olduğunu biliyor musun?
Bilmiyorsan bil ki, en nihâyetde seni buraya getiren, seni buradan götürecek gene. Sonra bu vermiş olduğu nimetlerin hesâbını sana soracak. "Verdiğim nimetlerle bana ne gibi ibâdetde bulundun, bana ne gibi şükretdin?" diyecek sana. Kendi bildiği halde gene soracak sana böyle.
Tefekkür kılsan eczâ-yı cihân 'ulvî vü ger süflî
Egerçi zahme bir lâkin gelir her zerreden bir sâz
Kimin nâlân eder halkın kimine hande bağışlar
Niyâz eder kimin işin kimini eyler ehl-i nâz
Kime sıhhat verir dâim belâdan hîç haber vermez
Kimisin mübtelâ edüp eder derd ü gama hem-râz
Fakîr eder kimin halkın verir kimisine dünyâ
Kanâ'at bahş olur kime verir kimine hırs u âz

Tefekkür etmeyenler ve ibâdet etmeyenler şuna benzerler. Kendine verilen bir nimete karşı teşekkür etmeyen kimse gibi, kaba insan, kaba sayılırlar. Öyleyse Rabbimizi sevmekle mükellefiz ve O'na itâat etmekle mükellefiz. O'nun cemâlini görmeye müştâk olmakla mükellefiz. O'nun celâlinden kaçınmakla, celâline uğramamak için ne yapılması lâzım geliyorsa öyle yapmakla mükellefiz. 
Çünkü her şeyin bir cemâli ve celâli vardır, ne görüyorsan. Sıcak bir günde esen bir rüzgar, insanı ferahlatabilir, bu cemâldir. Fırtına olursa, tayfun olursa, rüzgarın celâlidir işte o. Gene su da böyle. Su, mebde-i hayâtdır, içdiğimiz vakit hayâta kavuşuruz. O cemâldir. Eğer çok su gelirse, bu sefer insanları boğar ve hâneleri yıkar, harâb eder. O da celâldir gene. Ateş kezâ öyle. Kış gününde ateşe ihtiyacımız var, yemeği pişiriyor, bizi ısıtıyor fakat çok geldiği vakit yakar her tarafı. Biri celâli biri cemâli, biri cemâli biri celâli. 
Allah'ın da işte böye celâli ve cemâli var. Cemâlini seveceğiz ve O'na karşı medyûn-i şükrân olacağız fakat celâlinden de korkacağız. Sıhhatli olan bir kimse, hürriyyeti elinde, sıhhati elinde, sanatkâr, yetişmiş, kafası yerinde, her şeyi yerinde, bu adam, cemâldedir, Hakk'ın cemâlindedir. Bir de bunun celâli var. Hapishâneler, hastalıklar, korkunç felâketler. Görüyoruz ki celâl de var. Onlar da bizim gibi insanlar, celâle uğrayanlar, hasta olanlar, ölenler, hapishânede bulunanlar, tımarhânede bulunanlar, bunlar da insan. Bunlar da insan, bunların da sevenleri vardı, bunların da anneleri babaları vardı, bunlar da şefkat gördüler, rahmet gördüler fakat celâle uğradılar. Bizler cemâldeyiz şimdi. Bak bu topluluk, şu mekteb, burda bulunan arkadaşlık, burda bulunan şefkat, burda bulunan çalışma, tefekkür, bu Allah'ın bir nimeti, hem de nimetinin büyüklerinden bir tânesi. Bundan dolayı Rabbimize şükretmeyecek miyiz? Sonr ayarın ne olacağımız malûm mu? Allah'dan korkmayacak mıyız? Öyleyse kullara düşen vazîfe, nerden geldiğini ve nereye gitdiğini ve niçin geldiğini ve niçin gitdiğini düşünmek, tefekkür etmekdir. 
Bir a'râbîye dediler ki, yani bir köylü, çöllü a'râbîye, "Allah'ın varlığını, birliğini nerden bilirsin?" dediler. Diyor ki, "Kumun üstünden giden bir devenin ayak izinden ve onun kakasından ordan bir deve geçdiğini biliyorum da, bu kâinâtı böyle yaradanın varlığını bilmem mi?" diyor. Demek ki insan, Hakk'ın kudretini her tarafda görmekde ama Allahu Zü'l-Celâl Hazretleri, kula "Bana gel" demeyince, kul gidemez O'na.
Kimine feth olur esmâ dilinde vird olur yâ hû
Hüviyyetden duyup remzi hevâlardan gelir âvâz
Kimin bende edüp halkın bırakır nice yüzünde
Kimin şâh-ı cihân eyler olur bu bendelerden bâz
Kimin nâdân edüp halkın semâ vü arz fark etmez
Kimine ma'rifet verüp eder 'arş üstüne pervâz
Kimin dünyâya kul eyler "e'âzallâhu iyyânâ"
Binüp hırs atına dâim yeler usanmaz ol kurnâz
Her kim ki bunu kendinde buldu, Cenâb-ı Hakk'ın bu isteklerini, bu niyâzlarını kendinde buldu, onun için müjde olsun. Vay ona ki, bu kadar nimetin içinde bulunduğu halde, balık gibi, balık suda bulunur, etrâfını su almışdır, suyun farkında değildir, vay öyle olana, balıkdan farkı yok hiç. 
Öyleyse Cenâb-ı Hakk'ı sevmek ve Cenâb-ı Hakk'ın sevgisini kazanmak için, Cenâb-ı Hakk'ın bu nimetlerine şükür her insan üzerine vâcibdir. Bir adam, yüz sene tefekkür etse, yüz sene ibâdet etse Allahu Teâlâ'ya, bir kere semâya bakıp güneşi görmesinin hakkını Allah'a ödemiş olmaz. İğnenin ucu kadar bir suya Allah semâyı sokuyor.Yaa, iğne ucu kadar bir suyun içerisine, göz bebeğine yani. Bütün kâinâtı sokuyor, güneşi, ayı, yıldızları, hepsini sokuyor. Sonra bir bakıyoruz bir tâne görüyoruz, iki bakıyoruz gene bir tâne görüyoruz. Bir gözle bir tâne gördüğümüze göre, iki gözle bakdığımız vakit iki tâne görmek lâzım gelir halbuki. Haa, bu da ne oluyor, Allah'ın bir olduğuna işâret işte. Allah insan bir ağız vermiş, iki kulak vermiş, bir söylesin, iki dinlesin diye. Benim gibi yapmasınlar, bir söyleyip iki dinleyeceksin, ben hep söylüyorum, onlar hep dinliyorlar.

Bu son cümlede pek zarîf bir nükte var. Efendi Hazretleri ekseriyâ böyle yaparlar ve halkı irşâd etmek için, kusûru ve ayıbı hep kendi üzerlerine alırlardı. Bilenler bilir ki bu pek zarîf bir irşâd usûlüdür. Bütün büyük mürşidler bu usûlü tatbîk etmişlerdir.

Bak, ete söyletiyor, suya gösteriyor, (kulaklarına işâret buyurarak) burdaki sinire, kemiğe işittiriyor. Bütün dünyânın bütün fabrikalarının makinalarını, hepsini bir araya getirseler, bir insanın beyninin yapdığını yapamaz, bir beynin yapdığını yapamıyor. Hattâ bir beynin değil, bir sineğin düşüncesini yapamaz. En zayıf hayvan. 
Gene öyle değil mi, ben bir söylüyorum, bak kaç tâne kulak varsa, o kadar çoğalıyor bir. Sonra gene makina önümüzde olsa bütün dünyâ da benim bir dediğimi, üç milyar halk var, üç milyar olacak. Biri, üç milyar işitecek. Hep işin başı o birde. 
İşte o birlik, o bir, insanı bu hâlde yaratdı, bu şekilde yaratdı. Bir kolunu on metre, bir kolunu yarım metre yapmadı, bir ayağı beş metre, bir ayağı yarım karış olmadı. Burnu ağzın altına yapmadı. Neden? Ağzına aldığın lokmayı evvelâ burnun kokusunu işitecek ki sonra ağzına alasın. Sonra gözün bir tânesi burda biri burda değil, bu tepede, burda, bak, güzel. Ön diş kesdi, yan diş çiğnedi. Dudaklarımız olmasa, çiğnediklerimiz dışarı çıkacak. Ya gözlerimizin kirpikleri ve kapakları. Açık olduğu vakit içerisine toz düşecekdi halbuki kapanıyor gece. Sonra kirpikler birbirine bağlanmıyor, açılıp kapaıyor, hiç de zahmet vermiyor. Sonra yediğimizin gâitini çıkartıyoruz, önden çıkmıyor, önden çıksa bütün koku ağzımıza, burnumuza dolacak, vücûdumuzun en uzak yerinden çıkıyor, egzos borusundan, geriden.

İnekleri görmüyorlar mı? Ot yiyor, bir taraf yağ, bir taraf kan, bir taraf sidik oluyor, bir taraf süt oluyor, niye birbirine karışmıyor? Öküzden olmuyor, öküzden. İnekden oluyor, inekden. Yaa, nasıl bir süt makinası.

Eder her dem bu eczâ-yı cihânda türlü iş peydâ
Velî kendisi gizlidir arada hem çü lu'bet var
Çü zerrât-ı cihân Şemsî bu esrârı eder ifşâ
Ne lâzım sana keşf etmek eger ıtnâb eger îcâz

www.muzafferozak.com

Efendi Hazretleri bu konuşmayı, halkını İslâm'a davet maksadıyla gitdikleri Amerika'da, bir üniversitede, öğrencilerden ve akademisyenlerden oluşan bir topluluğa hitâben yapmışlardır. Ne acîb bir tecellîdir ki, aradan tam kırk yıl geçdikden sonra bugün bizim evlâdlarımız da en az Amerikalılar kadar böyle bir irşâda muhtâcdır. Zîrâ gençlerimiz arasında gafletin, şübhenin ve inkârın karanlık çukurlarında kaybolanlar pek çokdur ve maalesef bunların sayısı her geçen gün daha da artmakdadır. Kimi deist, kimi ateist, kimi agnostik olmuş, kimisi de inançlıyım der ama inancının gereğini yerine getirmez olmuşdur.
Listeye geri dön