Amerika'daki İlk Zikir Meclisleri

20 Şubat 2021 tarihinde yayınlanmıştır.

Zikrullah
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri, 1978 senesinden itibaren Avrupa'ya ve Amerika'ya pek çok seyahatler gerçekleştirmiş ve bunların hepsinde de tarîkat-ı aliyyeye mahsûs zikir meclisleri tertîb etmişlerdi. Efendi Hazretleri gerek müslüman olan Amerikalıların gerek gayr-i müslimlerin büyük ilgi gösterdikleri bu zikir meclisleri hakkındaki müşâhedelerini Aşk Yolu Vuslat Tarîki adlı eserin önsözünde yayınlamış, bu yazı, sonradan bir gazetede tefrîka da edilmişdi.

Efendi Hazretlerinin 1978 senesinde dervîşleriyle birlikde davetli olarak iştirâk etdikleri, Rennes Festivalinde icrâ etdikleri âyîn-i şerîflere büyük ilgi gösterilmiş, bu da Efendi Hazretlerini çok mütehassis etmişdi. İlki Almanya'nın Berlin şehrinde, ikincisi Fransa'nın Rennes şehrinde icrâ edilen bu âyîn-i şerîflerin Avrupalılar üzerinde bırakdığı tesiri büyük bir memnûniyetle karşılayan Efendi Hazretlerinin bu müşâhedelerini "Traditional Art Festivali 1978" başlıklı yazımızda yayınlamışdık. Efendi Hazretleri 1978 senesindeki seyahatlerinin ikinci safhasına dâir müşâhedelerini de şöyle anlatıyorlar :
Rennes ve Paris'de, bizleri içden bir samîmiyet ve konukseverlikle bağrına basan Fransızları, canından ayrılan bir cesed gibi bırakarak Amerikalıların davetlerine icâbet etmek üzere yola çıkdık ve sekiz saatlik bir hava yolculuğundan sonra izn-i ilâhî ile Yeni Dünya'ya ayak basdık.
İstanbul'u teşrîflerinde özel olarak ziyâretimize gelmek lutfunda bulunarak kendileri ile tanışmak bahtiyarlığına erişdiğimiz ve o târihden beri sevişdiğimiz Amerikalı âşıklarla, ismimizi işiten ve fakat tanışma fırsatını elde edemediğimiz diğer Amerikalı âşıklar tarafından harâret ve samîmiyetle karşılandık. Beyân-ı hoş-âmedi ve tanışma merâsiminden sonra bagajlarımızı aldılar ve bizleri arabalarına taksîm ederek misâfir kalacağımız sayın profesör Tosun Bayraktar'ın evine götürdüler. 
Amerika'da kaldığımız süre içinde New York Üniversitesi ile Columbia Üniversitesinde gösteri mâhiyetinde Halvetî Tarîkatı erkânını icrâ etdik. Tarîkatler hakkında araştırma ve incelemeler yapan bütün âşıklar ile ilim adamları bu gösterilerimize aşk ve şevk ile iştirâk etdiler. Her gösteriden önce Sayın Talat Halman, tarîkatler hakkında birer konuşma yapdı ve islam tasavvufu hakkında derin, anlayışlı ve insaflı açıklamalar yaparak bu gösterilerin mâhiyetini hazır bulunanlara anlatmağa çalışdı. 
Pazar günü, saat 11.00'den 13.00'e kadar New York radyosunda dînî mâhiyetde bir konuşma vardı. Ben fakîrden bu iki saatlik konuşmayı kabûl etmemi istediler. Bunun bir ihsân-ı ilâhî olduğunu anlayarak kabûl etdim. Tevhîd ve zikir hakkında spikerle bir mülâkat yapdık. Tercümeyi, dînî ıstılaha ve özellikle ıstılahat-ı sôfiyyeye bi-hakkın vâkıf olan Sayın Profesör Tosun Bayraktar yapıyordu. Sayın Profesör Bayraktar'a "Evvel Allah sonsuz bir itimadım bulunduğu cihetle, söylediklerimi aynen ve harfiyyen tercüme etdiğine emîn idim ve bu bakımdan tam bir kalb huzûru içinde bulunuyordum. 
Sohbetimiz önce Ezân-ı Muhammedî ve onu takiben Kur'ân-ı Kerîm okunması ile başlamışdı. Okunan âyet-i celîlelerin ma'nâsı ve açıklaması yapıldıkdan sonra zikir ve tevhîdin îzâhına geçildi. Bir ara, spiker sohbetimizi keserek, "Amerikalı âşıklar tevhid edilmesini bekliyorlar. Efendi, lutfen tevhîd edebilir mi?" teklifinde bulundu ve müsbet cevâb vermemiz üzerine, bu sohbetimizi radyolarından dinleyenlere şu anonsu yapdı : "Bu sohbet ve mülâkatımızı dinleyen âşıklar! Lütfen, telefonlarınızın fişlerini çekiniz ve kapılarınızı da kilitleyiniz. Şimdi tevhîd edilecekdir" dedi.
Gözyaşlarımı tutamadım ve ağlamağa başladım. Nasıl ağlamasa idim ki, milyonlarca Amerikalı radyoları başında bizi dinliyor ve tevhîd etmemizi bekliyordu. Tevhîd etmeğe başladım ve benimle birlikde bütün Amerikalı âşıklar da tevhîde iştirâk etdiler. Bana öyle geldi ki, Amerika semâları tevhîd ile inliyor ve bütün kâinât ve mevcûdât tevhîdimizi dinliyordu. Yerler ve gökler ve yerlerle gökler arasında bilinen ve bilinmeyen, görünen ve görünmeyen herşey nûr u tevhîd ile nûrlanıyordu. Helecan ve heyecanımız son haddini bulmuşdu ki, spiker ilginç bir îkâzda bulundu. Tevhîd, Arapça olduğundan telaffuzu Amerikalı âşıklar icin zor oluyordu. Bu keilme-i tayyibe-i münciyyeyi iyice öğrenebilmeleri ve söylemeleri için hece hece ve ağır ağır okunması rica ediliyordu. Fakîr, bu haklı îkâzı yerinde bulduğumdan, hece hece ve ağır ağır tevhîde devâm ediyordum. Böylece anlaşılması, öğrenilmesi, bellenmesi ve söylenmesi de kolaylaşmış oluyordu.
Radyo ile yayınlanan bu sohbetimizi dinleyen Amerikalılar radyo evini doldurmuşlardı. Daha uzaklarda bulunup bu sohbetimizi dinleyenlerden bir çokları da sonradan Kanada'dan, Washington'dan, Alaska'dan, Kaliforniya'dan, Teksas'dan ve daha adlarını bilemeyeceğim bir çok eyâlet ve kentlerden bizi görmek maksadiyle New York'a gelenler oldu. Hardy adındaki genç bir talebenin yirmi yedi saatlik tren yolculuğunu iktiham ederek fakîrin sohbetinde bulunmak istemesi beni hayret ve haşyete düşürdü. Waşington'dan gelen sayın profesör Piyer'in ve kalabalık sayıdaki talebelerinin ziyaretlerini ise, nâciz ömrümün erişilmez bir mazhariyeti olarak kabûl ediyorum. Ziyaretimizde bulunmak nezâketinde bulunanlar fakîrden tasavvufa, tevhîde ve zikir meclislerine dâir sorular soruyorlar
ve her toplantımızı rahmet-i ilâhiyyenin yağmur gibi yağdığı bir cennet bahçesine çeviriyorlardı.
Ayrı ayrı tetkik ediyordum. Hepsi de Allahu Sübhânehû ve Teâlâl Hazretlerine âşık idiler. Yüzleri kadar kalbleri ve kalıpları da saf ve temiz ve güzeldi. Sîretleri sûretlerinde müşâhade olunabiliyordu. İstisnasız hepsi ma'şûk-ı hakîkîden haberler soruyorlar, bizimle Allah ve aşk sohbetleri yapmağa can atıyorlardı.  
Hiç kimse yanlış anlamasın ve yanlış yorumlamasın! Amerika'da gördüğüm Allah sevgisini gezebildiğim islâm ülkelerinin pek azında müşâhade etdiğimi itiraf etmek zorundayım ve bu ifâdemle bir kadirşinaslık görevi yapdığıma inanıyorum. Zikir başladığında ağlamayan göz, Allah demeyen dil Hakk sevgisi ile dolmayan gönül kalmıyordu. Tevhîdi dillerine vird edinmişlerdi. Yemeği içmeği akıllarına bile getirmiyorlardı. Teneffüs etdikleri hava, içdikleri
su ve bütün yaşantıları Allah sevgisi ile doluydu. Mübâlağa etmiyorum, yemiyorlar, içmiyorlar, uyumuyorlar, hep Allah'dan söz ediyorlar, Allah'dan bahis açıyorlardı. Allah sevgi ve aşkı, fizyolojik ihtiyaçlarını onlara unutturmuş, âdetâ onları melekleştirmişdi. Hepsi de bir çocuk kadar saf ve ma'sûm idi.

Bir sohbet esnâsında ortaya meyve getirdiler. Kendileryle latîfe etmek maksadiyle şöyle bir soru sordum : "Nasıl istersiniz?" dedim, "Bu meyveleri, sizlere Allah taksîmi olarak mı, yoksa kul taksîmi olarak mı paylaştırayım?". İttifakla ve kesinlikle cevâb verdiler : "Allah taksîmi isteriz!". Meyveleri üç kişiye bölüştürdüm ve diğerlerine bir şey vermedim. Onlar hayret ve merakla netîceyi beklerken ilâve etdim, "İşte Allah taksîmi budur. Allahu Teâlâ, bazı kullarına bol bol verir ve bazılarını da mahrûm eder". Hiç düşünmeden cevâb verdiler : "Allah taksîmi bu ise, biz onun bu taksîmine râzıyız" dediler.
Rabbimin, kendilerine tevhîd irfânını bahş ve ihsân buyurduğunu anladım, gözlerim yaşardı, içim doldu ve gönlüm sürûr ve inşirah buldu.
Yine bir meclisde, latîfe yolu ile onların irfânlarını ölçmek istedim ve kendilerinden sordum :  "Allahu Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin görmediği nedir?". Aralarında Lex adında birisi şu cevâbı verdi : "Allah’ın görmediği ve bilmediği hiç birşey yokdur ve olamaz. Olsa olsa sevdiği bazı kullarının günahlarını görmezlikden gelir", dedi. Yani bir bakıma Allahu Teâlâ sevdiği kullarının suçlarını bağışlar demek istiyordu. Oysa fakîrin istediğim ve beklediğim karşılık bu değildi. Sorumun beklediğim cevâb, "Allahu Teâlâ rüyâ görmez. Zîrâ zât-ı ulûhiyyetini gaflet, dalgınlık ve uyku bastıramaz ki, rüyâ görsün". Bununla beraber Lex'in cevâbı beklemediğim ve ummadığım bir karşılık olarak kendisine karşı ilgi ve sevgimi arttırmışdır.
Gece yarısnından sonra saat 03.00'e kadar zikir, tevhîd ve Hakk sohbeti ediyorduk. Uyumaları ve dinlenmeleri için kendilerine saati hatırlatdığımda, "Efendi bizi sevmiyor mu ki uyumamızı istiyor. Halbuki pek yakında bizler öyle bir uykuya dalacağız ki, o uzun uykunun sonu kıyâmet günü olacakdır. Efendi bizimle birkaç gün daha beraber olacak, onun huzûrunda geçireceğimiz bu kıymetli dakîkaları uykuya fedâ eder miyiz", itirazı ile beni susturuyorlardı. İki saatlik bir uykudan sonra sabah namazına kalkdığımızda, bir çoklarının tesbîh ve tevhîdde bulunduklarını, Allah'a yemîn ederek temin ederim.
Kültür Sarayında yapılan bir zikir ve devrândan sonra, kıt ve kısır akıllarınca kendi dînî telakkî ve anlayışlarını neşir, telkîn ve propaganda için gelen ve bazı sorular soran Yahova Şâhidlerine kırıldığımı ve incindiğimi zanneden bir Amerikalı âşık, yüksek sesle ve Türkçe olarak, "Amerika'da Allah âşıkları çokdur ama deliler de eksik değildir!" diyor ve Yahova Şâhidlerini gösteriyordu.
Bize New York katedralinde de zikir ve tevhîd yapılmasını teklîf etdiler. Tereddüd etmeden kabûl etdim ve kararlaştırılan akşam katedrale gitdik. Çok kalabalık bir topluluk bizi bekliyordu. Katedralin baş râhibi bizleri saygı ile karşıladı ve bize soyunup dînî kıyâfetlerimizi giyebileceğimiz ve dinlenebileceğimiz bir yer gösterdi.

 

Salat ü Selâm'dan sonra tevhîd, ilâhi ve evliyâullah âyîn-i şerîfine başladık. Dervîşlerimizin zikir ve tevhîd ile başlayan vecd hâlleri, bir anda seyircilerimizi de etkilemiş olacak ki, onlar da bizimle beraber tevhîde başladılar. Bizim dervîşlerin halkasının dışında ikinci bir halka teşkîl ederek onlar da zikir ve tevhîde katıldılar. Lâilâheillallah sayhaları ile kendilerini devrâna atıyorlar, ilâhi bir cezbe ile zikir ve tevhîd ediyorlardı. Katedralin Ayasofya Câmi-i Şerîfinin kubbesinden yüksek olan kubbesine akseden tevhîd sesleri âdetâ dalga dalga arş-ı Rahmân'a yükseliyordu. Hazır bulunanları aşk-ı ilâhî kuşatmış ve istisnâsız hepsinde sekr-i tevhîd hâli başlatmışdı. O kadar ki, zikir ve tevhîd edenlerden bazılarının bizim makâm ile okuduğumuz ilâhileri İngilizceye çevirerek aynı makâm ile İngilizce olarak okudukları duyuluyordu. Zikir ve tevhîd ederken katedralin sallandığını ve duvarlarda asılı bulunan resimlerin yere düşecek şekilde sarsıldığını gözlerimle gördüm. Devrân sona erdi ve duâ edildi.
Sohbete oturulduğunda bir Amerikalı sordu, "Gül neye remzdir?". Cevâb verdim, "Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimize remzdir". Soru sâhibi zikir ve tevhîd esnâsında etrâfa gül kokusu yayıldığını söyledi. Fakîr o zâtı teyîd ve tasdîken, "Evet, gül Resûlullah sallallahu aleyhi veselleme, lâle de tevhîde remzdir" dedim.
Amerikalı âşıklarla bu minval üzere sohbeti koyulaştırırken, İmam-Hatip ve İslam Enstitüsü mezûnu olduklarını tahmîn etdiğim iki müslüman Türk gencinden birisi söze karışdı ve kadınların erkeklerle beraber zikretmelerinin dîn-i mübîn-i islâmda câiz olup olmadığını sordu. Cevâben, "Kur`ân-ı Kerîm cümle-i vâhide hâlinde değil, âyet âyet yirmi üç yılda nâzil olmuşdur, değil mi?" dedim. "Evet" dedi. Mesele şimdi tamâm oldu. "Yapdığınız bu zikir bir bidatdir. Devrân ile mûsıkî ise harâmdır. Bu neviden bidatlerle islâma bir fayda sağlayamazsınız!" deyince kendisinden ricâ etdim, "Kur`ân-ı Kerîm'den birkaç ayet okur musunuz?" dedim. Beni kırmadı, Kevser sûre-i celîlesini mahrec-i hurufâtın hakkını vererek uşşâk makâmında okudu ve ilâve etdi, "İstanbul'da sizden aldığım Karabaş Tecvidi ile bu cevâbı vermiş bulunuyorum" dedi. Açıkça ifâde etmemekle beraber demek istiyordu ki, "Senin İslâm Dîni hakkında ne bilgin var ki, böyle işlere karışıyorsun. Sen Sahaflar'da bir kitapçısın ve ben seni oradan tanıyorum". Onun bu müdâhale ve müdâfaasını, gayret ve hamiyet-i dîniyyesine hamlederek memnûn olmuşdum ama dînimizde mûsıkînin değil, tegannînin harâm olduğunu kestiremiyordu. Nitekim kendisi de Kevser sûre-i celîlesini "mûsıkî dînen harâmdır" dediği halde, uşşâk makâmında okumuşdu. Ne tuhaf değil mi?
Kişi, gerçekden bilmediğine düşman oluyor. Bana soru sorarken, önce Türk ve islâm olduğunu saklayan ve İngilizce konuşan bu zâtın bir Türk ve müslüman olduğunu, suâl tevcih ederken farketmişdim. Zîrâ alnında secde izi vardı. Netekim, beraberinde bulunan arkadaşı da, kimliklerini açıkladıkdan sonra sitem ve ta'rizden geri kalmamış, "Sizin yapdığınız bu zikirde riyâ var!" demişdi. Ona da, "Bütün ameller, niyyetlere göredir" cevâbını verdim ve âlemlere rahmet olarak gönderilen iki cihân serverinin, "Allahu Teâlâ'yı çok çok zikrediniz, münâfıklar size mürâî desinler" meâlindaki hadîs-i şerîfini hatırlatdım.

Üçüncü arkadaşları da,  "Ben. Türkiye'de de zikir gördüm ama sizin yapdığınız gibi değildi. mütalaası ile işe müdâhale edince, "Görmediğiniz ve bilmediğiniz daha çok şeyler var. Bir kimsenin bir şeyi görmemesi ve bilmemesi, o şeyin olmaması demek değildir" cevâbını verdim. Bu sırada, yanlarına başında kalpak bulunan bir zât daha geldi ve hepsi bizi tenkid ederek meclisimizden ayrıldılar. Fakîr ise, bizleri duâdan unutmamaları niyâzı ile kendilerini uğurladım. Oysa bizler anavatandan gelmişdik, Türk ve müslüman idik. İstanbul'da kitapçılık yapdığımı ve hattâ benden bir Karabaş Tecvidi satın aldığını söylemek sûretiyle aklı sıra beni küçümseyen ve ifâdesine göre Kayseri'li olduğu anlaşılan ve tam bir îmâna mâlik bulunduğundan aslâ uşkum olmayan bu dîn kardeşlerimden acı ve incitici tenkid ve ta'rizler, haksız ithamlar yerine hiç değilse güleryüz ve tatlı söz beklerdik. Fahr-i âlem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, "Birbirinizi sevmedikçe îmân etmiş olmazsınız, beni her şeyinizden ziyâde sevmedikçe îmânınız kemâle ermez" buyurmamışlar mıydı?
Columbia üniversitesinde de, sonradan solcu olduklarını öğrendiğimiz talebelerden bazıları ile mantık ve akıl konularını tartışmışdık. Fakîr, "Mantığı Şeytan îcâd etmişdir" deyince, "Bizi şeytan yapdın!" diye itirazda bulundular. Oysa îcâd edenle mantığı birbirine karıştıran ve böylelikle aradaki farkı temyiz ederneyecek kadar âciz oldukları anlaşılan bu talebelere, "Konuşmalarımızı, Türkçe değil İngilizce yapalım. Zîrâ bizi dinleyenler Amerikalı ve İngilizlerdir", deyince de sohbeti bırakarak meclisimizi terketdiler. Bu gâfillere gerçekleri kabûl ve tasdîk ettirmenin mümkün olmayacağı âşikâr idi. Mantığın, dâimâ menfaati aradığının farkında bile olmayan, oysa aşk ve muhabbetin aklın ve mantığın ötesinde bulunduğunu, aşk ve muhabbetde menfaat aranmayacağını anlayamayacak kadar bu konularda yavan olanlara, Allahu Teâlâ'dan hidâyet dilemekden gayrı elden ne gelirdi?
Şurası muhakkak idi ki, halkımızın sağcısı da, solcusu da hakîkatlere sırt çevirmekdedir. Kimi aşırı taassubundan, kimi hasedinden. kimisi de anlamaya nasîb ve isti'dâdı bulunmadığından gerçekleri kabûl etmemekdedir. Çatışmaların, çekişmelerin ve çelişmelerin temelinde yatan da budur. Üzülerek ve hayıflanarak belirtmek zorundayım ki, hak ve hakîkatleri bir türlü kabul edemiyor, yarım yamalak
bilgilerimize, kıt ve kısır mantığımıza dayanıyor ve güveniyor ve bunun da en doğrusu olduğunu sanıyoruz.
Değişik pasajlar hâlinde nakletmeğe çalışdığım şu muamele ve münâzaraya bakınız, dikkat ve ibretle düşününüz. Avrupalı ve Amerikalı, bizleri Allah icin bağrına basarken, kendi dindaşlarımız ve vatandaşlarımız, yabancı bir ülkede ve başkalarının gözü önünde hakârete varan ters ve yanlış muamelelerden kaçınmıyorlardı. Bizleri hakkıyla ve lâyıkıyla tanıyan dîn kardeşlerimizi tenzîh ve tebrie ederim. Özellikle, Kırımlı Türklerin bizden esirgemedikleri yakın ilgi ve sevgiye minnet ve şükranlarımı sunmayı, bu vesîle ile ödenmesi gerekli bir borç ve vazîfe sayarım.
Yukarıda, bilvesîle "Kişi bilmediğinin düşmanıdır" demişdik. Biz, bu risâlemizde hem bilmeyen, hem de öğrenmek istemeyen câhil ve gâfillere, zikrullahı Kur`ân-ı Kerîm ile isbâta, hadîs-i şerîflerin hiçbir kuşku ve tereddüde yer vermeyen belâgatiyle i'lâma çalışacağız ve zikr-i cehrînin câiz olduğunu, erkân-ı evliyâullahdan devrânın hak ve gercek bulunduğunu, olanca vüzûhu ile açıklayacağız ve böylelikle hâl ilmini bilmeyenleri irşâd veya bildikleri hâlde itiraz ve muhalefetde bulunanları îkâz etmeğe gayret edeceğiz. Onların ifâde ve iddiâlarını delîlleriyle reddederken, erkân-ı evliyâullahı öğrenmek isteyen
mü'minlere ve îmâna tâlib olan âşıklara da hak ve hakîkati anlatacağız.

Efendi Hazretleri, sonraki yıllarda defalarca Amerika'ya giderek orada pek çok zikir meclisleri tertîb eylediler. Bu zikir meclislerine iştirâk eden gayr-i müslimler arasından niceleri îmân ile, islâm ile müşerref oldular. Aşk ile vecd ile yapılan zikrullahın nûru nice karanlık kalbleri aydınlatdı, nice körlerin gözlerini açdı, nice ölüleri ihyâ eyledi. Sayılarını ancak Allah bilir.

Hakk tevfîk eyleyip kıldı inâyet
Âşıklar saf tutdu meydânımıza
Mürşid-i kâmilden aldık inâbet
Cem oldu melekler devrânımıza

www.muzafferozak.com


Listeye geri dön