15 Ocak 2022 tarihinde yayınlanmıştır.
Büyük mürşidlerimizden Seyyid Ahmed Rıfâî Kaddesallahu Sırrahu'l-Âlî Hazretleri, "Hakk'la Beraber Olan Hakîkat Ehlinin Hâlleri" nâmındaki eserinde buyuruyorlar ki :
Abbas bin Abdülmuttalib radıyallahu anh Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin şöyle buyurduğunu rivâyet etmişdir :
ذَاقَ طَعْمَ الإِيمَانِ مَنْ رَضِيَ بِاللَّهِ رَبًّا وَبِالإِسْلاَمِ دِينًا وَبِمُحَمَّدٍ نَبِيًّا
Kim Rab olarak Allah'dan, dîn olarak İslâm'dan, peygamber olarak da Muhammed'den râzı olursa îmânın zevkini tadar.
Hadîs-i şerîfde bahsedilen zevk, rızâ netîcesinde elde edilen marifetdir.Marifet, Allahu Teâlâ Hazretlerinin sevdiği kullarının kalbine yerleşdirdiği bir nûrdur.Bu nûrdan daha yüce, bu nûrdan daha kıymetli bir şey yokdur. Marifetin asıl ma'nâsı ise, "اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا فَاَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا" âyeti sırrınca kalbin el-Muhyî yani dilediğine hayât veren Allahu Teâlâ ile hayât bulmasıdır.
Allahu Teâlâ Kur`ân-ı Kerîm'de şöyle buyurmuşdur :
Kim nefsini öldürürse dünyâsı ondan uzaklaşır. Kim de kalbini öldürürse Mevlâ'sı ondan uzaklaşır.
İbn Semmâk'e sordular, "Kul marifetin özüne erdiğini ne zaman anlar?" dediler. O velî şöyle cevâb verdi, "Kul Hakk'ı ayn-ı itibâr ile gördüğü vakit marifete erer. O vakit Hakk'dan gayrı ne varsa, gözünden silinir, yok olur" dedi.
Bazı büyükler marifet hakkında şunları söylemişlerdir :
- Marifet, Allah'dan gayrı ne varsa bir hardal tânesinden daha değersiz ve önemsiz hâle gelmesidir.
- Ârifin gönlünün güneşi gündüzün güneşinden daha parlak, daha göz kamaştırıcıdır.
- Marifet nûrlarının menbaı olan ârifin gönlünden şu beyitler taşar :
Geceleyin doğar âşıkının güneşi
Hiç batmadan öylece parlar durur
Geceleyin batar gündüzün güneşi
Batmaz aslâ gönüllerin güneşi
Zünnûn-i Mısrî Hazretleri de şöyle buyurmuşdur : Allah'ın bazı sırları ızhâr etmesi, tıpkı güneşin doğup ışık hüzmelerini yeryüzüne yayması gibi ilâhî inâyetin eseridir. Siz gönlünüz nûrlandırmaya bakın. O'nun iltifâtının muhâtabı ve sırrının meskeni gönüldür. Ârif, Allah'dan başkasını gönlüne koymaz.
Bir hadîs-i şerîfde şöyle buyrulmuşdur :
Allahu Teâlâ insanları zulmet içerisinde halk etdi.Sonra üzerlerine nûrundan bir tutam serpdi. Saçılan bu nûrdan kendisine isâbet eden, hidâyete erdi, isâbet etmeyenler ise dalâletde kaldı.
Sôfilerden biri bu makâmda şu şiiri okumuşdur :
Benimle olmasan da zikrin her ân benimledir
Gözüm seni görmese de kalbim her ân seni görür
Yahyâ bin Muâz Hazretleri marifet hakkında şöyle buyurmuşdur :
Marifet, kalbin yakın olana yakınlığıdır. Rûhun sevgiliyi murâkabe etme fikrini O'nun üzerinde yoğunlaşdırmasıdır. Her şeyden uzaklaşarak kendisinden isteyenleri geri çevirmeyen Allah'a yönelmesidir.
Zünnûn-i Mısrî Hazretleri buyuruyorlar ki :
Marifet, kalbden her türlü istek ve arzuyu uzaklaştırmak ve bütün alışkanlıkları terk etmekdir. Kalbin Hakk'dan gayrı her şeye kayıtsız kalması, yalnız Allah'la sükûnet bulmasıdır.
Bazı ârifler de marifeti şöyle tarîf ederler :
Ârifin hâli cinnet, tavrı cehâlet, ma'nâsı hayretdir.
Marifetullah ârifi her şeyden uzak tutar. Halk ârife bakınca onun câhil olduğunu zanneder. Halbuki o, her dâim azamet meydânında tecelliyât-ı ilâhî ile hayrândır. Halk içinde bulunduğu vakit, insanlar ona deli der. Bilmezler ki o bütün varlığını heybet ve yücelik sâhibi Allah'ın aşkıyla eritmişdir de yâri olan Allah'dan gayrı kimsesi kalmamışdır. Avâm onu görünce korkuya kapılır.
Marifetullahın iç yüzünü anlatabilmek her yiğidin harcı değildir. Çünkü marifetin menbaı Allah'dır. Marifet O'nda başlar, O'na döner. Ârif Hakk Teâlâ'nın hakîkatine vâkıf olma hâlinde fânî olur. Sonra O'nun varlığıyla, kendisi olmaksızın ve keyfiyeti idrâk edilmeksizin, yeniden vücûd bulur. Artık o ölmüş bir diri, hayât bulmuş bir ölüdür. Ayân beyân olduğu hâlde gizli, gizli olduğu hâlde ayân beyândır. Onu Hakk'ın emir kapısında perîşân, iyilik meydânında kendini kaybetmiş bir hâlde görürsün. Hakk'ın perdesinin güzelliği karşısında mahcûb bir şekilde durur. O'nun hükmünün saltanatı önünde yok olur ve lutfunun genişliğiyle vâr olur.
Ârifler nefslerini yok etmişlerdir. Hakk'ın kudret ve kuvveti karşısında onların ne kudretleri ne de kuvvetleri kalmışdır. Onlar Allah'ın kudret ve kuvvetiyle vâr olurlar. O'nun ulûhiyyetinin büyüklüğü karşısında varlıklarını ve sebebleri parçalayı yok etmişlerdir. Mülküne tâlib olmadan, mülkün sâhibine sâhib olmuşlardır. Fakîrlikleri O'nunla, zenginlikleri de O'nunladır. İtibarları O'nunla, perîşânlıkları da yine O'nunladır.
Rivâyete göre Allahu Teâlâ Dâvûd Peygamber'e, "Ey Dâvûd! Beni bil, nefsini de bil" buyurdu. Dâvûd aleyhisselâm bu emr-i ilâhi üzerine derin düşüncelere daldı. Sonra dedi ki, "İlâhî, seni sonsuz kudretinle ve ebedî oluşuna bildim. Nefsimi ise gücü hiç bir şeye yetmeyen âciz bir varlık olarak tanıdım ve bir hiç olduğumu anladım". Onun bu cevâbı üzerine Cenâb-ı Hakk, "İşte şimdi beni hakkıyla bildin" buyurdu.
Bir diğer hadîs-i şerîfde, "Şâyet sizler Allah'ı hakkıyla bilmiş olsaydınız, bu irfândan sonra cehâlete yer olmadığını anlardınız. Bir sözünüzle yâhud işâretinizle dağlar yerlerinden oynardı" buyrulmuşdur.
İşte bütün bu sözler ışığında bakıldığında marifet, başı sonu olmayan sâhilsiz bir ummândır. Marifetin kaynağı Allahu Teâlâ'dır. Nasıl ki Allah'ın varlığına ilk ve son kaydı koymak mümkün değilse, marifet-i ilâhiyyeyi de kayd altına almak mümkün değildir. Bu marifet, bitmez tükenmez bir hazînedir.
İmâm-ı Cafer-i Sâdık Hazretleri marifet hakkında şöyle buyurdular :
Allah'dan gayrısına göz ucuyla bile bakan, O'nu hakkıyla bilemez. Marifet, üns, dostluk ve muhabbet otağından havalanan kalbin, celâl ve kudret perdesi etrâfında dolaşmasıdır. Bu hâle ancak kulakları boş muhabbetlere sağır, gözleri maddî-manevî bütün kötülüklere kör, dilleri lüzumsuz sözlere lâl olanlar erişir.
Ebâ Yezîd'e bir gün "Halkı görüyor musun?" dediler, o da, "O'nunla onları görüyorum" cevâbını verdi. Muhammed bin Vâsi'e, "Marifete erdin mi?" diye sordular, "bir müddet sükût etdikden sonra şöyle söyledi : "Marifete eren kimsenin sözü sohbeti kesilir. Her dem hayret ve hayranlık içersindedir o. Artık amellerin sûretlerinden geçmiş, özüne vâkıf olmuşdur. Sevgiliye vuslat bulmanın yakınlığı ile hayretdedir. Her hâli bırakmış, bütün hâllerin sâhibine yönelmişdir. İşlerinde hislerle hareket etmekden ve hâdiselerin sırrını görememekden kurtulmuş, her şeyin hakîkatine vâkıf olmuşdur.
Bayezid-i Bestâmî Hazretleri der ki, "Hâllerin sâhibini göz ardı ederek dadece hâl ile yetinen marifete eremez. Ârif-i billah olanın dili tutulur, aklı başından gider. Ârif hâlini ifşâ ederse mahvolur, sükût ederse yanar kavrulur".
Ebûbekir Vâsıtî, "Marifet iki kısımdır" buyuruyor, "Biri marifet-i îkân, diğeri marifet-i îmândır. Marifet-i îmân, Kur`ân-ı Kerîm'de bildirildiği üzere Melik ve Deyyân olan Allah'ın birliğini dille ikrâr edip, kalb ile tasdîk etmekdir. Marifet-i îkân ise, Ferd ve Deyyân olan Allah'ı, her ân temâşâ etmekdir.
Zünnûn-i MısrÎ Hazretleri, marifeti şöyle tasnîf etmişdir :
Birincisi tevhîd bilgisidir. Bu mü'minlerin çoğunda vardır. İkincisi isbat ve delîle dayanan bilgidir. Âlimlerin, hakîmlerin sâhib olduğu bilgidir bu. Üçüncüsü, Allah'ın ferdâniyyet sıfatının bilgisidir. Bu da Allah dostlarına mahsûs bir bilgidir. Allahu Teâlâ dostlarına ihsân etdiği marifeti hiç bir kuluna vermemişdir. Onlara ilâveten kerâmet de bahşetmişdir. Âriflerin yolunda yürümeye ve onların hâllerini anlamaya istidadı olmayanlara kerâmetden söz edilmez. Allah velîlerini diğer bütün mahlûkâtı içinde ayırmış, sırf zâtının tecellîsi yani kendisi için seçmişdir.
Yine marifet başka bir yönden de ikiye ayrılmışdır. Birisi, tevhîdî bilgidir ki Vâhid ve Kahhâr olan Allah'ı tasdîk etmekdir. Diğeri ise aklın mâverâsındaki bir bilgi olup, ona varmaya kimsenin yol bulamadığı bilgidir.
Bu meyânda biz de şöyle deriz. Marifet üç dalı olan bir ağaca benzer. Bu dallar tevhîd, tecrîd ve tefrîddir. Tevhidin ma'nâsı ikrâmdır. Tecrîdin ma'nâsı ihlâsdır. Tefrîdin ma'nâsı her hâl ve şart altında, Hakk'dan gayrısından yüz çevirmek ve yalnız Hakk'a râm olmakdır.
Marifetin ilk basamağı olan tevhîd, şirkden tam ma'nâsıyla berî olmak demekdir. Tecrîd, sebeblere takılı kalmakdan kurtulmakdır. Tefrîd ise yol, iz, işâret olmaksızın O'na vuslatıdır. Gözsüz O'nu müşâhede etmekdir. Yönsüz O'na bağlanmakdır.
Tefrîdin beş şartı vardır :
- Gizli ve âşikâr Allah'dan korkmak
- Kulluk vazîfelelerini tam ma'nâsıyla yapmak
- İlâhî emirlerin önünde bütün varlığıyla eğilmek
- Sözünde, davranışında ve niyetinde samîmi olmak, dünyevî hiç bir menfaati dikkate almamakdır.
- Her ânında Allah'ın kendisine pek yakın olduğunu bilmekdir
Abdülbârî Hazretleri anlatıyor :
Bir gün Zünnûn-i Mısrî kardeşimle gidiyorduk. Ânîden önlerine katdıkları bir adamı taşlayan çocuklarla karşılaşdık. Zünnûn çocuklara, "Ne istiyorsunuz bu adamcağızdan?" diye sordu. Çocuklar, "Bu deli, hâline bakmadan, Allah'ı gördüğünü iddiâ ediyor" dediler. O adamcağıza, "Sen bu söze karşılık ne diyeceksin?" dedik. Bize şu cevâbı verdi, "Ey marifet yolunun yiğitleri! N'olur beni kendi hâlime bırakın. Zîrâ ben göz açıp kapayıncaya kadar O'ndan ayrı kalsam ölürüm". Sonra dudaklarından şu mısralar döküldü :
Sevenin sevdiğinden isteği O'nun rızâsıdır
Sevenin sevdiğinden arzusu O'nun vuslatıdır Gönül gözüyle ebediyyen O'nu seyreder
Kalb Rabbini tanır ve görür
Seveni sevdiğinin yakınlığı hoşnûd eder
O'ndan gayrisini istemez herkesden uzaklaşır
Ona "Deli dedikleri sen misin?" dedim. "Dünyâ ehlinin nazarında evet, semâ ehlinin nazarında hayır" cevâbını verdi. "Peki yârin ile aran nasıl?" diye sordum, "O'nu bildiğim andan beri, bir ân olsun O'ndan uzak kalamaz oldum" dedi. "O'nu ne vakitden beri tanıyorsun?" diye sordum, "Adım deliler arasına karışdığından beri" diye cevâb verdi.