 |
İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’ın rızâsını kazanmak için kendisini fedâ eder. Sûre-i Bakara, 207
|
"الصفّة Soffe"nin lugatdeki karşılığı, evlerdeki seki, eyvân cinsinden oturma yeri veya gölgelik olmak üzere üzeri kapatılmış mekândır. Türkçedeki "sofa" da bu kökden gelir. Ashâb-ı Soffe tabirindeki Soffe'den kasdedilen ise, Mescid-i Nebevî’nin bitişiğinde bazı sahâbîlerin barınması maksadıyla, Resûl-i Ekrem Efendimizin emri ve tensîbi ile yapılan mekândır. Burada kalan topluluğa bu sebeble Ashâb-ı Soffe denilmişdir.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mescid-i Nebevî'yi inşâ ettirirken mescidin güney tarafındaki giriş kısmında fakîr sahâbîlerin barınması için bir gölgelik yaptırmışdı. Kıble'nin Ka'beye çevrilmesinden sonra bu gölgelik mescidin kuzeyine alındı, daha sonra da genişletilen Mescid-i Nebevî’ye dâhil edildi. Gerek Mekke muhâcirlerinden gerekse daha sonra İslâm’ı kabul edip Medîne’ye hicret edenlerden yoksul, bekâr ve yakını bulunmayan sahâbîler burada kalıyordu. Ayrıca ensârdan ve Abdullah ibn Ömer gibi evleri olan muhâcirlerden bazılarının da Soffe Ashâbı'na imrenerek onlarla birlikte kaldıkları ve onlardan sayıldıkları bilinmekdedir. Sonradan katılanlar ve evlenip ayrılanlar olduğu için Ashâb-ı Soffe'nin sayısı hep değişmekle berâber yetmiş kadar oldukları bildirilmişdir. Zaman içinde Soffe'de bulunan ashâbın yekûnu dört yüz kadar olmuşdur. Medîne’ye gelip şehirde tanıdığı bulunmayanlar ve Medîne’ye gelen bazı heyetler de çoğu zaman Soffe'de ağırlanırdı.
Nitekim Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri şöyle buyurdular :
Bu Ashâb-ı Soffe ise, İslâm'ın ilk fakültesi ve bunlar, Resûl-i Ekrem'in talebeleri. Bir lokma ekmek, bir hırkaya kâni olmuşlar, aç-tok, var-yok, Resûlullah'ın kapısında oturmuşlar ve Allah'ın Resûlullah'a indirdiği bu Kelâm-ı Kadîm'i, yüce Kelâmullah'ı ve Resûlullah'ın sünnetini ve mübârek sözlerini ve efâl ü harekâtını bizlere haber vermişlerdir.
Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Ashâb-ı kirâm demek Resûl-i Ekrem'in arkadaşları. Peygamber'i görmüş, Resûl-i Ekrem'e îmân etmiş, Resûl-i Ekrem'in huzûrunda oturmuş. Bâhusûs seyyidina Ebâbekir, Ömer, Osman ve Ali gibi ki Hazret-i Ali Efendimizin evinde büyümüşdür. Diğer ashâb ki, Huzeyfetü'l-Yemânî gibi, Ebü'd-Derdâ gibi, bu zevât gece-gündüz Peygamber'in dâimâ berâberinde yani Ashâb-ı Soffe gibi. Hattâ Ashâb-ı Soffe, yemeği içmeği terk etmişler, bir lokma ekmeğe râzılar, bir hırkaya râzılar, Peygamber'in kapısı önünde oturuyorlar ve Resûl-i Ekrem dışarı çıkdığı vakitde, "Ey Allah'ın Resûlü! Ey Allah'ın Habîbi! Allah sana ne öğretdiyse bize onu takrîr et, öğret" diyorlar Peygamber'e, bekliyorlar. Resûlullah'ın cemâli ile doyuyorlar yani onunla geçiniyorlar.

ASHÂB-I SOFFE'YE İŞÂRET EDEN ÂYET-İ KERÎMELER
لِلْفُقَرَاء الَّذِينَ أُحصِرُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ لاَ يَسْتَطِيعُونَ ضَرْبًا فِي الأَرْضِ يَحْسَبُهُمُ الْجَاهِلُ أَغْنِيَاء مِنَ التَّعَفُّفِ تَعْرِفُهُم بِسِيمَاهُمْ لاَ يَسْأَلُونَ النَّاسَ إِلْحَافًا وَمَا تُنفِقُواْ مِنْ خَيْرٍ فَإِنَّ اللّهَ بِهِ عَلِيمٌ
Lil fukarâillezîne uhsirû fî sebîlillâhi lâ yestatîûne darben fîl ardı, yahsebuhumul câhilu agniyâe minet teaffuf, ta’rifuhum bi sîmâhum, lâ yes’elûnen nâse ilhâfâ, ve mâ tunfikû min hayrin fe innallâhe bihî alîm.
Kendilerini Allah yoluna adamış, bu yüzden yeryüzünde dünyâlık için koşmaya fırsat bulamayan ve hayâları yüzünden bilmeyenler tarafından varlıklı sanılan fakîrlere yardım edin. Sen onları yüzlerindeki ifâdelerinden tanırsın. Onlar yüzsüzlük edip hiç kimseden birşey istemezler. Şüphesiz Allah, yaptığınız her hayırlı harcamayı bilir.
Sûre-i Bakara, 273
وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذِينَ يَدْعُونَ رَبَّهُم بِالْغَدَاةِ وَالْعَشِيِّ يُرِيدُونَ وَجْهَهُ وَلَا تَعْدُ عَيْنَاكَ عَنْهُمْ تُرِيدُ زِينَةَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَلَا تُطِعْ مَنْ أَغْفَلْنَا قَلْبَهُ عَن ذِكْرِنَا وَاتَّبَعَ هَوَاهُ وَكَانَ أَمْرُهُ فُرُطً
Vasbir nefseke me'allezîne yed'ûne rabbehüm bil gadâti vel 'aşiyyi yurîdûne vechehû ve lâ ta'du aynâke 'anhum, turîdu zînetel hayâtid-dünyâ ve lâ tutı' men agfelnâ kalbehû 'an zikrinâ vettebe'a hevâhu ve kâne emruhû furutâ.
Rablerine, sırf O’nun rızâsına ve cemâline kavuşmayı umdukları için, sabah akşam yalvaranlarla beraber olmakda sebât et! Dünyâ hayâtının süslerini arzulayarak sakın gözlerin onlardan başkasına kaymasın. Kalbini bizi zikretmekden gâfil bıraktığımız, hevâ ve hevesine uyan ve işi hep aşırılık olan kimselere itâat etme!
Sûre-i Kehf, 28
وَمِنَ النَّاسِ مَن يَشْرِي نَفْسَهُ ابْتِغَاء مَرْضَاتِ اللّهِ وَاللّهُ رَؤُوفٌ بِالْعِبَادِ
Ve minen nâsi men yeşrî nefsehubtigâe merdâtillâhi vallâhu raûfun bil 'ıbâd
İnsanlardan öylesi de vardır ki Allah’ın rızâsını kazanmak için kendisini fedâ eder. Allah da kullarına pek merhametlidir.
Sûre-i Bakara, 207
SÔFİYYENİN MENŞEİ OLARAK ASHÂB-I SOFFE
Ashâb-ı Soffe her bakımdan sôfiyyenin numûne-i imtisâli olmuşdur. Yani sôfiyye kendisine onları örnek almışdır. Şöyle ki :
Sôfiler de Ashâb-ı Soffe gibi dünyâdan ve ehl-i dünyâdan tecerrüd etmişler ve kendilerini Allah'a adamışlardır. Tıpkı onlar gibi, yemekle-içmekle, giyimle-kuşamla, evle-barkla, yatakla-döşekle işleri yokdur. Tıpkı onlar gibi mürşidlerinin etrâfında toplanıp, Allah'a ibâdetle, zikrullah ile ve kullara hizmet ile meşgûl olmuşlardır. Tıpkı onlar gibi, dedikodu, mâlâyanî ve lüzumsuz işlerden uzak durmuşlardır. Bir şey ikrâm edilirse almışlar, verilmezse yüzsüzlük edip istememişlerdir. Aldıklarını da başkalarına ikrâm etmişlerdir.
Sôfiyye, kendileri için fakîr ve onun çoğulu olarak fukarâ tabirini kullanmışlardır. Bu, yukarıda zikredilen âyet-i kerîmede, Ashâb-ı Soffe için kullanılan tabirdir. Mürşidler, Hâdimü'l Fukarâ/Fukarânın Hizmetçisi lakabını kullanmışlardır. Sôfiyyenin mekân ittihâz ettiği tekkelerin düzeni de tıpkı Soffe gibidir.
Hâsıl-ı kelâm, Ashâb-ı Soffe aslında Asr-ı Saâdet'in sôfîleridir. Mürşidleri, mürşid-i a'zam olan Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimiz, tekkeleri de Mescid-i Nebî'deki Soffe'dir.
ASHÂB-I SOFFE HAKKINDA BİR SIR
Sôfiyye indinde seyr-i süluk, yedi mertebedir. Bunlar, sırasıyla Şerîat, Tarîkat, Hakîkat, Ma'rifet, Kutbiyyet, Kurbiyyet, Ubûdiyyet mertebeleridir. Her bir mertebe de yedi tabakadır. Şerîatın şerîatı, şerîatın tarîkatı, şerîatın hakîkatı, ...., şerîatın ubûdiyyeti. Tarîkatın şerîatı, tarîkatın tarîkatı, ...., tarîkatın ubûdiyyeti. Bu mertebeler en yüksek mertebe olan ubûdiyyetin ubûdiyyetine kadar böylece gider.
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri buyurdular ki :