Aşr-ı Muharrem - Hutbe - 6 Kasım 1981

7 Ağustos 2022 tarihinde yayınlanmıştır.

Hazret-i Hüseyin

HUTBE

Kâlallahu Te'âla fî Kitâbihi'l-Azîz
Eûzübillahimineşşeytânirracîm
Bismillahirrahmânirrahîm
وَلَا تَقُولُوا لِمَنْ يُقْتَلُ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ اَمْوَاتٌۜ بَلْ اَحْيَٓاءٌ وَلٰكِنْ لَا تَشْعُرُونَ * وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الْاَمْوَالِ وَالْاَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِۜ وَبَشِّرِ الصَّابِر۪ينَۙ
Sadakallahü'l-azîm.

Allahu Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin vahdâniyyetine ve Habîb-i Edîb'i, Mahbûb-i Kibriyâ, "وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ رَمٰىۚ vemâ rameyte iz rameyte velâkinallahe ramâ" âyetiyle tevhîd-i efâle, "لَقَدْ جَٓاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ اَنْفُسِكُمْ عَز۪يزٌۘ عَلَيْهِ مَا عَنِتُّمْ حَر۪يصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِن۪ينَ رَؤُ۫فٌ رَح۪يمٌ lekad câeküm resûlün min enfüsiküm azîz aleyhimâ anittüm harîsun aleyküm bi'l-mü'minîne raûfu'r-rahîm" âyetiyle tevhîd-i sıfâta, "اِنَّ الَّذ۪ينَ يُبَايِعُونَكَ اِنَّمَا يُبَايِعُونَ اللّٰهَۜ يَدُ اللّٰهِ فَوْقَ اَيْد۪يهِمْۚ innellezîne yubâyi'ûneke innemâ yubyi'ûnallah, yedullahi fevka eydîhim" âyetiyle de tevhîd-i zâta mazhar olan ve sebeb-i hilkat-i âlem ve sebeb-i hikmet-i Âdem, Allah'ın sevgilisi, mahbûbu, mergûbu, Muhammed Mustafâ, Müctebâ, Ahmed, Hâmid, Mahmûd, semâda ve İncil'de ismi Ahmed, bu âlemde ismi Muhammed, sallallahu aleyhi vesellem, yarınki kıyâmet gününde de Mahmûd olarak isimlendirilecek olan sevgili Peygamberimizin nübüvvetine inanarak, O'nu her şeyinden ziyâde severek, malından, canından, rütbesinden, kasasından, kesesinden, evlâdından, nefsinden ziyâde severek îmânını kemâle erdiren mü'minler! 

Îmânın kemâli Resûlullah'ı her şeyinden ziyâde sevmekledir. Bir adam Resûlullah'ı her şeyinden ziyâde sevmedikçe îmânı kemâle ermez. Îmânın kemâli Cenâb-ı Peygamber'i her şeyinden ziyâde sevmekledir. Malını, canını, her şeyini 'onun yoluna fedâ etmekledir. Îmânı kemâler erenler, bu âlemde cennete girer, bu âlemde cemâl-i ilâhîye mazhar olurlar.

Hakk'ın cennetine tâlib, rızâsın râgıb, cemâline âşık olanlar!

Mühim bir günün arefesini yaşamakdayız. Yani bugün Muharremü'l-Harâm'ın dokuzuncu günü, yarın da onuncu günüdür ki onuncu günü, büyük hâdiselere sahne olmuşdur, Muharrem'in onuncu günü.

Nûh aleyhisselâmın gemisinin necâta ermesi. Hazret-i İbrâhim aleyhisselâmın nâr-ı Nemrud'dan kurtuluşu. Yani nâr-ı Nemrud İbrâhim Nebî'ye nûr oldu, nûr-i ilâhî oldu. Allah'a kim teslîm olursa, Allah'ın halîli ve dostu olursa, o kimseye nâr, ateş nûr olur, onu göstermekde. Halîl ile habîb arasındaki fark da şudur. Halîl, Allah'dan istediğini alabilir. Yani ne isterse Allah ona verir. Habîb, istemeden alan demekdir. Hazret-i Muhammed Mustafâ sallallahu aleyhi vesellem, habîbullahdır. Halîl, Allah'dan ne isterse Allah onu dirîğ etmez, mahrûm etmez, ikrâm eder, ihsân eder. Halîl bu. İnsan habîb olursa, Allah ona istemeden verir. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem habîblerin başı, Allah'ın sevdiklerinin başı. İbrâhim Halîlullah, Allah'ın dostudur ve Allah'ın dostu olanların başıdır. Allah'a kim dost olursa, nâr ona nûr olur. Konuşması kolaydır ama yapması gâyetle ağırdır. Allah insanı imtihan edebilir ve ona kendi imtihanıyla, kendinin Hakk'a olan kurbiyyetinin mikdarını gösterir. 

Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm Firavun'un şerrinden emîn olmuş, Mûsâ Peygamber, Mûsâ Kelîmullah ve Firavun deryâya gark olmuşdur. Daha nice böyle enbiyâya ikrâm olunan ve kâfirlere cezâ olan bir gündür. Yani büyük bir gün. Siyerde, târih-i islâmda mukayyeddir. Fakat Cenâb-ı Peygamber'in pek sevgilisi, Resûlullah'ın pek sevgilisi, Hazret-i Hüseyn'in şehâdeti de o günde vukû bulmuşdur.

Cenâb-ı Peygamber Hüseyin hakkında, "Hüseyn minnî ve en minh, Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin'denim" buyurmuşlar, İmâm-ı Hüseyin hakkında. Ve mübârek omuzlarında taşırlardı dâimâ çocukluğunda. Hattâ namaz kılarken, Hazret-i Peygamber'in omuzuna çıkardı. Efendimiz onu kıyâma kalkdıkları vakitde yukarı kaldırır, sonra secdeye indiği vakitde yere bırakırdı. Bu kadar sevgili. Şehâdet rütbesi verilmiş kendisine. 

Burada da büyük ibretler vardır, esrâr vardır. Bize düşen vazîfe Allah'a teslîmiyyetdir ve Hakk'ın kazâsına râzı olmakdır ki kendileri de kazâya râzı olmuşlardır zâten. Çağrıldığı yere gitdiği vakitde, kendi ashâbına demişler ki, "Ben gitdiğim yerden dönmeyeceğim" demiş. "İsteyenler benimle gelmeyebilir, ben onlardan râzıyım" demiş. "Ben gideceğim fakat geri gelmeyeceğim". Çünkü Resûlullah Efendimiz, "Hüseyn'im Fırat'ın hemen yanında şehîd olacak" diye evvelden haber vermiş. Çünkü Cenâb-ı Peygamber ulûmun evveline ve âhirine vâkıf idi, ne olacaksa Resûlullah sallallahu aleyhi veselleme bildirilmişdi. Allah'dan sonra en büyük varlık, Hazret-i Muhammed Mustafâ'dır. Allah'ın ilminden sonra en büyük ilim Resûlullah'ın ilmidir. 

Gene elimizdeki Kur`ân-ı Kerîm, Kitâb-ı Mübîn, Kur`ân-ı Azîmü'ş-şân, o da öyle ilân ediyor zâten, "وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مُب۪ينٍ velâ ratbin velâ yâbisin illâ fî kitâbin mübîn". Yani yaş ve kuru, küçük ve büyük ne varsa hepsini Kur`ân'da cem etdik diyor Allah. Anlayana ve görene. Anlayana ve görene. Hattâ İbn Abbâs radıyallahu anh Hazretleri şöyle buyuruyor, "Devem kaybolsa, Kur`ân-ı Kerîm'i açar bulurum". Yani Kur`ân'ı nasıl anladığını izhâr etmekde, bize anlatmak için. Gene Muhyiddîn İbn Arabî kaddesallahu sırrahu'l-âlî, bir gün bineğinden aşağı düşmüş, hemen mürîdânına yanına koşmuşlar, "Efendim, bir şey oldu mu?" demişler. "Hayır" demiş, "bu bineğimden düşdüğüm Kur`ân'da var mı onu düşünüyorum, tefekkür ediyorum ve buldum" demiş, "Sûre-i Fatiha'da var" demiş.

Bir takım fütûhât, Kur`ân'a bakarak yapılmışdır. Meselâ İstanbul'un Fethi'ne Kur`ân'da işâret vardır. "بَلْدَةٌ طَيِّبَةٌ وَرَبٌّ غَفُورٌ beldetün tayyibetün ve rabbün gafûr" âyet-i kerîmesi, 857 yapar. Gene, Sûre-i Enbiyâ'daki, "وَلَقَدْ كَتَبْنَا فِي الزَّبُورِ مِن بَعْدِ الذِّكْرِ أَنَّ الْأَرْضَ يَرِثُهَا عِبَادِيَ الصَّالِحُونَ velekad ketebnâ fi'z-zebûri min ba'di'z-zikri enne'l-arda yerisühâ 'ibâdiye's-sâlihûn" âyet-i kerîmesi, Sultan Selim tarafından Mısır'ın fethine işâretdir. Hepsinin böyle işâreti vardır ama anlayana. Görene! Köre ne! Duyana! Sağıra ne! Köre renk olmaz. Sağıra da âhenk olmaz. 

Bir takım esrâr-ı ilâhîyi Allah ifşâ etmişdir, anlayanlar için. Bize lâzım olan bunlar değildir. Bize lâzım olan insanlığımızı bilmekdir. Nefsimizi bilirsek, kendimizi öğrenirsek bize kâfî gelir. Zâten müstakîm olana Allah kerâmet nimetini ihsân eder. İstikâmetden büyük kerâmet yokdur. İnsan insanlığını bilip yönünü tayin ederse, beşeriyyete hizmet ederse ve kime hizmet etdiğinin farkındaysa eğer, o insan, insan olur. Bu esrâr-ı ilâhîyi Allah dilerse kimi kullarına ikrâm u ihsân u inâyetde bulunur. Acaba anlatabildik mi? Geçiyoruz, bu kadar. Bize düşen vazîfe Allah'ın emirlerine imtisâl, nehiylerinden, yasaklarından kaçınmakdır. Emirlerini seve seve yapmak, yasaklarından Allah'ın azâbından, gadabından korkarak çekinmekdir.

Evet, Cenâb-ı Hüseyn Aşr-ı Muharrem'de, ne acıdır ki, Ümmet-i Muhammed tarafından, yani müslümanız diyenler tarafından yetmiş iki yârânıyla berâber şehîd edilmişdir. Ve müslümanlar arasında büyük bir rahne açılmışdır ve bundan istifâde eden kâfirler ortalığı karıştırmışdır ve müslümanları birbirine düşman etmişdir. Hâlâ bizim müminler birbirleriyle çekişirler, o da Hüseyin'i sever, o da Hüseyn'i sevdiği hâlde birbirine düşmandırlar. Düşman bizi böyle karıştırmış, tevhîd-i islâmı bozmuş. Bize düşen vazîfe, "Lâilâheillallah" da toplanmakdır, Allah'ı bilmek, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellemin yolunda yürümekdir. Ondan gayrı şeylere kulak vermeyeceğiz ve tevhîdde toplanacağız, yani tevhîdin nûruyla boyanacağız. Hasmın olan müslüman kardeşini şöyle düşün, "O kimse müslüman mı, müslüman, Hazret-i Muhammed'i seviyor mu, seviyor, Allah'a îmânı var mı, elbette var, kitâbı da Kur`ân-ı Mübîn, Kur`ân-ı Azîmü'ş-şân. E ben de Hazret-i Peygamber'i seviyorum, ben de Allah'a inanıyorum, benim de kitâbım Kur`ân'dır, öyleyse kardeşimi affedeyim diyecek, birbirlerine sarılacaklar. Ne vakit ki, mü'minler bir araya gelecek, o vakit gene feth u fütûhât olacak, mü'minler âlî olacaklardır. Allahu Teâlâ buyurur ki Kitâb-ı Kerîminde, "وَاَنْتُمُ الْاَعْلَوْنَ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ ve entümü'l-a'levne in küntüm mü'minîn, eğer ki hakkıyla îmân ederseniz, sizleri âlî kılacağım" diyor Hazret-i Allah Celle Celâluhû. Bütün iş îmândadır. Dâimâ mü'minler muzaffer olmuşlardır.

Allah Celle Celâluhû Hazretleri herkesin rabbidir, herkesin hâlıkıdır, herkesin mevlâsıdır. Allah öyle kerem sâhibidir ki bu kâinâtda kâfiri de mahrûm etmez, zât-ı ulûhiyyetini inkâr eden münkiri de mahrûm etmez. Bu bir sofra-i ilâhîdir, herkes bundan istifâde edebilir. Ama âkıbet Allah'dan korkanlarındır, gönülleri Allah'lı olanlarındır. Sofra-i ilâhîden bu âlemde herkese istifâde eder ama yarın yevm-i kıyâmetde Cenâb-ı Hakk'ın sofrasından ancak onu tevhîd edenler, onun habîbine gönül verenler istifâde edeceklerdir. O "Rahîm"in manâsıdır ki mü'minlere verilecek nimetin tarifini yapalım, meseleyi senin izân ve irfânına bırakalım. Cenâb-ı Hakk müminler için hazırladığı nimetlerden yüz nimetin bir cüzünü bu kâinâta vermişdir, o bir cüzden cümle mahlûkât-ı ilâhiyye istifâde etmişdir. Doksan dokuzunu âhiretde yalnız mü'minlere verecekdir, sana ve bana. Yeter ki "Lâilâheillallah" ile gidelim, "Lâilâheillallah"la çene kapayalım, Hazret-i Muhammed "bu benim ümmetim" desin, yalnız bunu temîn edelim kâfîdir. Tabii güzel ahlâkla, Allah'ın emirlerine riâyet ve nehiylerinden kaçınmakla ve Kur`ân-ı Kerîm'in boyasıyla boyanmakla, şemme-i Muhammediyyeyi duymakla. Resûlullah kokusunu, muhabbetini kendinde hissetmeyen bir adam, ölüdür onun kalbi. Bir kalbde muhabbet-i Muhammediyye olmadı mı, o kalbin sâhibi ölüdür. Çünkü,

Muhabbetden Muhammed oldu hâsıl
Muhammed'siz muhabbetden ne hâsıl

Allah'ın sevgilisini sevmek, en büyük nimetlerden bir tânesidir. Bir kalbde Hazret-i Muhammed'e muhabbet yok mu, o kalb et parçasından başka bir şey değil, o kalb hayvanda da vardır, o can hayvanda da var, o kan hayvanda da var, o göz hayvanda da var, o kulak hayvanda da var. Mutlakâ kalbini Hazret-i Muhammed'in muhabbetiyle tezyîn eyle.

Sevmenin sebebleri vardır. Dikkat buyur konuşduğum söze! Bir kimse bir kimseyi zorla sevemez. Muhabbetler, aşklar insanın elinde olmayan şeylerdir. Yani temâyülât-ı kalbiyye efâl-i ihtiyâriyyeden değildir. Kalbin meyli, insanın ihtiyârında değildir. Allah bir kulu severse, o kul Allah'ı sevebilir. Resûlullah bir kulu severse, o Resûlullah'ı sevebilir. Bunların şartları vardır. Tarlaya tohum ekdiğin vakitde, zamanla meyva verdiği gibi, Resûlullah'ın en küçük sünnetinden en büyük sünnetine kadar yerine getirmeye çalışmalı, en ufak sünnetinden dahi insan mahrûm olmamalıdır. Çünkü sünneti terkeden, dikkat buyur, sünneti terkeden farzı terkeder. Farzı terkeden irfânı terkeder. İrfânı terkeden îmânı terkeder. Bunlar kale kale içindedir. 

Sünnet denildiği vakitde misvak kullanmak, tabağı sıyırmak değil yalnız. Onlar da mühim sünnetlerdir ama en mühimi Resûlullah'ın ictimâî sünnetlerine riâyet etmekdir. Ferdî sünnetler de güzeldir, azîzdir, ne kadar güzeldir fakat Peygamberimizin asıl mühim olan sünnetleri, ictimâî sünnetleridir. Bugün Ümmet-i Muhammed'in inkirâzına sebeb, ictimâî sünnetleri terketdiğindendir. İctimâî sünnetlerin başında af gelir. Ferdî sünnetlere riâyet edenler, insan affetmeye gelince orada duruyor, affetmiyor, kin tutuyor. Bir kalbde kin olursa orada din olmaz. "Men lehû kînün leyse lehû dînün". Bir kalbde kin mi var, o kalbde îmân olmaz. Meselâ Cenâb-ı Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, Mekke'yi fethetdiği gün, mağlûblar geldiler Resûlullah'ın huzûruna, Efendimiz dedi ki, "Benden ne bekliyorsunuz?" dedi iki cihân fahri sallallahu aleyhi vesellem, bunu yapabiliyor musun?, "Benden ne bekliyorsunuz? Siz benim memleketimden çıkmama sebeb oldunuz, bana îmân eden mü'minleri ezâ cefâ ile öldürdünüz" dedi. O Bilâl-i Habeşî'nin başına gelen felâketler nedir, okuyun bakın târih-i islâmı. Diğer ashâbın başına gelen felâketler. "Bana îmân edenlere eziyet cefâ etdiniz, onlara su dahi vermediniz. Bugün Allah bana feth u fütûhât verdi, benden ne bekliyorsunuz?". Hepsi boyunlarını bükdüler ve dediler ki Efendimiz'e, "Yâ Resûlallah, biz Yûsuf'un kardeşleriyiz. Yûsuf'un kardeşleri de Yûsuf'a böyle yapmışlardı, biz de sana aynı şeyi yapdık" dediler. Efendimiz buyurdu ki, "Hepinizi affetdim" dedi Peygamber ve ihsân etdi onlara.

İşte Peygamber'in izinden giden bir veliyyullah meselâ İbrâhim Edhem Hazretleri, bir gün böyle geçerken, halkı irşâd için, sarayları göstermiş, "Saraylar bunlar değildir" demiş. Halbuki kendisi vaktiyle pâdişah idi, mülk sultanlığını terk etmiş, gönül sultanı olmuş. Mülk sultânı olan kimse, hâl-i hayâtında hürmet görür, gönül sultânı olursa ilâ nihâye hürmet görür. Kalbleri fethetmişdir çünkü. Birisi beldeyi feth etdi, öldü gitdi. Bu mülk sultânı. Kalbi feth eden hiç unutulmaz. Terk etmiş mük sultanlığını, kendisi Belh sultânı idi. Tabii kimse onu tanımıyor, sarayları göstermiş, "Bunlar saray değil, bunları imar etmek marifet değil çünkü bunlar harâb olacak, asıl marifet şunları imar etmekdir" demiş kabirleri göstermiş. "Bunları imar edin, bunlara hazırlanın" demiş. Oradan birisi, bir ham-ervah, "Bu sofular de her şeye bir kulp takarlar" demiş, bir tokat patlatmış Hazret-i İbrahim Edhem'e. O bilmiyor onun sultan olduğunu, oğlu padişah şimdi. Vurunca onu tanıyan birisi demiş ki, "Sen ne yapdın! Bu pâdişahın babasıdır, eski sultânımız bu idi" demiş. "Yaaa öyle mi!" demiş adam hemen Hazret'in eline sarılmış, "Aman efendim hakkınızı helâl edin" demiş. Gülmüş Hazret, "Ne hakkım var sende?" demiş. "Ne hakkım var?". "Sen bana vurduğun vakitde senin elin acımışdır, sen bana hakkını helâl et" demiş. İşte Muhammed mektebinde okuyanlar, bu ahlâk-ı hamîdeye sâhib olacaklardır. Ötekini berikini it, kak, vur, kır, bunlar, müslümanlığa yakışacak şeyler değildir. Hele kin! 

Kalbini muhabbetle öyle doldur ki orada kine, adâvete yer verme. Kalbini Allah aşkıyla, Allah muhabbetiyle, Habîb-i Hudâ'nın muhabbetiyle öyle doldur ki başka şeye yer verme, Hakk'dan gayrıya yer verme orada. Bunun da evveliyâtı, ibâdet ve tâata koş, seve seve yapmaya çalış, bu bir tohumdur, manâ tarlasına ekilen tohum gibidir, bunu gözyaşıyla sula, zamanla mutlakâ sana bir muhabbet meyvası yedirilecekdir. Acaba anlatabildim mi? 

Şimdi, dikkat buyur, kalbin meyli insanın irâdesinde değildir, bir adam bir adamı zorla sevemez. Üç türlü dostluk vardır. Hangisini anlatayım sana, üç türlü dostluk vardır, üç türlü dostluk. Birisi, dostunu seversin, dikkat buyur konuşduğum söze, dostunu seversin, dostunun sevdiğini de seversin, dostunu düşmanını sevmezsin. Bu, kâmil bir muhabbetdir. Hem seni seviyorum, hem senin düşmanınla dostluk yapıyorum, olmaz bu. Bu muhabbet nâkısdır. Düşmanlık da böyledir. Düşmanını sevmezsin, düşmanını seveni sevmezsin, düşmanını sevmeyeni seversin. Bu da kâmil bir düşmanlıkdır, adâvetdir. En büyük adüvvün senin sol tarafında dolaşır. Nefsindir. Nefsinden daha büyük bir belâ, daha büyük bir düşmanın olamaz. Nefsinle mücâdele eyle, dâimâ gazâ et onunla, nefsine fırsat verme, o vakit muzaffer olursun. O vakit zâhirde hür olduğun gibi bâtında da hür olursun. 

Gene dostluk, bir kimse bir kimseyi sever, onu görmeyince yaşayamaz. Sevgi onun için hava, su, yemek gibidir. İnsan su içmeden, yemek yemeden, hava almadan yaşayamadığı gibi o dostunu görmeyince de yaşayamaz. Resûlullah'a muhabbetin böyle olacak. O'nu anmadığın gün olmayacak, O'nu sevmediğin gün olmayacak, O'nun âline, ashâbına da böyle. Çünkü Resûl-i Ekrem buyurdular ki, "Benim Ehl-i Beytim Nûh'un sefînesi gibidir, Nûh'un gemisi gibidir, kim onlara muhabbet ederse, canını garkdan, boğulmakdan kurtarır, helâkdan kurtarır. Kim onları terkederse helâk olur". Onlara muhabbet etmelidir. Onlara adâvet yapanlar, Allah muhâfaza buyursun, helâk olurlar.

Birincisi, insan dostunu sever. Yemek, içmek, hava olmadan bir insan yaşayamadığı gibi, insan dostunu görmediği vakit yaşayamaz. Bu, tam, kâmil bir muhabbetdir. İkincisi, ihtiyaç zamanında görülen dostlar vardır. Yüz numara mâhiyetinde, ihtiyâcı olunca kullanır. Bir dost da böyledir. Üçüncüsü de nezle gibidir, o sana gelir, sen ondan kaçarsın. Biz kâmil dostluk istiyoruz. Resûlullah'ı, cümle enbiyâyı ve evliyâullahı öyle seveceksin ki onları anmayınca, onların yolunda yürümeyince, onları koklamayınca yaşayamayacaksın. Bu muhabbete sâhib olacaksın. Bu da insanın elinde değildir. "Mukallibe'l-kulûbu ve'l-ebsâr", kalbleri ve gözleri çeviren Allah'dır Celle Celâluhû Hazretleri. Öyleyse ne olacak? Önce sünnetlerini icrâ etmeye başlayacaksın, o vakit muhabbet tarlasına tohum atılmış olur ki istikbalde mutlakâ onların kalbi sana dönecek ve mutlakâ âşık ile maşûk anlaşacaklardır. Acaba anlatabildim mi? Geçiyoruz.

Okuduğum âyet-i kerîme şühedâ hakkındadır. Üç türlü şehîd vardır. Bir şehîd kâfir elinde şehîd olur. İ'lâ-yı kelimetullah için gider, vatan için, mukaddesat için, iffet ırz için, memleketimde serbest Allah diyeyim diye çarpışır. İnsâniyyet nâmına, Allah nâmıma çarpışır ve şehîd olur. Bu da iki kısımdır. Kara şehîdi olursan, Allah'ın kul üzerindeki olan haklarını Cenâb-ı Hakk ona helâl eder. Yani kılmadığı namaz, tutmadığı oruç gibi. Ama kul hakkı varsa bir şehîdin üzerinde âhiretde mesûldür. Mesûldür, şehîd olduğu hâlde! Dikkat buyur, kulağını benden yana ver! Şehîd olduğu hâlde, kanından kendine kefen biçdiği hâlde, bu zât mesûldür. Ama namaz kılmamış, orucu kazâya kalmış filan, bunlar yani hukûkullah üzerinden sâkıt olur fakat kul hakkı düşmez.

Hattâ Hayber harbinde Efendimiz sallallahu aleyi vesellem şehîdleri dolaşırken birisinin önünde durdu, "Bu şehîd nârda" dedi. "Aman yâ Resûlallah, i'lâ-yı kelimetullah için gazâya giden, harbde şehîd olan kimse cehennemde olur mu?" dediler. "Evet" dedi, "Üzerindeki abayı emânet almış, geri vermemiş" dedi. O kadar mühim! 

Bir şehîd denizde şehîd olursa, o vakit hem hukûkullah üzerinden sâkıt olur, hem de hukûk-i ibâd üzerinden sâkıt olur. Yani kul hakkını da Allah ceyb-i hümâyûndan, hazîne-i ilâhîden öder. Ama denizde ölmesi şartdır. Ya havada şehîd olursa? Cenâb-ı Hakk hem kul haklarını affeder, hem kendi hakkını affetdikden sonra sorar, "Kulum benden daha ne istiyorsun?" der. Çünkü şehâdet mühim bir mevkidir.

Bir, kâfir elinde şehîd olmak var ki okuduğum âyet-i kerîme buna âiddir. "وَلَا تَقُولُوا لِمَنْ يُقْتَلُ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ اَمْوَاتٌۜ بَلْ اَحْيَٓاءٌ وَلٰكِنْ لَا تَشْعُرُونَ". "Siz Hakk yolunda ölenlere, Allah yolunda şehîd olanlara siz ölü demeyiniz. Onlar diridir fakat siz onların hâline vâkıf değilsiniz". 

Eğer Resûlullah'ın gördüğünü, velîlerin gördüğünü, sen ben görsek, ne gülebiliriz, ne yemek yiyebiliriz. Bunun da bir misâlini vereyim size. Bir veliyyullahın başından geçen hâdisât. Diyor ki bir zât "Başımızda bulunan bir velî ile berâber gidiyorduk, imamın birisi kabrin üzerinde durmuş telkîn veriyordu" diyor.

Aman ne kadar acı değil mi! Hikâye diye dinliyorsun ama yarın senin de benim de başıma gelecek. Korkunç değil mi! O daha diyor ki, "o öldü gitdi filan". Kendini düşün bir defa. Kabre girmişsin, üstünde imam başında bağırıyor, "üzkürü'l-ahdellezî" diyor. Tek başına kalmışsın, karın dul kalmış, evlâdın yetîm, malların başkaları tarafından taksîm olunuyor, hesâbını sen vereceksin Düşün! Hikâye diye dinleme! Aklına getir bunu, unutma bunu sakın hâ! Cenâze namazı kıldın mı, kendi namazımı kılıyorum de. Çok yakın çünkü. "Küllü âtin karîb", her gelici yakındır, hemen gelir. Bak, Receb derken Ramazan, Ramazan derken Kurban Bayramı, derken Muharrem geldi, arkasından Rebîulevvel. Dün mahallede oynuyorduk, sonra genç olduk, asker olduk, derken hasta olduk, sevdiklerimizi kaybetdik, hemen gidiyor bunlar böyle. Bir düşün meselâ, yirmi sene evvel sofranda kimler oturuyordu? Ak saçlı haminnen, nûr yüzlü annen, deden oturuyordu sofrada. Şimdi yok hiç birisi. Biz de gideceğiz yakında. Ben bu câmiye geleli, âcizâne fakîr, hemen hemen şöyle otuz yıl filan oldu. Bu câmi kaç defa doldu boşaldı. Ne hâfızı kaldı, ne imâmı kaldı, gitdi giden. 

Toprağa basdığın vakitde kimin yüzüne basıyorum diye düşün. Hangi güzelin yüzüne basıyorum, hangi pâdişahın yüzüne basıyorum. Vaktiyle seni huzûruna bile almazdı. Bazen senin yüzüne bakmayacak adamların yüzüne de tükürüyorsun. Bazen de bir şehîdin yüzüne tükürüyorsun, o da ayrı. Bazen tükürüyorsun, o tükürük bir şehîdin yüzüne geliyor, bir garîbin yüzüne geliyor, bir gâzînin yüzüne tükürüyorsun yâhud bir velînin yüzüne. Sakın hâ tükürme böyle yerlere, tükürülecek yere tükür, görebilirsen eğer. 

Meselâ birisi elini öperken şunu hatırına getir, "Şu adam benim elimi öpüyor, benim ayıplarıma vâkıf değil diye elimi öpüyor, yarın kıyâmet gününde Allah bunun önünde benim suçlarımı açarsa, yüzüme tükürecek benim, ben dünyâda bu adamın elini öpdüm diye". Bugün rükû etdiğimiz, secde etdiğimiz zevâtın bazıları o gün ayak altında sürünecek. Bu dünyâda hakîr gördüğün zevâtın orada sultân olduğunu göreceksin. Yakın bir zamanda! Uzak değil.

İmâm telkîn veriyormuş cenâzeye, "üzkürü'l-ahdellezî haracte aleyhi mine'd-dünyâ". Hazret güldü, tebessüm buyurdu. Halbuki bu gülünecek bir hâdise değildi. Onun talebeleri, dervîşleri, mürîdleri dediler ki, "Efendi  Hazretleri, bu gülünecek bir hâdise değil, gülmenizin hikmeti nedir?" dediler. Hazret dedi ki, iyi dinle beni!, "Ölü" imamı gösteriyor, "ölü diriye telkin veriyor, ona güldüm" dedi. 

Sen görürsen gülemezsin bir daha. Ey suç işleyen! Bil ki sen suç işlerken seni gören var! Allah var! Bunu da hiç hatırından çıkarma.

Şehîdler üç kısımdır demişdik. Birisi kâfirle mücâdele ederken öldürelenler. İkincisi zâlimlerin elinde mazlûmen öldürülenler. Üçüncüsü nefs mücâhedesi ile ölenler, bunlar velîlerdir. Nefsiyle mücâhede eder, şehîd olur. Bunlar ölmezler, ebedîdirler. Bak burada konuşuluyor, iyilerin iyilikleri konuşuluyor, kötülerin de kötülükleri konuşuluyor burada. Âşıkların kabirleri âşıkların kalbindedir, ölmezler, ebediyyen. Bunu da sana anlatmak için söyledim. Unutulmamaları onların yaşadıklarına alâmetdir. Halbuki başka bir âlem vardır ki o âlemde onlar ebedîdir.

Yarın Cenâb-ı Resûlullah'a ve O'nun âli ve Ehl-i beyt'i için salavât oku. Mahzûn ol, düşün. Sakın dilini kötüye alıştırma, sakın hâ! Küfretmek, sebbetmek filan bunlar mü'minlerin yapacağı işler değildir. Bir küpde ne varsa, çatladığı vakitde dışarı o sızar. Mü'minin kalbinde îmân olduğu için ve muhabbet olduğu için onun ağzından kötü söz çıkmaz. Dâimâ Âl-i Muhammed'e salât u selâm oku. Dayanamazsan acıya, Allah'ın kelâmıyla lanet oku, kendin okuma. "اَنْ لَعْنَةُ اللّٰهِ عَلَى الظَّالِم۪ينَۙ en la'netullahi ale'z-zâlimîn". Salât ü selâm oku ve mahzûn ol Hüseyin'e. O ki Resûlullah'ın omuzunda dolaşırdı, bir katre su vermeden onu, evlâdını, ayâlini öyle şehîd etdiler. Yarın kıyâmet gününde min kıbelir-Rahmân bir münâdî nidâ eder, "Yâ ehli mevkıf, guddû ebsâraküm hattâ temürre binti Muhammedin, Ey ehl-i mevkıf! Gözlerinizi yumunuz! Mahbûb-i Kibriyâ Muhammed Mustafâ'nın sevgili kerîmesi geçecek!". Bütün mahşer halkı, başda enbiyâ olmak üzere gözlerini yumacak. Cenâb-ı Fâtımatü'z-Zehrâ, bir elinde Hazret-i Hasan'ın zehir tası, bir elinde Hazret-i Hüseyin'in kanlı gömleği olduğu hâlde Cebbâr'a gider, âdil olan Allah'a gider. Boynuzsuz koyun boynuzlu koyundan hakkını alır, kimseye zulüm olunmaz, herkes yapdığını bulur. Unutma bunu! "Yâ Rabbi, sen âdil-i mutlaksın, benim evladlarımın davâsını gör ve intikâmını al" der. Cenâb-ı Fahr-i Kâinât, "Yâ Fatıme, kanlı gömlekle, zehir tasını benim ümmetimin günahkarlarının mîzânının sağ kefesine koy" der. Ağır gelsin, kurtulsunlar diye şefâat eder Resûlullah. 

Allah'ın rahmet sıfatının tecelliyâtı Hazret-i Muhammed'dir, sallallahu aleyhi vesellem. Onun için, "vemâ erselnâke illâ rahmeten-lil-âlemîn, onu biz ancak rahmet için gönderdik" diyor Cenâb-ı Hakk Kitâb-ı Kerîminde. Peygamberini çok sev. Anlayamadık Peygamberimizi, öğrenemedik Peygamberimizi. Anlayamayazı zâten. Ama hiç olmazsa bir mikdar anlamamız lâzım gelir. Abdullah'ın oğluydu, Hazret-i Âmine annesiydi, Mekke'de doğdu, Medîne'ye geldi, kâfirle harb etdi filan Peygamber'i bilmek değil. Resûlullah ile arayı iyi et. Bir veliyyullah diyor ki, "Bir an ben Resûlullah'ı görmesem kendimi tedennîde farzederim" diyor. "Namaz kıldığım vakitde" diyor, biz yapamayız bunları ama yapanlar vardır gene gök kubbe altında, "Namaz kıldığım vakitde aklıma dünyevî bir şey gelirse, namazı iâde ederim. Uhrevî bir şey gelirse, cennet gelirse, âhiret nimetleri gelirse, sehiv secdesi yaparım" diyor. Sen ben yapamayız. Çünkü filin lokmasını karıncaya vermezler. Sen sırât-ı müstakîmden ayrılma kâfî, haramdan kaçın kâfî, namazlarını kıl kâfî, Âl-i Muhammed'i sev kâfî. Muhabbet et, sırf muhabbet. 

"Ente âdilün cebbâr, sen cebbâr ve âdilsin yâ Rabbi, yani mazlûmun hakkını zâlimde komazsın, hükmünü kazâ eyle". Cenâb-ı Hakk hükmünü kazâ eder. Hazret-i Hüseyin'e dil ile, el ile, kol ile buğz edenler mahûm olurlar ve Kevser şarâbından kovulurlar. Allah muhâfaza buyursun. Yani Âl-i Muhammed'e zerre kadar ihânet felâketdir. O vakit der ki Fâtımetü'z-Zehrâ, "Yâ Rabbi senden bir şey ricâ ediyorum. Bana bunu ihsân eyle". Buyur Yâ Fâtımetü'z-Zehrâ", Cenâb-ı Hakk buyurur. "Benim evladlarımın musîbetine ağlayanlara benî şefî kıl, onlara ben şefâat edeyim". Allah'dan bu izin çıkar.  Onun için Hüseyin için mahzûn olanlar yarın şefâat-i Fâtıme'ye ermiş demekdir. Onun rûhu için sular dağıtınız, hayır hasenât yapınız, fukarâyı sevindirin, gözyaşı silin. Kaç tâne gözyaşı sildin, kaç tâne çıplak giydirdin, kaç tâne açı doyurdun? Kaç gece Allah için uykuyu terk eyledin? Nefsin için çok gece uyumadın, düğünlere gitdin, derneklere gitdin filan filan. Allah için kaç defa uykuyu terketdin? Allah için kaç kişinin gözyaşını sildin? Sefahate, fenâ yerlere pek çok paralar sarfetdin, peki Allah için kaç para sarf etdin? Yapdın mı hiç hesâbını? "Hâsibû kable en tuhâsebû". Allah seni muhâsebe etmeden sen kendini muhâsebe et.

Yâ Rabbi biz Hüseyin'i sevenlerdeniz, bizi yevm-i kıyâmetde O'nun şefâatiyle taltîf eyle ve cennete dâhil eyle.

Vallahu yed'û ilâ dâri's-selâm ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin müstakîm.


Efendi Hazretleri, bu hutbeyi, Cuma namazlarını kıldırdığı Kapalıçarşı'daki Câmili Han Mescidinde 6 Kasım 1981 (9 Muharrem 1402) tarihinde îrâd buyurmuşlardır. Ses kaydı çok zayıf olduğu için yalnız yazılı olarak yayınladık. Efendi Hazretlerinin yayınlanmış bütün hutbelerine şu sayfadan erişebilirsiniz.
Listeye geri dön