8 Şubat 2025 tarihinde yayınlanmıştır.
Aynülkudât Hemedânî Hazretleri Zübdetü'l-Hakâyıkında buyuruyorlar ki :
Varlık dâiresinde bulunan her şey hakîkat bakımından fânîdir, bâkî olan ancak Allah'ın zâtıdır.Tıpkı aynadaki sûretin hakîkatde fânî olması ve hâricdeki sûretinin dışında bekâsı olmaması gibi.Tabii bu misâl, avâmın nazarına göre olup, hislerle idrâk edilebilecek misâllerle kâni olması içindir. Yoksa 'ârifin nazarında aynaya giren sûret fânî olduğu gibi hâricî sûret de fânîdir.
Akıl sâhibleri için aynadan alınacak büyük bir ibret vardır. Her kim aynaya nazar-ı şâfî ile bakar da müşküllerin çoğunu halledemezse, o kimse akıllılar zümresinden sayılmayı hak etmemişdir. Yemîn olsun ki, akıllı bir kimse aynaya bakdığında aklına birçok müşküller üşüşecek ve apaçık husûslarda bile tereddüde düşecekdir. Fakat netîcede birçok müşkül o kimse için hallolmuş olacakdır.
Demirin, aynadan başka hiç bir faydası olmasaydı bile, Cenâb-ı Hakk'ın şu sözünün doğruluğuna şâhid olarak yeterdi : "وَاَنْزَلْنَا الْحَد۪يدَ ف۪يهِ بَأْسٌ شَد۪يدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ". En basitinden ayna olabilme özelliğine sâhib olan demirde, sayılamayacak kadar çok ve acâib faydalar vardır.
Aslında ayna, akıllıların aynasıdır. Çünkü akıllı insanlar, akıllarının pek çok hakîkati idrâk etmekde âciz kaldıklarını ve bu acziyetlerinin sûretini aynada görürler. Aklın, gizli makûlleri idrak etmemesi bir tarafa, zâhiren hissedilen şeyleri bile idrâk etmekden âciz olması onun acziyetinin en güzel delîlidir. Kim aklının âciz olduğunu görmek isterse, aynaya çokça baksın. Zîrâ ayna akıllı insanlara acziyetini gösteren, hakâik-i umûr-ı ilâhiyyeyi idrâk husûsunda, aklın büyük iddiâlarındaki hatalarını ortaya koyan çok güzel ayndınlatıcı bir unsurdur. Aklın kapalı olan büyük meseleleri idrâk için yaradıldığını inkâr etmiyorum, lâkin onun iddiâlarında haddini aşmasını da hiç beğenmiyorum.
Aynada intiba' yoluyla hâricdeki sûrete mutâbık bir sûret ortaya çıkar. Akıl, ilk bakışda ve il görüşde, hâric olsan vücûd ile dâhil olan vücûd arasında fark görür. Bunlardan birisi tâbi' diğeri tâbi' olunandır. Bu husûsda hiç bir kimsenin şübhe edeceği düşünülemez. Aynadaki sûretin varlığı, ayna ile hâricî sûret arasında husûsî bir şeklide hâsıl olan nisbete bağlıdır. Görme hissine sâhib olan göz, ikisi arasındaki bu nisbete muttali' olduğunda, tâbi' olan ve duhûl eden sûret ile hakîkat bakımından ma'dûm, zuhûr bakımından mevcûd olan sûreti idrâk eder. Akıl, aynadaki sûretin varlığının zâtî olmadığını yani onun bizzât ve müstakillen mevcûd olmadığını şeksiz ve şübhesiz bilir. Zîrâ onun dört unsura bağlı olarak mevcûd olduğunu bilir. Birincisi, ayna. İkincisi, hâricî sûret. Üçüncüsü, meydana gelen nisbet. Dördüncüsü ise, görenin mütâlaası.
İşte bu sebebledir ki, ne zaman ki bu nisbet ibtâl olur, o dâhil olan sûretin vücûdu da yok olur. Böylece akıl, bu varlığın müstakil bir varlığa sâhib olmadığını bilir. Şâyet aynanın, suyun yâhud benzeri bir şekilde sûretleri taklîd edebilen bir şeyin varlığı tasavvur edilirse ve bunların sûretleri taklîd edecekleri ve bunda hiç bir değişikliğin sözkonusu olmayacağı düşünülürse, dâhil olan bu sûretin hâric olan sûrete tâbi' olduğunu kimse idrâk edemez. Bu özellik, ayna ve suya has bir özellikdir ki, toprak, çamur ve benzeri şeyler bu husûsda onlara benzemez. Fakat hurûc eden sûret tegayyür etdiğinden, hâsıl olan nisbetler de tegayyür etmekdedir. Bununla beraber duhûl eden sûret dahi hurûc eden sûretle aynı minvâl üzere tegayyür etmekdedir. Bu durumda duhûl eden vücûdun, hurûc eden vücûda tâbi' olduğu ve hurûc eden vücûdun dahi duhûl eden vücûda, zaman bakımından değil de mertebe bakımından, mütekaddim olduğu husûsunda aklı olan kişilerin kalbinde herhangi bir şübheye mahal kalmaz.
Akıllı kimse dürüstçe düşünsün, ayna olmasaydı ve aynada yansıyan sûretleri görmeseydi, bu sûretlerin varlığını tasdîk eder miydi, etmez miydi? Bana göre, sâfî bir nazar sâhibi ve insâf ehli olup da onların varlığını tekzîb etmeyecek kimse yokdur. Üstelik, böylelerinin bu durumun müstahîl olduğuna dâir delîl getirdiklerini ve getirdikleri delîllerde de bir eksikliklerinin olmadığını görürsün.
O hâlde şimdi iyi düşün ve ve ibret al. Zayıf aklının idrâk etmediği konularda hemen tekzîb yoluna gitme. Zîrâ aklı bazı mevcûdâtı idrâk etmek üzere yaradılmışdır. Tıpkı gözün bazı varlıkları idrâk için yaradılmış olması gibi. Göz nasıl işitilen, koklanan ve zevk eilen şeyleri idrâkden âciz ise, akıl da varlıkların çoğunu idrâkden âcizdir. Evet, akıl, çok az şeyi idrâk edebilme özelliğine sâhib iken, pek çok şeyi de idrâk etmekden âcizdir. Nitekim bütün mevcûdâtın, ilm-i ezelîye nisbeti, zerrenin arşa nisbeti gibidir. Hattâ zerrenin arşa nisbeti bir şey ifâde edebilir ama mevcûdâtın tamâmının ilm-i ilâhîye nisbeti hiç bir değer ifâde etmez. Bunu zikretmemin sebebi, senin zayıf aklının hemen harekete geçip, "Ma'kûlâtın sonu yokdur, nasıl olur da sen bunları sayılı ve sonlu kılarsın" gibi bir söz sarf edebilmenden korkmamdır.
Hasrın imkânsızlığı, sadece bir yerde hakkıyla sözkonusudur. O da nazarında mevcûdâtın tamâmının sayılı olduğu, hattâ hiç sayıldığı, bu tehlikeli sözlerin katında hiçbir ehemmiyetinin olmadığı, Zât'ın, kudret, irâde, ilim ve mevcûdâtın sûretleri üzerine feyezân eden kerem gibi ezelî sıfatlarıdır. Nitekim bu kerem Zât-ı Vâcibe'nin lâzımdır. Çünkü Zât, kemâl üzeredir. Hattâ kemâlin de fevkindedir. Buna binâen vücûbun kendi zâtının iktizâsından olması gibi, ma'dûmâtın üzerine vücûd elbisesi giydirmek dahi keremin gereğidir. Şâyet Zât, bu keremden hâlî olursa, nâkıs olmuş olur. Nitekim bu durum, güneşin ufukları aydınlatdığı esnâda gerçekleşdirdiği aydınlatma işinin, kemâl-i işrâkından olması gibidir. Şâyet güneşde bu sıfat mevcûd olmasaydı noksan olmuş olurdu ve kemâl-i nûrâniyyetinde de bir şeye muhtâc olmuş sayılırdı. Oysa ki : " وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰىۜ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ۟" dir.
Akıl sâhibleri birçok bakımdan aynadan ibret alırlar. Bu ibretleri sınırlamak neredeyse imkânsızdır. İbret aldıkları şeylerden biri de şudur. Onlar aynaya bakdıklarında Hakk Teâlâ'nın "كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُۜ" sözüyle Hazret-i Peygamber'in "İnsanlar uykudadır, öldüklerinde uyanırlar" sözünün hakîkatini müşâhede ederler. Ve bunun netîcesinde, mülk ve melekûtun vücûd dâiresinde, Zât-ı Hayyu'l-Kayyûm'a olan nisbetlerinin, aynaya dâhil olan sûretlerin haric olan sûretlere nisbetleri gibi olduğunu bilirler. Zîrâ, mülk ve melekûtun hakîkî bir varlığı yokdur. Onların varlığı, ancak hakîkîyyü'l-vücûd olan Zât-ı Hayyu'l-Kayyûm'un vücûduna bağlıdır. İnsanların bir kısmı hattâ çoğu, dünyâda gördükleri varlıkların hakîkî bir varlığa sâhib olduklarını zannederler. Ne var ki, onların gözleri ile hissedilen varlıklar arasında meydana gelen nisbetler arasında hâsıl olan nisbet ortadan kalkarsa gözlerindeki perdeler açılmaya başlar ve uykularındaki karışıklıklar ortadan kalkar ve kesin olarak, " وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلٰىۜ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ۟" hakîkatini idrâk ederler.
Eğer bir varlık, ezelen ve ebeden O'nun Zât-ı Bâkî'si ile kâim olursa ebedî olarak varlığını sürdürüyorsa, Vücûd-ı Kayyûm'un, Celle'l-Vâhidü'l-Kahhâr, ebediyyeti ve sermediyyetinden dolayı bu kâim dahi mevcûd olur. İşte tam bu esnâda, Hakk Teâlâ arşın derûnundan, "لِمَنِ الْمُلْكُ الْيَوْمَۜ لِلّٰهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ" diye nidâ eder. Kişi, bunu hiçbir bir şübheye yer bırakmayacak bir müşâhede ile müşâhede eder. Bu sözleri mütalaa edip de ma'nâlarının hakîkatlerine vâkıf olmayan kişi, inkâr edip dursun! Ki bunun ötesinde, dilin anlatmakdan âciz olduğu, hakîkatini beyân etmeğe güç yetiremediği acâib sırlar vardır.