20 Nisan 2017 tarihinde yayınlanmıştır.
Bismillâhirrahmânirrahîm
سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِّنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ الأَقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ
Sübhânellezî esrâ bi abdihî leylen mine’l-mescidi’l-harâmi ile’l-mescidi’l-aksallezî bâreknâ havlehû li nuriyehû min âyâtina innehû huve’s-semî’u’l-basîr.
Allah Sübhânehû ve Teâlâ Kitâb-ı Kerîm’inde, Kelâm-ı Kadîm’inde buyurur ki, "Sübhânellezî" tenzîh şol Kâdir-i Mutlak içindir ya’nî cemî’-i uyûbdan müberrâ olan Kâdir-i Mutlak, "esrâ bi-abdihî" kulunu seyr ettirdi, "leylen" gece içinde, "mine’l-mescidi’l- harâmi" Mescid-i Harâm’dan, "ile’l-mescidi’l-aksâ" Mescid-i Aksâ’ya dek, "ellezî" ancılayın Mescid-i Aksâ ki, "bâreknâ havlehû" etrafını mübârek eyledik, zâhiren eşcâr ve enhâr ile, bâtınen ibâdât-ı enbiyâ ile, "li nuriyehû" abd-i mukarrebine göstermeden ötürü, "min âyâtinâ" âyâtımızı ya’nî acâib-i melekûtumuzu, "innehû" tahkîkan Allah Sübhânehû ve Teâlâ, "huve’s-semî’u" cemî’an akvâl-i Muhammed’i işiticidir, "el-basîr" Hazret-i Muhammed’in ef’âlini görücüdür. Ona göre cenâb-ı pâkine ve mahall-i kerâmâtına takrîb eyler yokdur.
Kerâmât ve izzet O Sultân-ı Mahbûb-ı İlâhî olup, enbiyânın efdali olduğundan neş’et-i rûhânîleri ile mukaddem-i küll, neş’et-i cismânîleri ile hâtem-i rusüldür, sonra gelmeleri, cümlesinin merâtibini câmî’ olduğundandır. Meselâ, birkaç devâir farz olunsa âhir çekilen dâire cümleyi muhît olur. Allah Sübhânehû ve Teâlâ, Hazret-i Peygamber’in rûh-ı şerîflerini halk etmeye irâdât-ı aliyyeleri taalluk edince kendi pâk nûrundan bir mikdâr nûr ifrâz eyledi. Rûh-ı şerîflerini o nûrdan ifrâz eyledi.
Hakîkat-ı Ahmediyye, Zât-ı Ahmediyye’den mukarrerdir. Ahmed’e mîm-i imkân vaz’ olundu, Hâlık’la mahlûk beynini fark için. Bu gökler ve yerler ve arş ve kürsî ve cennet ve mîzân halk olunmadan üç yüz ve yirmi dört bin yıl mukaddem Peygamber hazretlerinin rûh-ı şerîflerini halk eyledi. Sûret-i rûhaniyyelerini âlem-i dünyâda olan sûret-i cismâniyyeleri gibi ahsen sûretde halk eyledi. Mübârek başlarını hidâyetden, mübârek boynunu tevâzû’dan halk eyledi. Mübârek gözlerini hayâdan, mübârek yüzlerini yakînden halk eyledi. Mübârek yanağını muhabbetden, mübârek lisânını sıdkdan, ağzını sabırdan halk eyledi. Mübârek göğsünü nasîhatden, mübârek karnını zühdden halk eyledi. Kalb-i şeriflerini verâ’dan halk eyledi. Mübârek dizlerini havfdan, mübârek ayakların istikametden halk eyledi. Çün bu üslûb üzere o sultânın rûhunu halk eyledi. Ondan sonra on iki hicâb halk eyledi. Rûh-ı şerîfleri her hicâba kadru mâşâallah eklendi.
Ondan sonra şecere-i yakîn denen ulu bir ağaç halk eyledi. O ağacın dört gusnu var idi. O dört budak, dört merâtibe işâretdir. O ağacın üstüne rûh-ı şerîflerini vaz’ eyledi. Kırk bin yıl o ağacın üstünde rûh-ı şerîfleri Allah Sübhânehû ve Teâlâ’yı tesbîh eyledi. Ondan sonra mir’ât-ı hayât denen ulu bir âyine halk eyledi. Rûh-ı şerîflerini o âyinenin önüne kodu. O âyinenin içinde kendilerini ahsen sûretde görünce beş kere secde eyledi. İşte beş vakit namazın aslı o beş secde olmuşdur.
Ondan sonra nûrdan zincir ile asılan bir nûrdan kandîl halk olundu. Rûh-ı şerîflerine o kandîl içine girmeyi emr eyledi. Emre imtisâl edip o kandîl içine girdi. Esmâ-yı Hüsnâ’yı iştigâle başladı. Her isimde bin yıl eğlendi. İsm-i Rahmân’a erince Allah Sübhânehû ve Teâlâ nazar-ı rahmet ile nazar eyledi, istihyâen terlediler. O nûr-i pâkin her birinden bir Peygamber’in rûhu halk olundu. Yine iştigāle başladı. Kahhâr ismine vardı. Onun satvetinden terlediler. O nûrun her birinden bir mü’minin, bir kâfirin rûhu halk olundu. Ervâh dört sınıf oldular. Sınıf-ı evvel enbiyâ ervâhı, sınıf-ı sânî evliyâ ervâhı, sınıf-ı sâlis mü’minîn ervâhı, sınıf-ı râbi’ küffâr ervâhı. Pes bu ervâh makâmlı makâmında kadru mâşâallâh durdular. Ondan sonra her bir rûh için bir beden halk olundu, bu âleme gönderildi.
Beden-i Âdem taayyünât-ı cismâniyyenin aslıdır. Peygamber hazretlerinin rûh-ı şerîfleri taayyünât-ı rûhâniyyenin mebdei olmustur. Nitekim buyururlar : "Küntü nebiyyen ve Âdemu beyne’l-mâi ve’t-tîn” Âlem-i ervâhda terbiyeleri bu vechile olmuşdur. Orada mazhar-ı kemâl-i rahmet olmuşlardır. Ondan sonra bu âleme rahmet için gönderildi. Nitekim buyurulmuşdur, “Ve mâ erselnâke illâ rahmeten li’l-’âlemîn” Ba’dehû bu âleme gelmelerine irâdât taalluk edince Cebrâîl aleyhisselâma emrolundu. Vardı, şimdi Ravza-yı Mutahhara’ları olduğu yerden bir kabza hâk aldı, cennete iletti. Ayn-ı selsebîlde mâ’-i tesnîm ile yoğurdu. Dürr-i beyzâ gibi oldu. Ondan sonra semâvâtı cümle seyr ettirdi. Tâ ki ehl-i semâvât bileler ki,
Habîbullah’ın cism-i şerîfleri ne vechile letâfet üzere olacakdır.
Eslâb-ı âbâdan erhâm-ı ümmehâta gele gele Abdullah sülbünden Âmine Hâtun rahmine sabbolundu. Sehl bin Abdullah’dan rivâyet olunur. Şol zamanda ki Allah Sübhânehû ve Teâlâ mâlik-i cinân olan Rıdvân’a emr eyledi "Cennet kapılarını aç ve cenneti tezyîn eyle ve ehl-i cennete bildir ki cism-i Muhammed bu gece anası rahmine vâki’ oldu" Vâlidelerinden rivâyet olunur, "Hamli ben de bilmedim, lâkin bir kâil geldi dedi ki, 'Muştuluk sana! Seyyid-i âleme hâmil oldun' dedi. Velâdetleri zamânı karîb olunca yine o kâil geldi dedi ki : 'U’îzuhû bi’l-vâhidi min şerri külli hâsid böyle de, doğduğu zaman adını Muhammed koyasın' dedi. Mübârek Rebî'ulevvel’in on ikinci gece isneyn gecesi saâdetle bu âlemi teşrîf ettiler.
Etti teşrîf bu cihânı hâtem-i hayrü’l-beşer
Doldu nûruyla müşerref cümle âlem ser-te-ser
Vâlidelerine sâir nisvân gibi ba’zı öteberi vâki’ olmadı. Pâk ve tâhir bilâ-te'ab bir nûr-i musavver zuhûr eyledi. Evvel emziren Ebû Leheb’in Süveybe adlı bir câriyesi olmuşdur. Mesrûh adlı oğlunun sütüyle Hamza’yı da o emzirmişdir. Hamza radıyallahu anh, Peygamber hazretlerinin neseben ammîleri, redâan kardeşleridir. Bir gün bir aylık, bir ayda bir yıllık kadar büyürler idi. O zamana dek gökler yerler üstüne iftihâr ederdi. Şems bizde, kamer bizde, arş ve kürsî ve melâike bizde, derler idi. Şol zamanda ki Habîb-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem bu âleme teşrîf eyledi, bu kere yerler gökler üzre iftihâra başladı. Bizde bir nûr zuhûr eyledi ki, sizde olan şems ve kamer ve arş ve kürsî cümlesi onun hürmetine halk olundu. “Levlâke levlâk lemâ halaktü’l-eflâk” denilmişdir. Bu kere gökler sükût ettiler.

Cenâb-ı Hakk’dan yere hitâb geldi ki, "Çün sen habîbimin velâdetiyle iftihâr eyledin, seni tahûr kıldım. Kullarım su bulamadığı zaman sana teyemmüm etsinler ibâdetlerin kabul edeyim. Şimdi bu ihsânın mebdei o iftihâr olmuşdur. Ondan sonra Benî Sa’d kabîlesinden Halîme Hâtun aldı götürdü dâyelik için. Dört yaşlarına dek Benî Sa’d kabîlesinde oldular. İbn Abbâs’dan şöyle rivâyet olunur :
Peygamber hazretleri bir gün Halîme Hâtun’un oğlu olan redâan karındaşı ile güneş ısıcağında kuzuları arasına gittiler. Halîme Hâtun arşttırarak vardı, buldu, "Bu ıssıda niçin taşra gidersiz" dedi. Halîme Hâtun’un oğlu ayıttı, "Ana! karındaşım Muhammed’e ısıcak dokunmaz. Ben gördüm, gezdiği yerde bir pâre bulut kande gittiyse bile giderdi, durduğu zaman bile dururdu.
Dört yaşlarına eriştikde şakk-ı sadr olundu. Sadr-ı serîfleri üç kere şakk olunmuşdur. Evvelki şakk tergîbât-ı şeytâniyyeyi itrâh için olmuşdur, sâir oğlancıklar gibi o yöne meyletmemek için. İkinci şakk sakl-i vahye tahammül için olmuşdur. Üçüncü şakk, mi’râcda Cenâb-ı Hak ile min-gayri vâsıta olan muâmeleye kâbiliyyet hâsıl olsun için olmuşdur. Pes Cibrîl, bir melek ile nüzûl eyledi. Iztıca’-ı lutf ile yatırdı. Sadr-ı şerîflerini şakk eyledi. Bir siyah uyuşmus kan çıkardı. "Bu sana layık değildir" dedi. Kalb-i şerîflerini altın leğen içinde mâ-i tesnîm ile yıkadı. Yine yerine kodu. Şakk olan yeri rıfkla sığadı, yine evvelki gibi oldu. Halîme Hâtun’un oğlu, kendileri ile bile idi. Bu hâli görünce seğirde seğirde anasına vardı : "Ana, ana! İki kişi geldi, Kureşî karındaşımızın karnını yardı" dedi. Halîme Hâtun seğirtti, gördü ki Nebî aleyhisselâm oturdu. Mübârek benzi mütegayyirce idi. "Ne oldun oğulcuğum?" dedi. "Bilmem, iki kişi geldi, göğsümü yardılar, bir nesne çıkardılar, yine kodular" dedi. Halîme Hâtun taaccüb eyledi. Câiz ki ba’zı hâl ola, diye havf eyledi. Götürdü Mekke-i Mükerreme’de kavmine teslîm etti.

Sekiz yaşına erdikde, dedeleri Abdülmuttalib vefât eyledi. Ba’dehû ammîleri Ebû Tâlib hizmet-i şerîflerinde oldu. Yirmi beş yasına erdikde Hatîce anamızı tezevvüc eylediler. Sâir ezvâc-ı mutahharayı Hazret-i Hatîce'nin vefâtından sonra almışlardır. Evlad-ı kirâmları, Zeyneb, Ümmü Gülsüm, Fâtıma, Kâsım, Tâhir, Tayyib. İbrâhim, Mariye adlı cariyeden olmuşdur. Ama Hatîce-i Kübrâ’dan gayrı zevcelerinden evlâdları olmamışdır.
Kırk yaşına eriştikde risâlet verildi. Vahiyden evvel zâhir olan, rü’yâ-yı sâliha idi, günes aydınlığı gibi. Ondan sonra halvete muhabbetleri oldu. Gâr-ı Hirâ’da halvet eyledi. Kalb-i şerîfleri üzre muhabbetullah galebe eyledi. Yine bir gün cebel-i Hirâ’ya teveccüh eyledi. Mübârek yüzünü toprağın üzerine kodu. O denli ağlayıp Allah Sübhânehû ve Teâlâ’ya tazarrû’ ve niyâz eyledi ki, melâike-i semâvât ve hûr-ı în cümle ağlaşdılar. "Pâdisâhâ, Bir müştâk kulunun âvâzını işitiver" dediler. O mahalde Allah Sübhânehû ve Teâlâ Cebrâîl’e buyurur ki, "Var, habîbime risâleti tebliğ eyle. Cibrîl aleyhisselâm indi, sayha eyledi. Nebî aleyhisselâm mübârek başını kaldırdı, görür yeşiller giymis beyne’s-semâ ve’l-arz havada bir kimse durur, indi de : "İkra’", dedi. Peygamber hazretleri, "Ben okumak bilmem" dediler. "İkra’ b’ismi rabbikellezî halak" dedi. Ondan sonra gâib oldu. Oradan Peygamber hazretleri saâdethânelerine geldiler. “Dessirûnî” dediler. Pes Peygamber hazretlerini örttüler. O mahalde "Yâ eyyühe’l-müddessir kum fe-enzir" âyet-i kerîmesi nâzil oldu. Ondan sonra Nebî aleyhisselâm çalışmağa başladılar. Gecelerde tûl-i kıyâmdan hattâ mübârek ayaklarına verem ârız oldu. Hak Sübhânehû ve Teâlâ "Tâhâ mâ enzelnâ aleykel-Kur’âne li-teşkâ" âyet-i kerîmesini nâzil eyledi. Yani "Yâ Tâhir, yâ Hâdî, biz Kur’ân’ı sana meşakkatden ötürü indirmedik" Rivâyet olundu ki, şol zamanda ki Peygamber hazretlerine risâlet ihsân olundu buyurdular ki : "Yâ leyte hâ! Benim kavmim âk ve âsî bir kavimdir. Şimdi onlara Peygamberim desem kabul eyleyip, beni tasdîk eylemezler, tekzîb ederler. Cenâb-ı Hakk’dan denildi ki, "Var yürü, Ebû Bekr seni tasdîk eyler. Onun îmânı âmme-i nâsın îmânına adîl olur. Zaman-ı ba’s karîb olunca envâr-ı bi’setten Ebû Bekr’in kalbine bir lem’a dokundu. Hâtırlarına bu geldi ki, bu bizim kavmimiz ne aceb câhil kavim olur. Kendi elleriyle bir haceri veya bir hasebi yüzerler de bu kere ona ma’bûd diye ibâdet eylerler. Bu hâtıra ile şehirden çıkıp gitti, bir çalının dibinde bunu fikr ederek oturdu. Çalıdan bir sadâ geldi ki, "O senin işittiğin dîn-i hak zuhûra karîb olmuşdur" Çalıdan bunu işitince hazzeyledi. O çalıyı ziyaretgâh edindi. Gâh gâh varır gelir idi. Sol zamanda ki Peygamber hazretlerine risâlet verildi yine o çalının dibinde bulundu. Bu kere çalıdan bir âvâz geldi ki, "O senin işittiğin dîn-i hak zuhûr eyledi. Yürü var ona îmân getir" Oradan kalktı, şehre doğru gelirken yolda hâtırlarına bu geldi ki, acaba bizim kavmimizde risâlete lâyık kim var ola, var ise Muhammed-i Emîn’dir. Kable’r-risâle Peygamber hazretlerine Muhammed-i Emîn derler idi. Vedâyi’, katlarında durur idi kemâl-i emânetlerinden. Bu hâtıra ile şehre gelir iken Nebî aleyhisselama rast geldi. Buyurdular ki, "Yâ Ebâ Bekr! Allah Sübhânehû ve Teâlâ beni âmme-i nâsa resûl gönderdi, hâssaten sana" Hemen oracıkda îmân getirdi. Evvel îmân eden Ebû Bekr-i Sıddîk olmuşdur. Ba’zılar Hatîce anamız demişlerdir. Lâkin tedkîk edenler böyle demişler ki, ricâlden evvel îmân getiren Ebû Bekr-i Sıddîk, sıbyândan İmâm Alî olmuşdur. Hâtunlardan Hatîce-i Kübrâ radıyallahu anhâ. Onlardan sonra gelen geldi, gelen geldi. Serîat-ı Muhammediyye günden güne şöhret buldu.
Ba’dehû mi’râca da’vet olundular. İsneyn gecesi idi ki, Cebrâîl cennetden Burak getirdi. Burak bir dâbbe idi. Katırdan küçük himârdan büyük. Yine Peygamber hazretlerinden rivâyet olunur, sallallâhu aleyhi vesellem, buyurdular ki, "Evin sakfı açıldı. Cebrâîl nâzil oldu. Sadrımı şakk eyledi, sonra mâ’-i zemzemle yıkadı altın leğen içerisinde. Ondan Burak getirdi. Eğerli, uyanlı, cesedi kırmızı yâkûtdan, boynu yeşil zümrütden ve gözleri Zühre yıldızı gibi ve yüzü insan gibi, ayakları inek ayağı gibi. “Kum yâ Muhammed! Fe inne mevlâke yed’ûke” dedi. Buyurdular ki, "Binmek istedikte bindirmemek istedi. Cibrîl, ne eylersin bu sana binen Muhammed değil midir? Bundan ekrem kimse sana binmek muhâldir, deyince inkıyâd etti, ben dahi bindim". Gözü erdiği yere ayağını basardı. Beni götürdü, çâk Beytü’l-Makdis’e vardım. Enbiyâ devâbbını bağladıkları halkaya ben dahî onu bağladım. Ondan sonra Beytü’l-Makdis’e girdim. Gördüm ki enbiyâ ve mürselîn saf saf olmuslar, bana muntazırlar. Cümlesi bana selâm verdiler. Cebrâîl’e dedim ki, "Bunlar kimlerdir?" Cebrâîl dedi ki, "Senin kardeşlerin olan enbiyâ ve mürselîndir" Ondan sonra dedi ki, "Kureyş zu’m eyledi ki, Allah Sübhânehû ve Teâlâ Hazretlerinin şerîki ola, nasârâ zu’m eyledi ki, Allah Sübhânehû ve Teâlâ’nın veledi ola. Enbiyâya sor ki hiç Allah Sübhânehû ve Teâlâ’nın şerîki var mıdır? Ondan sonra bu âyet-i kerîmeyi okudu, "Ves’el men erselnâ min kablike min rusulinâ e ce'alnâ min dûni’r-rahmâni âliheten ya’budûn" Bu âyet-i kerîme orada nâzil oldu demişlerdir. Enbiyâ ve mürselîn bunu işitince cümlesi Allah Sübhânehû ve Teâlâ’nın vahdâniyyetini ikrâr eylediler. Ondan sonra Cebrâîl beni takdîm eyleyip ileri geçirdi. Orada enbiyâya imâmet eyleyip iki rek’at namâz kıldım, diye buyurdular.
Ondan sonra Beyt-i Makdis’den çıkdılar. Cebrâîl bir kâse hamr bir kâse süt getirdi. Nebî aleyhisselâm sütü aldılar ve içtiler. "Fıtratında isâbet eyledin" dedi. Ondan semâya 'urûc eylediler. Cebrâîl, "Kapıyı açın" dedi. "Sen kimsin?" dediler. "Cebrâîl’im" dedi. "Ya yanında kim var?" dediler. "Muhammed vardır" dedi. "O bunda geldi mi?" dediler. "Geldi" dedi. Kapılar açıldı. Âdem aleyhissselâm hazretlerini gördüler. Merhabâ eyledi ve hayır duâ eyledi. Ondan sonra ikinci göğe 'urûc eylediler. Onda Îsâ ile Yahyâ’yı gördüler. Onlar dahi merhabâ ve hayır duâ eylediler. Ondan sonra üçüncü göğe 'urûc eylediler. Onda Yusuf’u gördüler, buyurdular ki, "Ona hüsnün nısfı verilmiş", o dahi merhabâ edip hayır duâ eyledi. Ondan sonra dördüncü göğe 'urûc eylediler. Onda İdris’i gördüler. O dahi merhabâ ve hayır duâ eyledi. Ondan sonra beşinci göğe 'urûc eylediler. Kapılar açıldı, Hârûn’u gördüler. O dahi merhabâ edip hayır duâ eyledi. Ondan sonra altıncı göğe 'urûc eylediler. Kapılar açıldı, Mûsâ’yı gördüler. O dahi merhabâ eyleyip hayır duâ eyledi. Her bir göğün kapısında evvel ki göğün kapısında olan muâmele olmuşdur. Ondan sonra yedinci göğe 'urûc eylediler. Kapılar açıldı, İbrâhim aleyhisselâmı gördüler. Beyt-i Ma’mûr’a dayanmıs durur. Merhabâ eyleyip hayır duâ eylediler. Peygamber hazretleri buyurdular ki, "Beyt-i Ma’mûr’a her gün yetmiş bin melek dâhil olur. Kıyâmete dek bir dahi onlar dâhil olmazlar. Ondan Sidretü’l Müntehâ’ya vardılar. Cebrâîl aleyhisselâm Sidre’de kaldı. Nebî aleyhisselâm buyurdular ki, "Sen bunda kalırsan ben bu gurbet diyârında yol iz bilmem, hâlim nice olur?" Cebrâîl aleyhisselâm, “Lev denevtu ünmületen le ahtaraktu” yani "bir parmak ucu kadar bile yaklaşsam yanarım" dedi. Zîrâ meleğin sübühât-ı zâta tahammülü yokdur. Ona tahammül bu insân-ı hâkîye verilmişdir. Bu kâlıb-ı insânî gerçi zulmet görünür ama âb-ı hayât da zulmetdedir. Orada Cebrâîl ile vedâlaşdılar. Buyurdular ki, "Hiç senin de Rabbin katında bir hâcetin var mıdır?" Cebrâîl dedi ki, "Hiçbir murâdım yokdur, lâkin şunu iletirim ki, âhiret âleminde Allah Sübhânehû ve Teâlâ benim cenâhımı sırâtın üzerine bisât eylesin. Tâ ki ümmetin huzûr ve râhat ile geçe, n’ola" dediler. Orada Refref’e bindiler. Cebrâîl binicek rıfkla kaldırdı. Yetmiş bin hicâb-ı nûrânîyi tarfetü’l-aynda geçdiler. Bir âleme vardı ki, ne ins ve ne melek var, hiçbir şey kalmadı. Orada kendilerine dehşet hâsıl oldu. Bir hitâb geldi ki kâilen: “Rabbin salavâtdadır” Bu sadâ Ebû Bekr âvâzıyla geldi.
Lâ mekân iken irüp buldu ol cânânını
Gerçi unsurdan mürekkeb eylemiş ebdânını
Peygamber aleyhisselam taaccüb eylediler "Sübhânallah! Ebû Bekr buraya benden evvel nasıl geldi. Ya “Rabbin salavâtdadır” demek ne demek? Rab suver-i ma’bûddur, âbid değildir. Rivâyet olunur ki, Peygamber hazretlerinden evvel sâdır olan kelâm "et-tahiyyâtü lillâhi ve’s-salavâtu ve’t-tayyibât” olmuşdur. Cenâb-ı Hakk’dan, dehşetden inbisât için, "es-selâmu aleyke yâ eyyühe’n-nebiyyü ve rahmetullâhi ve berakâtuh" denildi. Nebî aleyhisselâm Cenâb-ı Hakk’ın selâmını redd için, "es-selâmu aleynâ ve alâ ibâdillahi’s-sâlihîn" dediler. Cebrâîl de Sidre’den, "Eşhedü en lâilâhe illallâh ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûluhû" dedi.
Kendilerinden rivâyet olunur ki "Rabbim bana ba’zı nesneden suâl eyledi. Cevâba kâdir oldum. Yed-i kudretini zahrıma vaz’ eyledi. Hattâ berdini bile duydum. Orada cümle ulûm-ı evvelîn ve âhirîn hep keşf oldu. Doksan bin kelimât oldu. Üç ilim bildirildi. Otuz binini, âmm ve hâssa neşr ile emr olundu. O ilm-i şerîatdır. Otuz binini, ehlin bulursan söyle bulmazsan söyleme, denildi. O ilm-i tarîkatdır. Otuz binini de kitmân ile emr olundu, ancak sana mahsûsdur, denildi. O ilm-i hakîkatdir, denildi.
Ondan Peygamber hazretleri suâl eyledi ki, "Bunda gelince bir âvâz işittim ki kâilen “Rabbin salavâttadır” Salavât demek ne demekdir?" Allah Sübhânehû ve Teâlâ buyurdu ki, "Salavât demekden murâd, rahmet demekdir. Göre Kur’an’da "Hüvellezî yusallî" âyetini. "Ya Ebû Bekr âvâzıyla gelmesi nedir?" dediler. "Habîbim! O Ebû Bekr değildir. Onun âvâzı üzre bir melek halk ettim, âlem-i dünyâda senin Ebû Bekr’e ünsün vardır. Mûsâ’nın asâsına ünsü olduğu gibi. Makâm-ı tecellîde Mûsâ’ya dehşet ârız olduğunda "Ve mâ tilke bi yemînike yâ Mûsâ" diye suâl eylediğim gibi.
Nüzûl lâzım geldikde ümmete armağan denildi, elli vakit namâz verildi. Nebî aleyhisselâm Cebrâîl’in emânetini unuttular. Allah Sübhânehû ve Teâlâ andırdı, "Muhammed! Cebrâîl’in emâneti nice oldu" "Yâ leyte hâ! Sen a’lemsin, ne buyurursun?" dediler. "N’ola habîbim! Seni sevip sana muhabbet edenler hakkında öyle olsun" denildi. Ondan sonra indiler, Mûsâ’ya geldiler. Mûsâ aleyhisselâm ayıttı, "Rabbin ümmetine armağan ne verdi?" Peygamber hazretleri, "Elli vakit namaz verdi" deyince "Hay ne çok! Bu senin ümmetin, ümmet-i zaîfedir. Ona tâkat getiremezler. Benî İsrâîl bu kadar akviyâ iken ben onlardan neler çektim. Var hiffet taleb eyle" diye buyurdular. Ki vardım makâm-ı arzda durdum. Beşini bağışladılar yine Mûsâ’ya geldim, yine, "Çokdur" dedi. Hâsıl-ı kelâm Rabbim ile Mûsâ beyninde varıp gelmekden hâlî olmadım. Çâk beş vakit namâza inince Mûsâ’ya geldim, "Bu da çokdur" dedi. Ben ayıttım, "Yok, şimden sonra Rabbimden istihyâ ederim". Bir hitâb geldi ki, "Var yürü habîbim, rızâmız da ondadır. O vaktin her biri on vakit yerine kâimdir. Beş kere on elli vakit olur. Göre Kur’an’da "men câe bi’l-haseneti fe lehû ‘aşru emsâlihâ" buyrulmuşdur.

İmdi, namâz mi’râc, namâz armağandır. Lâyık odur ki, mü’minler onu riâyetde olalar. Bir gün Nebi aleyhisselam bir yerden geçip gider iken bir devecik seğirterek önlerine çıka geldi, "Meded yâ Resûlallah!" dedi. Ardınca bir a’râbî yalın kılıç ile çıka geldi. Nebî aleyhisselâm a’râbîden aslın suâl eylediler, "Yâ Resûlallah! Ben bu deveyi ağır bahâ ile satın almış idim. Bana âsîdir, hizmet eylemez, kaçar" Peygamber hazretleri deveye, "Niçin hizmet eylemezsin, sâhibinden kaçarsın" dedi. Deve ayıttı, "Yâ Resûlallâh! Âsî olduğumdan değildir. Hizmet eylemeyip kaçtığımdan değildir. Lâkin bunun olduğu kabîle halkı, yatsı namâzın kılmayıp yatarlar. Korkarım ki, onlar yatarken azâb nâzil olursa içlerinde bulunmayım diye kaçarım. Pes Peygamber hazretleri o a’râbîye ve kavmine yatsı namâzının kılınmasıyla tenbîh ettikden sonra deveyi yine sâhibine teslîm eyledi.
Peygamber hazretlerinin kendilerinden rivâyet olunur, "Mi’râc gecesinin sabâhı Mekke-i Mükerreme’de mütehayyir oldum. Biliyordum ki halk beni tekzîb eylediler. Ka’be-i Şerîf'in etrâfında hüzn ile bu tarafa giderken Ebû Cehil üstüme uğradı. Beni mezelenip ayıttı, "Bu gün hiçbir nesne gördün mü yâ Muhammed?" dedi. Ben ayıttım, "Belî!". "Ya nedir?" dedi. Ben ayıttım, "Bu gece Beyt-i Makdis’e vardım" "Ya yine sabah bunda mı bulundun?" dedi. Ben ayıttım, "Belî!" Ondan sonra ehl-i inkârı çağırmaya basladı, "Yâ ma’şer-i Kureyş, yâ Benî Ka’be! Gelin, gelin ne söyler Muhammed dinleyin" dedi. Geldiler oturdular. Kıssayı bunlara hikâyet eyledim. Taaccüb eylediler ve dediler ki, "İmdi, Mescid-i Aksâ’yı bize vasf eyle" Buyurdular ki, "Vasfında hayli zahmet çekdim. Zîrâ gündüz görmemiş idim. Fi’l-hâl karşıma getirdiler. Bakıp onlara haber verdim. Ondan sonra, "Bizim kervândan haber ver" dediler. "Ona ben Ravhâ’da rast geldim. Develerinden birini yavı kılmışlar, araştırırlar. Devenin kande idüğin haber verdim. Yüklerinde bir bardak su var idi. Susamış idim aldım içtim" dedim. Ayıttılar ki, "Hâzihî alâmetuhû" Ondan sonra dedim ki, "Kâfilenin önünde bir kıvırcık deve gelir. Üstünde iki garâresi var. Güneş doğdukda çıka gelir" dedim. Ayıttılar, "Bu dahî senin sıdkına alâmetdir" Ondan sonra kâfileye muntazır oldular. Biri ayıttı, İşte güneş doğdu" Biri de ayıttı, "Vallâhi kervân da zuhûr eyledi". Ondan sonra sihre haml eylediler. Ba’zılar Ebû Bekr’e vardılar. Dediler ki, "Senin yoldaşın diyor ki, Ben bu gece Beyt-i Makdis’e vardım, yine sabah Mekke’de bulundum. Sen ne dersin?" Ebû Bekr ayıttı, "Eğer o dedi ise gerçekdir" Ayıttılar, "Sen inanır mısın?" Ebû Bekr ayıttı, "Bundan dahi eb’ad olana inanırım. Bana gökden bir lahzada vahiy gelir, der, biz onu da tasdîk ederiz. Bu ne imiş" dedi. Pes o günden sonra "Sıddîk" tesmiye olundu.

Hazret-i Peygamber otuz dört mi’râc etmişlerdir. Biri cismânî otuz üçü rûhânîdir. O cismânî mi’râc ancak sultân-ı enbiyâya mahsûs, gayrıya olmaz. Ama mi’râc-ı rûhânî bu ümmete de müyesserdir. Hemân mü’minler o sultânın sünnetini riâyetde olalar. Her halde bu ümmete olan ihsân, kimselere olmamışdır. Ebû Bekr-i Sıddîk’dan rivâyet olunur, radıyallâhu anh ayıttı, "Peygamber hazretlerine "Fe evhâ ilâ abdihî mâ evhâ" âyet-i kerîmesinin ma'nâsından suâl ettim. Buyurdular ki, "Allah Sübhânehû ve Teâlâ dedi ki, "Eğer ikâb ve azâbı sevsem ümmetine hisâb eylerdim. Ama birkaç nesneden şikâyet eyledi. Evvelâ bu ki, ben onlara yarınki ameli teklîf eylemedim. Onlar benden yarınki rızkı isterler. İkincisi, ben onların rızklarını gayrılara vermem. Onlar ise amellerin el için eylerler. Üçüncüsü, onlar benim rızkımı yerler gayra şükrederler ve bana hıyânet ederler. Ve eller ile musâlaha ederler. Dördüncüsü bu ki, izzet benden, izzet sahibi benim. Onlar ise izzeti gayrıdan isterler. Beşincisi bu ki, ben cehennemi küffâr için halk eyledim. Onlar ise kendilerin o cehenneme idhâl etmeye çalısırlar hevâ-yı nefse uyup. Yine denildi ki, "Ey Habîbim! Ümmetine söyle, eğer siz ihsânı için bir kimseyi severseniz ben o sevgiye evlâyım ki, benim bağışım sizin üzerinizde çokdur. Ve eğer korkarsanız arz ve semâ ehlinin birinden ben o havfa evlâyım ki, kemâl-i kudretim olduğu için. Ve eğer siz bir kimseden ricâ ederseniz ben o ricâya evlâyım, zîrâ ben kullarımı severim. Ve eğer siz istihyâ ederseniz bir kimseden cefâsı için pes ben o istihyâya evlâyım, zîrâ cefâ da vefâ da bendendir. Ve eğer siz îsâr ederseniz bir kimseye malınızı ve nefsinizi ben o îsârda evlâyım, zîrâ ben sizin ma’bûdunuzum. Ve eğer siz tasdîk ederseniz bir kimseyi benim va’dimde ben o tasdîke evlayım, zîrâ tahkîk ben Sâdık’ım"
Ve yine vahy olundu ki, "Habîbim! Senin ümmetin tâat ederler ve isyân da ederler. İmdi, tâatleri rızâm iledir ve ma’siyetleri kazâm iledir. Rızâm ile olanı kabul eylerim, zîrâ ben Kerîm’im. Kazâm ile olanı mağfiret eylerim, zîrâ ben Rahîm’im.
“Es’adü’n-nâsi bi-şefâatî men kâle lâilâhe illallah hâlisan min kıbeli nefsihî" yani “Kıyâmet günü şefâ'atim vesîlesiyle en çok mutlu olacak kimse, nefsinden kurtulmuş olarak ‘Allah’dan başka ilâh yokdur’ diyen kimsedir” İmdi, ümmete lâyık olan o sultân-ı enbiyânın şerî'atını ve sünnetini riâyet ola, tâ ki hüsn-i şefâ'atlerine nâil ola.
HİKÂYE
İmâm Alî’ye Hazret-i Peygamber’in vasfından suâl eylediler, dedi ki :
Sekaleyn cem’ olsa o sultânı vasf ve medhe kâdir olamazlar. Lâkin size bir nesnesin deyivereyim. Gazve-i Tebûk’de bir büyük adam getirdiler. Bu zaman adamına benzemez. Peygamber hazretleri, "Ne kavimdensiz?" diye suâl eylediler. "Kavm-i Cebbârî’lerden idim. Şol zaman ki, Yûşâ’ bin Nûn emr-i Hakk ile Benî İsrâîl kavmi ile üzerime geldi. Dört yüz alem ile emr eyledi. O alemleri şehrin etrâfına dikti. O alemler şehrin kenarına dikilince, kanı evvel cesâmet üzre olan tâifenin hiç birinde mecâl kalmadı. Benî İsrâîl ki, onlara göre küçük adamlar idiler, geldiler, bizi bir bir bağladılar. Aslâ onlar ile mukâbeleye bizde tâkat kalmadı. Bu hâli görünce ben bakdım o alemlere bunların üstünde ne var diye, yazılmış. “Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah” Bildim ki bu ismin sâhibi, Allah Sübhânehû ve Teâlâ Hazretlerinin gâyet sevgili kuludur. Orada size muhabbet eyledim ve îmân getirdim. Ve duâ eyledim ki, “Yâ Rabbî! Beni bu ismin sâhibinin zamanına erişdir. Tâ ki o sultânın mübârek yüzünü görem” Allah Sübhânehû ve Teâlâ bir mağarada beni hıfz eyledi. Ve bana ömür ihsân eyledi. Elhamdülillah! Senin mübârek yüzünü gördüm" dedi.
İmdi, o sultânın muhabbeti saâdet-i dâreyndir. Göre sırâtında da huzûr ile ve râhat ile geçmek o sultânı sevenler hakkında ihsân olunmuşdur. Allah Sübhânehû ve Teâlâ fazlı ile ve ihsânı ile nice o sultânın ümmeti eylediyse yine kemâl-i kereminden tevfîk ve hidâyet ve lütuf ve inâyet eyleye. Fatihâ.