Bakmak ve Görmek - Sohbet - 6 Nisan 1979 ABD

5 Ocak 2025 tarihinde yayınlanmıştır.

İrşad

Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri Amerika'daki bir sohbetlerinde buyurdular ki:

Şeyh, nâib-i Resûl'dür, Resûlullah'ın halîfesidir. Yine şeyh Allah'ın nâibidir, halîfetullahdır. Dervîş şeyhini öyle bilecek. Şeyhine muhabbet, Allah ve Resûlüne muhabbet, şeyhine ihânet, Allah ve Resûlüne ihânet, şeyhine itâat, Allah ve Resûlüne itâatdir. Çünkü hadîsle sâbit, "ve men etâanî fe kad etâallah, ve men esâanî fe kad esâallah, kim ki bana itâat etdi, Allah'a itâat etdi, kim ki bana isyân etdi, Allah'a isyân etdi". 
Bir dervîş, şeyhinin yanında otuz sene kaldı. Ondan sonra gelenlere şeyh hilâfet verdi gönderdi. O adama bir türlü hilâfet vermiyor. Sonra dedi o zât-ı muhterem, "Efendim, artık bana icâzet verseniz, benim yaşım kemâle geldi, gitsem memleketime ben de halkı irşâd etsem". "Peki" dedi, "ben seni bir imtihan edeyim öyleyse". Dedi, "Ben sana Kur`ân'dan bir ibâre sormayacağım. Hadîs'den de ibâre sormayacağım. Eğer sen dervîşliği anladınsa, irşâdı ve Kur`ân'dan ve Hadîs'de semere aldınsa yani meyva derdinse, benim bu suâllerime cevâb verirsin". "Sen nerelisin?" dedi. "Ben New York'luyum". "Peki ben şimsi seni New York'a göndereceğim, yolda çoban obaları var mı, o çobanların köpekleri var mı?". O dedi ki, "Var efendim". "Yolda önüne çoban obası çıkdı, oradan beş altı köpek sana saldırdı. Ne yapacaksın?". O dedi ki, "Ben taş alırım atarım". Dedi, "Sen bir tânesine atacaksın, ötekiler seni parçalayacaklar". "Sopayla, asayla vururum onlara" dedi. "İki üç tânesine vurursun, ötekiler seni parçalar" dedi. Ve nihâyet mürîd âciz kaldı yani cevâb veremedi şeyhe. Dedi, "Maalesef sen dervîşliği anlamamışsın, nasıl hilâfet istiyorsun benden? Haydi ben sana bunu öğreteyim. Cenâb-ı Allah senin feyzini artırsın. Böyle bir şeyle karşılaşırsan, köpekler saldırırsa sana, sen sakın köpeklerle uğraşma, çobana seslen, çobaaan! diye bağır. Çoban çıkacak oradan, bağıracak köpeklere, karabaş sarıbaş filan, onlar çobanın sesiyle duracaklar. Sen şimdi irşâd için gitdiğin vakitde, sana bazı köpek tabîatlı insanlar saldıracaklar. O zâlimler, Allah'ın köpekleri gibidir. Onlarla uğraşırsan, seni ısırırlar, parçalarlar. O vakit onların sâhibi olan Allah'a seslen, Allah de, o vakit O köpekleri tutacak".  
Onun için şimdi biz Allah diyoruz. 
Gene bir tânesi vardı böyle, o da otuz beşe sene şeyhin yanında kaldı. İcâzet istedi o da. Dedi ki şeyhi, "Git bana yoğurt al gel". Ama uzak bir yere gönderdi. "Oradan yoğurt getir bana" dedi. Dervîş koşarak gitdi, sıcak havada, aldı getirdi yoğurdu şeyhe. Şeyh bakdı yoğurda, "Bu yoğurt ekşi" dedi, "git yenisini getir bunun" dedi. Gene o mürîd gitdi koşarak, halîfe olacağım diye. Ve şeyh yedi sefer böyle onu yoğurda gönderdi. Getiriyor, şeyh kabûl etmiyor. O halîfe olacak olan zâtın burasına geldi. Yedincisinde, "Sen gene bana ekşi yoğurt getirdin" dedi, aldı yoğurdu dervîşin kafasına geçirdi. Dervîş bağırdı, "Allaaah!". Şeyh dedi, "Gel icâzetini yazayım". Dedi ki dervîşe, "Otuz beş senedir sen ihlâs ile Allah demedin, riyâen Allah dedin. Şimdi ihlâsen bir defa Allah dedin, sana icâzet veriyorum" dedi. "Hep zikir yapıyordun, kıyâm yapıyordun, devrân yapıyordun, kullar desin diye, riyâen yapıyordun, yoğurdu kafana yiyince bir kere ihlâsen söyledin, şimdi icâzet vereceğim sana".

Bu sohbetin yapıldığı yer bir okuldu. O okulda Efendi Hazretlerini ağırlayan profesör, iki yüz kadar öğrencisi olduğundan bahisle, "Hepsi sizi görmek istiyorlar" deyince Efendi Hazretleri bir nükte yaparak, "Bazı adamı görmekdense ismini işitmek daha hayırlıdır " buyurdular. Sonra nükteye devâm ederek buyurdular ki :

Görmek meselesi çok mühim, insan bakar da göremez. Bakmak başka, görmek başka. Görmek çok güçdür yani.
Ebu'l-Hasan Harakânî'ye sordular, "Bayezid nasıl bir adamdı?" diye sordular. Dedi, "Onu gören müslüman olur" dedi, "mü'min olur" dedi. Dediler, "Nasıl söz bu! Peygamber'i gördüler de mü'min olmadı Ebû Cehil gibi adamlar". Sözünü anlamadılar onun. "Bakanlar demedim" dedi, "görenler" dedi. "Peygamber'i görmediler ki, bakdılar Peygamber'e" dedi, "görenler mü'min oldular. Bu da öyle" dedi, "kim gördüyse mü'min oldu".

Hayvanken hayvan, hangi hayvan olursa olsun, yavrusuna, şifâlı otu gösterir, zehirli otu gösterir, düşmana karşı kendisini nasıl müdâfaa edeceğini, avına karşı nasıl saldıracağını, hattâ nasıl aşk yapacağını filan, hepsini talîm eder. Eğer onlara tekâlif-i ilâhî olsaydı, muhakkak sûretde evladlarına âhiret ilimlerini de öğretirlerdi. Fakat onlara tekâlif olmadığı için, yavrularına yalnız dünyâ yaşayışını öğretirler.  İnsanoğlu bundan da gâfildir. Bir çok insan vardır ki çocuğuna hayâtı öğretmez. Ne âhireti öğretir, ne dünyâyı öğretir. 
İnsanoğlu meleklerden efdal, hayvanlardan ednâ. Cenâb-ı Hakk, hayvanlardan ednâ olan insanlar hakkında "اُو۬لٰٓئِكَ كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّۜ ülâike ke'l-en'âmi belhüm edall" buyurmuşdur. Meleklerden efdal olan insanlar hakkında da "وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ velekad kerremnâ benî adem" yani "biz insanoğlunu mükerrem kıldık" buyuruyor. Allah, Âdem'e esmâyı öğretip onu ilimlerle yüceltdi. "وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا ve alleme âdeme'l-esmâe küllehâ" buna işâretdir. Sonra meleklerine emretdi, "Âdem'e secde edin" dedi, onlar da secde etdiler. "وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰٓئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُٓوا اِلَّٓا اِبْل۪يسَۜ ve iz kulnâ li'l-melâiketi'scüdû li âdeme fesecedû illâ iblîs". İşte bak, insan, meleklerden üstün oldu. Peki neyle oldu bu? İlimle oldu, irfânla oldu.
Hayvan, hayvanken, hangi otu yiyeceğini hangisini yemeyeceğini bilir. Meselâ kedi hasta olur, gider bir ot yer, iyi olur. Kedi nereden biliyor o otu? Annesinden öğrenmişdir. Meselâ çobanlara sor, annesiz büyüyen kuzu, zehirli otları yer, ölür. Anneli büyüyen kuzu, o otu yemez. Çünkü annesinden öğrenmişdir. Onlara âhiret olmadığı için âhireti öğretmiyorlar. Bakıyorsun insanoğlu, ne dünyâyı öğretiyor çocuğuna, ne âhireti. Yalnız âhireti öğretdi, dünyâyı öğretmedi. O vakit nâkıs olur. Hem dünyâyı öğretecek, hem âhireti öğretecek. Yani anaya babaya büyük tekâlif var. Çünkü insan âhireti iyi bilirse kimseyi aldatmaz. Dünyâyı iyi bilirse, kimseye aldanmaz.  
Bugün Kur`ân'ı Kerîm'i bilen, ahkâm-ı Kur`âniyyeyi anlayan bir takım gayr-ı müslimler, onun ahkâmını tatbîk ediyorlar. Bizimkiler yalnız kışırda kalmış, Kur`ân'ı Kerîm'i okuyor, okuyor, söylüyor, anlatıyor, gene sathında kalıyor, hiç bir menfaat görmüyor. Bakıyorsun herif almış eline Kur`ân'ı, "وَالسَّارِقُ وَالسَّارِقَةُ فَاقْطَعُواْ أَيْدِيَهُمَا  ve's-sâriku ve's-sârikatu fakta'û eydiyehümâ" âyet-i kerîmesini okudu okudu okudu, sonra sadakallahü'l-azîm, diyerek kapatıp koydu oraya. Öteki tatbîk ediyor.
Fakîrin görüşüne göre bizde üç yüz dört yüz seneden beri Kur`ân-ı Kerîm okunmamakdadır. "Ama okunuyor Efendi", evet okunuyor ama hâfız okuyor. Birçokları hâfızların sesini dinliyor, mûsıkîyi dinliyor, Kur`ân'ı dinlemiyor, Kur`ân'a âşinâ olmuyor. Kur`ân-ı Kerîm kendisi ziynetlidir, güzel sesle ziynetini gâfillere bildirir. Kur`ân-ı Kerîm ziynetlidir zâten. Onun için hiç bir istifâdesi yokdur, kendisine onu tezkire yapamadı yani. Onun için böyle geri kalıyor.
Bak şimdi bir misâlini vereceğim, hak vereceksiniz bana. Bir adam, Kur`ân'ı okudu, öpdü başına koydu ama ahkâmını çiğnedi. Ahkâmını çiğnediğinin farkında değildir. Okuduğuyla âmil olmazsa, ahkâmı çiğnenir. O, kağıdına, harfine hürmet ederek okur ama ahkâmını çiğner. Meselâ Allah "namaz kıl" diyor, namaz kılmayan bir adam, Kur`ân'ın ahkâmını çiğnemişdir o adam. Ama "akîmu's-salâte" âyetini okuyor, öpüp başına koyuyor filan. Bu adam, namazı kılmadığı vakit, ahkâmı çiğnemiş olur ve Kur`an okumuş olmaz. 
Meselâ hırsızlık yapan bir kimse, mahkemeye düşdüğünde, hâkim "niçin yapdın" diye sorunca, "Hâkim Bey, ben kânûnu okudum, hırsızlık yapan hapis cezâsına çarptırılır" dese, cezâdan kurtulabilir mi? Kur`ân'ı okuyup da ahkâmını çiğneyenler de tıpkı bunun gibi mahkeme-i kübrâda, "Ben Kur`ân okudum yâ Rabbi" diyerek yakalarını kurtaramazlar. "Niye âmil olmadın?" diye sorarlar adama. Acaba anlatabildim mi?
İşte bizimkiler de böyle yani hem çalıyor hem okuyor. Allah sorduğu vakit, "Ben okudum Kur`ân-ı Kerîm'i" mi diyecek? "Okudun ama âmil olmadın, ahkâmını ayak altı etdin" demezler mi? Âmil olmayınca, okumuş sayılmaz o. Bu demek değildir ki kağında, evrâkına ve yazılarına hürmet etmeyelim. Yanlış anlaşılmasın. Kağıdına, kabına, yazısına hürmet etdiğimiz gibi, Kur'ân'ın ahkâmına da hürmet ve riâyet etmemiz lâzımdır. Ancak o zaman âlî oluruz, o zaman yükseliriz. Yoksa işte böyle olduğumuz yerde kalırız.

Bir müddet hiç kimse konuşmayınca, soru sormayınca  Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Kimse konuşmuyor, sükût ediyor. Sükût etmek de bir dersdir ya anlayana. Böyle duralım isterseniz şimdi, hâmûşîler gibi. O da bir dersdir. Çünkü bir çok hâmûşî olan şeyler insanlara ders verir ama duymak için kulak lâzım, görmek için göz lâzım. Meselâ bu hâne der ki içinde oturanlara, "Ben sizin gibi nice insanları eskitdim, ahrete gönderdim, siz de yakında onların hâline geleceksiniz. Kendinize çekip çevirin, toplayın" der. Ama duyana! 
Cenâzeyi önce tabuta koyuyorlar sonra getirip musallâya koyuyorlar ya, yüksek bir yere koyuyorlar. Nasıl bir vâiz kürsüye çıkıp halka vaaz ederse, meyyit de o yüksek yere çıkar halka vaaz eder ama anlamaya kulak lâzım. Onun için Peygamberimiz, "Kefâ bi'l-mevti vâ'izan" demiş. "Eğer anlayabilirseniz size ölümün vaazı kâfîdir" diyor. 
Ârifler sükût edermiş, câhiller konuşurmuş, boş tenekeler. Dolu bir tenekeye vursan, sesi çıkmaz onun, boş olunca ses çıkar. Görmüyor musun, davul boş olduğu için sesi çok çıkıyor. Ârifler doludur, onlardan pek ses çıkmaz, hâmûşî olurlar. Boş olanlar çok ses çıkartır.

Efendi Hazretleri tekrar Kur`ân okumak meselesine dönerek buyurdular ki : 

Kur`ân'ı okumak bir zikirdir. Zikir vazîfesi görüyor. Halbuki tezkire olması lâzım. Geçen kavimlerin başına gelen felâketlerden ibret almak lâzım. Ondan ibret alınca o vakit Allah'ın emirlerini tutar, nehiylerinden kaçarsak, Kur`ân'dan istifâde ederiz. Onun için mücerred Kur`ân okuyup da emrine ve nehyine riâyet etmeyenler hakkında, "rubbe tâlin yel'anuhü'l-kur`ân" tehdîdi vardır. "Kur`ân, kıyâmet gününde bir çok adama lanet eder" diyor Peygamber. Neden? Çünkü Kur`ân'ı okudu, zikir yapdı ama fayda temin etmedi.

Anlamak da mesele ya. Otuz cild kırk cild tefsîr yazmışlar, anlamak bir mesele. Beş yüz cild, bin cild tefsîr yazmışlar Kurtuba'da, İspanya'da bin cild Kur`ân tefsîri yazdılar, beş yüz cild yazıdlar. Sonra bir papaz vardı, yakdırdı bütün kitâbları. Bilmem kaç yüz bin kitabı, üstüne zift dökdürdü, yakdırdı. İspanya müslümanlarının yazdığı kitâblardı onlar. Bin cild tefsîr! Onunla bitmiş değil gene ama 'alâ kaderi'l-imkân, o kadar yapmışlar.
Eğer müslümanlar Kur`ân'ı anlamış olsalardı, elektriği de keşfederlerdi, göğe de çıkarlardı. Bak hâlâ müslümanlar arasında bazı ahmak adamlar var, "Efendim, göğe çıkılmaz, o çıkılan bilmem neresidir" diyorlar. Halbuki Kur`ân'da var. "Kudret-i ilmiyye ile çıkabilirsiniz" diyor Allah ama "Her şey benim iznim iledir" diyor, o ayrı. Ahmak adam anlamıyor, hâlâ inad ediyor. Düşünemiyor ki, semâvât ve ard, görünen ve görünmeyen âlemler, dünyâ ve âhiret, ne varsa hepsi insan için halk olunmuşdur, Allah için değil. Allah'ın onların hiçbirine ihtiyâcı yokdur. Yani her şey insan için yapılmışdır. 
Bir lanet var, bir şikâyet var. Kur`ân, şikâyet eder. Kur`ân, lanet eder. Kur`ân, şefâat eder. Bir kimse Kur`ân'ı okumadıysa, okuyup da emrine hakkıyla riâyet etmediyse Kur`ân ondan şikâyet eder. Okuduğu halde emrini tutmayıp aksini yapdıysa, Kur`ân ona lanet eder. Okudu, emrini tutmadı ama tutamadığına üzüldü ise, Kur`ân ona şefâat eder. Nefs-i levvâme yani. Nefsini levmediyor, "Allah emretdi, ben yapamadım" diyor, o vakit şefâat edecek. Kısım kısım böyle.

Bazı ahmaklar da, bizim geri kalışımızı Kur`ân'a bağlıyorlar. Geçenlerde bir Alman profesör geldi, "Biz İncil sâyesinde ilerledik, siz Kur`ân yüzünden geri kaldınız" dedi. "Biz Kur`ân yüzünden geri kalmadık, siz de İncil sâyesinde ilerlemediniz. Tam aksine, biz Kur`ân'ı geri atdığımız için geri kaldık, siz İncil'i geri atdığınız için ileri gitdiniz" dedim, ağzı açık kaldı, cevâb veremedi. Bizim geri kalmamızın sebebi, Kur`ân'ı geri atmamızdandır. "وَمَنْ أَعْرَضَ عَن ذِكْرِي فَإِنَّ لَهُ مَعِيشَةً ضَنكًا ve men a'rada an zikrî fe inne lehû maişeten danka", bitdi o kadar. İğrâz-ı Kur`ân edenin maîşeti dar olur. Maîşeti dar olur demek, yemeğe ekmek bulamaz, aç kalır demek değildir. Görmüyor musun öküz de yiyecek bir şeyler buluyor. Kur`ân'dan iğrâz edenin maîşeti dar olur demek, câhil kalır demekdir. Ne sadrı açılır, ne kalbi, ne ilimden nasîbi olur, ne irfandan, hayvan gibi gelir, hayvan gibi yaşar, hayvan gibi gider. 
www.muzafferozak.com
Listeye geri dön