11 Mart 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
Ebü'd-Derdâ Hazretlerine, sahabenin ileri gelenlerinden Ebü'd-Derdâ, bir zât gelmiş, demiş ki, "Yâ Ebe'd-Derdâ, ben ıslâh-ı nefs etmek istiyorum, ne yapayım ıslâh-ı nefs etmek için" demiş. "İstiyorum" demiş, "Allah'ı tanıyorum, Peygamber'i tanıyorum ama bir türlü kendimi namaza, oruca, hayır hasenâta alıştıramıyorum, dâimâ nefs-i emmâremin uşağı oldum" demiş. "Şeytan'a tâbi oluyorum gidiyorum, ben ne yapayım yani? Bana bir şey söyle. Şu gözlerinle, şu mübârek gözlerinle Resûlullah'ı gördün mü?". "Elbet gördüm". "Şu mübârek ellerinle Resûlullah'ı tutdun mu?". "Elbette tutdum" demiş Ebü'd-Derdâ Hazretleri. "Hah öyleyse, şu mübârek ağzınla bana, ilâcımı tarîf et, derdime çâre bulayım" demiş.
Bir defa Ebü'd-Derdâ kim? Ebü'd-Derdâ sahabenin ileri gelenlerinden. Ve İstanbul'da burada makâmı var, burada İstanbul'da, Eğrikapı'da. Ecenbîler okumuşlar kitâbda, bana dediler ki "götür bizi" dediler, götürdüm. Keşke götürmez olaydım! Ebü'd-Derdâ'nın önüne bir kamyon çöp dökmüşler bizim Türkler, İstanbullular.
Ebü'd-Derdâ nasıl bir adam, onu tarîf edelim. Ebü'd-Derdâ'ya Melekü'l-mevt, Azrâil aleyhisselâm gelmiş. Hazret-i Azrâil, Melekü'l-mevt, Azrâil aleyhisselâm gelmiş. İnsan şeklind egelmiş Melekü'l-mevt. Melekler insan şekline girer. Melekler insan şekline girer, bilmezsin kovarsın, yâhud kalbini kırarsın filan, mülkünü tersine çevirirler. Buhârî'de var. Onun için dâimâ iyi muâmele yapacaksın.
İsm-i a'zâmı bulmak için Kur`ân-ı Kerîm'in hepsini okuyacaksın. İsm-i a'zâmı bulmak için Esmâ-yı Husnâ'nın hepsini okuyacaksın. Ramazan-ı Şerîf'de Leyle-i Kadr'e ermek için bütün Ramazan gecelerini Kadir bileceksin, Allah'a ibâdet edeceksin. Derse öyle girelim şimdi, evet. Sonra, Allah'ın gadabının hangi günahda olduğunu bilmediğin için bütün günahları terkedeceksin. Hiç kıymet vermediğin bir günah, adamı ebedî cehenneme götürür koyar. Meselâ bir karıncayı yakarsın ateşde, Allah da seni yakar ateşde, götürür cehenneme. Hiç kıymet vermediğin böyle. Bitdi o kadar. Gene zerre kadar hayır yaparsın, senin gözünde hiç o görülmez, Allah indinde çok mkabÛle geçer, seni Allah cennete alır. Allah bahâ Allah'ı değildir, bahâne Allah'ıdır.
Onun için Allahu Teâlâ meleklerini de böyle gizli olarak insan şekline koydu ki, müslümanlar birbirlerine hüsn-i zann etsinler diye. Herkes birbirini itip kakmasın diye, horlamasın diye. Bazı adam var önüne geleni ısırıyor, arkasına geleni tepiyor. Har, hari har, har, Ramazan'da, har, har, har, böyle. Aman hâ! Sakın hâ! Orucun bir faydası olmaz. Açlığın yanına kâr kalır yani hiç kıymeti yok. Allahu Teâlâ, Hızır aleyhisselâmı, sevdiklerini, velîlerini insanlar arasına koymuşdur, hiç kıymet vermediğin bir adam Allah'ın sevgilisidir. Meselâ bir tânesini söyleyeyim ben sana. Çok var ama bir tânesini söyleyeceğim.
Eskici bir adam varmış, gidermiş onun yanına, "Ben Medîne'de ölmek istiyorum" dermiş. Hepimizin arzusu ya. Müslümanların, Peygamber'i sevenlerin, hepsinin arzusudur bu. "Medîne'de ölmeyi isterim efendi ben, çok isterim". "Napıcan oğlum Medîne'de ölmeyi" demiş o kunduracı. "E Resûl-i Ekrem orada yatıyor". "Evlâdım, sen Medîne'de ölmeye bakma. Medîne'ye lâyık olmaya çalış".
Kendine kabir yapdırma, kendini kabre hazırla sen. Ahmak adam! Bazı adam kabir yapdırıyor, koca bir türbe, bilmemne, falan fıstık, altı cehennem çukuru, haberi yok bir şeyden. Onun için sen kendine kabir hazırlama, kendini kabre hazırlayacaksın.
"Sen Medîne'ye yatmaya çalışma, Medîne'ye lâyık olmaya çalış" demiş. "Aman efendi öyle deme" demiş, "Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem Efendimizin evvelâ şefâat edeceği Medîne halkıdır" demiş. "Öyle ama" demiş, "oraya lâyık ol sen" demiş. "Ama çok istiyorum" deyince, elini bir sürmüş, gözünden perdeyi böyle kaldırıvermiş, kaldırınca bir de bakmış ki, aaa İstanbul'da ölüp de Medîne'ye lâyık olanları buradan melekler götürüp oraya gömüyorlar. Orada da lâyık olmayan orada öldü mü onu da alıp götürüyorlar, başka yere koyuyorlar. Sen mezarlığa adam taşıyorsun, zannediyor musun orada kalıyor o. Îmânsızsa kâfir mezarlığına götürürler onu. O kâfirlerden de îmânlı olanları islâm mezarlığına getirirler. Hep gece gündüz taşırlar, bir takım melekler vardır. Hep cenâze teşkilâtındaki belediye imamları cenâze taşımaz, Allah'ın da cenâze teşkilâtı var. Onun için "Oraya lâyık ol" demiş. O vakit anlamış eskicinin ne olduğunu. Ondan evvel bilmiyor ki eskicinin ne olduğunu.
Gene bir eskiciden bahsedelim. Gaziantep'deymiş bu Hazret, ismine Yuh Baba derlermiş, ismine Yuh Baba diyorlar. Cenâze giderken sorarmış, "Kim gidiyor?". "Filanca kimse gitdi". Kötü bir adamsa eğer, "Yuh onun ervâhına!" dermiş. Kimse bir şey diyemiyor, meczûb bir adam. "Kim gidiyor?". "Filanca öldü". "Rahmet ola" dermiş, mübârek ola".
Bir gün eşrafdan birisi ölmüş, geliyor cenâze kalabalık halk, önüne bando mızıka koymuşlar, dangada dangada, Şopen'in marşını çalıyorlar filan, çelenkler, melenkler, çiçekler derken, "Kim o?" diye sormuş Yuh Baba. "İşte filan kimse". "Yuh onun ervâhına" demiş. Demiş ama o cenâzenin oğlu da oradaymış, "Vay pezevenk babama yuh dedi" demiş. "Aman" demişler, "ilişme ona, ilişilmez ona, meczûb adam, boşver" demişler. Küçük oğlan demiş ki, "Ulan bu pezevenk benden evvel geberirse babama çekdiği yuhu ben de buna çekeceğim" demiş, babamın intikâmını alacağım" demiş.
Yuh Baba ölmüş. Yuh Baba ölmesin mi! Ölür ya Yuh Baba. Oğlan biliyor meseleyi, cenâze geçerken soruyor, "Kim bu be gelen?". "Yuh Baba" demişler. "Yuh onun ervâhına!" deyince, Yuh Baba kalkmış tabutun içinde oturmuş, "Ulan pezevengin oğlu! Baban gibi gitdimse yuh bana, ama baban gibi gitmiyorum, yuh senin ervahına!" demiş.Efendi Hazretleri, o gün sohbetine gelen Süleyman Bey'e iltifatda bulunarak, "Bugün benim keyfim yerinde. Sen geldin bugün, zevkliyim ben, konuşacağım" buyurdular.
Onun için Allahu Teâlâ, insanların arasına velîlerini koydu böyle. Melekler de insan şekline girerler. Kimse kimseyi kırmasın, herkes birbirine hüsn-i teveccüh etsin diye.
Daha söyleyeyim mi böyle gizli evliyâlardan. Hızır aleyhisselâm gitmiş oturmuş, Abdürrezzak Hazretleri vaaz veriyor, ders yapıyor. Hızır oturmuş orada. Bir zât önde oturuyor, böyle uyukluyor orada, pinekliyor. Birisi demiş ki ona, oruçlunun uykusu tesbîh demiş, o da uyuyormuş böyle orada. Hızır dürtüyor onu, "Uyumasana! Abdürrezzak ders veriyor ulan! Bu fırsat ele geçmez". Dürtüyor. Hızır aleyhisselâm ama o dürten. Gene dürtüyor, "Abdürrezzak ders veriyor, uyumasana ulan!" derken, bir dönmüş, bakmış şöyle, "Bana bak" demiş, "kulağını ver bana. Sen Abdürrezzak'dan ders alıyorsun, ben Rezzak'dan alıyorum" demiş. "Bana bak, senin Hızır olduğunu söylerim bu cemaate, paçayı kurtaramazsın burada" demiş. Şaşırmış Hızır aleyhisselam.Efendi Hazretleri, o gün kendisini görmekden çok memnûn olduğu Süleyman Bey'e takılarak, "Nereden geldin Süleyman Efendi bu akşam sen benim yanıma" buyurunca, Süleyman Bey "Sermâye bitdi toplamaya geldim" diye cevâb verdi.
"Bana bak" demiş "söylerim senin Hızır olduğunu" demiş, "paçayı kurtaramazsın" demiş. Hızır aleyhisselâm hemen defteri çıkarmış bakmış, bu adamın ismini arıyor. Çünkü Allahu Teâlâ sevdiği kullarının isimlerinin bir defterini Hızır'a vermiş. Arıyor arıyor, bu adamın ismi yok. Ne ismi var ne cismi var. Demiş, "Yâ Rabbi, verdiğin defterde bu adamın ismi yok". "Yâ Hızır, iki defter var" demiş, "يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُٓ yuhibbuhüm ve yuhibbûneh, ben sana sevdiklerimin isimlerini verdim, benim sevdiklerimin ismini verdim, o, beni sevenlerden, o bana âşık olanlardan. Ben, benim sevdiklerimin isimlerini sana verdim, ama o beni sevenlerden, onların defterini sana vermedim" demiş. "El-evliyâî tahte kubâbî lâ ya'rifuhum gayrî". Bitdi o kadar.
Şimdi, Allahu Teâlâ'yı sevenler var, Allah'ın sevdikleri var. Allah sevdiklerinin ismini vermiş Hızır'a fakat Allah'ı sevenlerin ismini vermemiş. Allah biliyor onu. Onun için herkes birbirine hüsn-i teveccüh edecek, müslümanlar. Önüne gelene har, har, har, har, ardına geleni, tepmeyecek. Müslüman öyle, güzel muâmele edecek. Bitdi.
Nereden açdım ben bunu? Ebü'd-Derdâ'dan açdık, değil mi? Ebü'd-Derdâ Hazretleri sahabeden. Geçenlerde adamın birisi kitâb yazmış, benim de acâib gözüm vardır böyle, kitâbı şöyle çevirdim, "Ashâbdan kerâmet zâhir olmamışdır" diyor. Tuh! Câhil herif! Utanmaz! İnsan kitâb yazar mı böyle! Ashâbın kim olduğunu sen bilmiyorsun. Sahabe-i kirâm büyük insanlar, onların hepsi yıldız, hidâyet yıldızıdır. Güneş çıkınca yıldızlar görünmediği gibi Resûl-i Ekrem'in mucizâtından onların kerâmetine fırsat gelmemişdir. Yoksa hepsi kerâmer sâhibi insanlar. Resûlullah'dan, şems-i hakîkat-i Muhammediyyeden ahzetmişlerdir, hepsinde var onların kerâmet, öyle şey olur mu. Şimdi dinle. Hazret-i Ömer üç aylık yoldan, "Yâ Sâriye el-cebel!" diye bağırıyor. Görmedin mi! Şimdi, Ebü'd-Derdâ da bu.
Gelmiş Melekü'l-mevt Ebü'd-Derdâ'ya insan şeklinde. Orada iş. "Yâ Ebe'd-Derdâ, şu kulubeni biraz büyütsen, gecekondunu, sarayını. Sarayı varmış Ebü'd-Derdâ'nın. Bir sarayı varmış ki Ebü'd-Derdâ'nın yazın sıcakdan ayaklarını kurtaramıyor, kışın soğukdan. Saray! Ebü'd-Derdâ'nın sarayı bu. "Yâ Ebe'd-Derdâ!", "Lebbeyk" demiş. İnsan şeklinde gelmiş, konuşuyor. "Şu sarayını biraz büyütsen, kışın ayaklarını soğukdan korusan, yazın da güneşden korusan, olmaz mı?" demiş. Şöyle bakmış Ebü'd-Derdâ, "Sen beni takîb etdikden sonra" demiş, "bu bile çok" demiş. "Peşimi bırakmıyorsun ki sen benim. Hep kılıcın ensemde dolaşıyor" demiş Azrâil aleyhisselâma. şaşırmış Melekü'l-mevt. Ebü'd-Derdâ bu.
Şimdi, bu Ebü'd-Derdâ'ya gelmiş bir zât, "Aman Yâ Ebe'd-Derdâ, ben nefs-i emmâre elinden kurtulamıyorum, beni kurtar bu işden. Bir ilaç ver bana" demiş. "Sen Peygamber'i gözünle gördün mü?". "Gördüm". Hem de görmüş, bakmış değil, görmüş. Bir de bakar da göremez. Ebü'd-Derdâ görenlerden. Ebû Cehil bakmış, görememiş. O bakmış böyle, bakar. Bakmış görememiş. Ebü'd-Derdâ görenlerden sallallahu aleyhi vesellemi.
Haydi salavât verelim Peygamberimize. "Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin ve sahbihî ve sellim". Bir de aşk ile, şevk ile bir Kelime-i Şehâdet getirelim." Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûluh". Yâ Rabbi, bu kelime-i tayyibeyi cümlemize hâtime-i kelâm eyle, son sözümüz bu olsun Yâ Rabbi. Bu kelime, cennât-ı âliyâtın sekiz kapısını açar. Cennet sekizdir, cehennem yedi.
Haydi yedileri sayalım. İklîm yedi, hafta yedi, semâ yedi, ard yedi, cehennem yedi. Say bakalım daha. Söyleyin bakalım yedileri. Ama cennet sekiz. Sekiz cennet, her cennetin yüz derecâtı var. Esmâ-yı Husnâ mikdârı. Yüz derecâtdır, dereceleri.
Üç türlü cennet vardır. Cennet-i efâl. Bunları işitmediniz hocaefendiler söylememişlerdir size bunları, bunlar gizli ilimlerdendir. Ben gevezelik yapıyorum. Cennet-i efâl, cennet-i sıfat, cennet-i zât vardır. Âşıklar, cennet-i zâta giderler. Âşıklar. Neresidir o? Sûre-i Kamer'de, "ف۪ي مَقْعَدِ صِدْقٍ عِنْدَ مَل۪يكٍ مُقْتَدِرٍ fî mak'adı sıdkın inde melîkin muktedir". Âşıkların yeri orası. Cennet-i efâle gidenler, onlar orada, "ve hûrun 'ıyn, ke emsâli'l-lü'lüi'l-meknûn, cezâen bimâ kânû ya'melûn", güzel hûri kızları var, yemek içmek var, güzel, fevkalâde güzel. İnşâallah hep berâber gideceğiz. Evet, gideceğiz. Babamızdan kaldı, Hazret-i Âdem'den. Babamız değil mi? Babamızın malı, babanın malına mîrâs düşer, evladlar babaya vâris olurlar be.
"Söyle Yâ Ebe'd-Derdâ, sen Resûl-i Ekrem'i mübârek gözlerinle gördün mü?". "Gördüm". Bakmak var, görmek var. Ebü'd-Derdâ Hazretleri, Resûl-i Ekrem'i görenlerden, bakanlardan değil.
Meselâ bir sahabe var, ileri sahabeden o da, ismi Abdullah el-Ensârî Hazretleri. Efendimizin âlem-i cemâle erdiği gün, Medîne'den feryâd u figân kopuyor, kıyâmet kopuyor, o da bahçede çalışıyormuş, oğlu gelmiş. "Ne oldu?". "İşitmiyor musun kıyâmeti, kıyâmet kopdu?". "Ne oldu?". "Resûl-i Ekrem mülâkat etdi, vuslat-ı rabbânî, Allah'a mülâkat etdi". "Eyvaaah!" Hemen çapayı yere atdı. "İlâhî ben Muhammed'siz bu dünyâyı görmek istemem, gözümün nûrunu al benim, söndür" dedi ve iki gözü kör oldu. Ziyâret etdik beraber, sizi götürdüm ben ziyârete o zâtı, Abdullah el-Ensârî Hazretleri. Selmân-ı Fârisî, Abdullah el-Ensârî, Huzeyfetü'l-Yemânî, üçü birarada yatıyorlar. Bağdad'a on beş kilometre, Basra yolunda. Götürdüm sizi. Selmân-i Pâk'de yatıyorlar, üçü beraber. "Ben kâinâtı Muhammed'siz görmek istemiyorum Yâ Rabbi, gözümün nûrunu söndür" dedi o.
Niye diğer sahabeler söylemediler bunu? Neyse onu başka zaman anlatırız. Bunu bana gizli sor. Herkese söylenmez o. Niye diğer sahabeler söylemedi de o söyledi? Onu sonra gizli sor sen bana, kulağıma gel. Öyle bazı şeyleri gizli söylemek lâzım. Filin lokması karıncaya verilmez. Filin lokmasını karıncaya vermeyeceğiz. Herkese söylemeyeceğiz.
Geçelim biz dersimize.
"Mübârek gözlerinle gördün mü Resûlullah'ı", "Elbet gördüm". "Elinle tutdun mu?", "Tabii tutdum".
Kimde Resûlullah'ın cüz'ü varsa, vücûdunda cüz'-i Muhammedî, cehennem haramdır ve cehennemi söndürür o. Semâ, ard, arş, kürsî, ard-ı simsime, ne varsa işte, bilinen bilinmeyen, hepsi Resûl-i Ekrem için halkolunmuşdur. Bitdi o kadar. Cehennem de O'nun için halk olundu. Neden biliyor musun? O'nu sevmeyenleri koyacak Allah oraya. Yaaa! Onun için halk olundu. Kim Resûl-i Ekrem'e hıyânet yaparsa, âline, ashâbına, evliyâsına, nâra girecek onların hepsi, hapishâne orası. Kim Resûl-i Ekrem'in âline, evlâdına, kendi zâtına, ashâbına, evliyâsına, ulemâsına hürmet ederse, o cennete girecek. Bitdi, o kadar.
"Peki öyleyse ne istiyorsun benden?". "Sen gözlerinle Resûl-i Ekrem'i görmüşsün, elinle Resûl-i Ekrem'i lems etmişsin Yâ Ebe'd-Derdâ, bana bir çâre söyle, çâre. Ben Hakk'ı arıyorum, Allah'ı arıyorum, Allah'ı bulmak istiyorum. Allah'ı bulmak istiyorum ve iyi insan olmak istiyorum ben. Kendimi kurtaramıyorum ama. Durduk kıyâma, uyduk kalabalığa, namaz öyle gidiyor gürültüye. Namazın ne olduğunu bilmiyorum. Oruç tutuyorum, orucun ne olduğunu bildiğim yok. Ben kulum, Allahu Teâlâ beni halk etmiş".
Öyle bir kurbiyyet var ki, namazda bulunuyor bu iş. Biz farkında değiliz ama. Meselâ ne diyor "ikrâ' bismi"nin sonunda, "secde et yaklaş" diyor. Bitdi, o kadar. Kendisi diyor, kendisi, zât-ı ulûhiyyeti, esteîzübillah, "ve nahnü akrebü ileyhi min habli'l-verîd, ben size can damarınızdan yakınım, size sizden yakınım ben" diyor Allahu Teâlâ, "siz bana uzaksınız" diyor. "Secde et", uyanık secde et ama, "secde et bana yaklaş" diyor. Abdiyyetle mabûdiyyetin birleşdiği vuslat ânı secdedir. Müslüman namaz kılıyor ama bilmiyor bunu. Bunun sırrını bilmezse ne olacak hâli? Bile bile namaz kılacak. İrfân sâhibi olacak. Namazla, oruçla iş bitmiyor yalnız. İrfansız olursa, bilmez, aç durur akşama kadar. Güzel bir şey ama ecir alır yalnız. Biz öyle istemiyoruz, Allah öyle istemiyor.
Allah Celle Celâluhû Hazretleri ne diyor bir kudsî hadîsde, "Ey insanoğlu! Bütün mahlûkatı, mevcûdatı senin için halk etdim, seni kendim için halk etdim" diyor. İnsanoğlu Allah için halk olunmuşdur. Melek, felek, ne varsa işte, ne görüyorsan, hepsi insanoğlu için halk olunmuşdur. Bitdi o kadar. İnsanda ne varsa var, insanda! Ne varsa âdemde var. "Bunu nasıl isbât edersin Efendi?". Görmüyor musun? Habîbini insandan seçmiş, melekden seçmemiş ki. Sevgilisi insandan, Muhammed aleyhisselâm, Allah'ın habîbi, mahbûbu.
Öyle diyormuş Râbia-i Adeviyye, hiç Allahu Teâlâ'nın esmâ-yı zâtını anmazmış, hep sevgilim diyor, başka yok. Sevgilim diyor, o ismi kullanıyor, habîb ismini kullanıyor. Neyse oraları açmayalım, iyi değil. İftara ne kaldı?
Süleyman Bey sabırsızlık edip, "Ebü'd-Derdâ ne cevâb veriyor ona? Tavsiyesi ne yani?" deyince, Efendi Hazretleri, "Anlatacağız kardeşim, dur biraz" buyurdular. Süleyman Bey tekrar, "İhtiyâcımız var o tavsiyeye" diye ısrar edince, Efendi Hazretleri, "Eyvâh! Oruç kafasına vurdu gâliba, felâketin büyüğü. Anlatacağız, konuşacağız" buyurdular.
"Yâ Ebe'd-Derdâ, derdime çâre" diyor, "beni Hakk'a mülâkât etdir" diyor. Bu tavsiye de Kur`ân reçetesiyle olacak, Kur`ân reçetesiyle, Muhammed reçetesiyle, Kur`ân şifâhânesinden alacağız ilacı. Akılla değil, akıl kurbân edilecek bir defa. Akıl, akl-ı maâş, denizin kenarına kadar seni götürecek, ata binmiş gibi olursun sen. Oradan ileri gitmez, yürümez, oarada kalır o. Onun için Cebrâil aleyhisselâm ne dedi, "Yâ Resûlallah, benim makâmım burası, ben ileri gidemem, yanarım" dedi. Peygamberimiz gitdi, aşka süvâr oldu Resûl-i Ekrem. Yani Refref'e. Aşka süvâr olup mi'râc etdi Peygamberimiz.
"Peki öyleyse, sana üç tavsiyem var" dedi o zât. Kulaklarını benden yana aç. Ver kulağını benden yana. Sana üç tavsiyem var. Bunları yaparsan Allah'a mülâkat eder, için dışın insan olur, dışın insan, için hayvan kalmazsın".
Çünkü dünyâya insan, insan gelir, hayvan yaşar, hayvan ölür. İnsan gelir, insan yaşar, insan ölür. İnsan gelir, hayvan yaşar, hayvan ölür. Gelişi insan. Âlem-i ervâhda "elestü bi rabbiküm" hitâbında "kâlû belâ" demişdir, "kâlû belâ" dedikden sonra dünyâya gelip unutmazsa, ahdine vefâkâr olursa mesele kalmaz. Biz gelelim gene dersimize, dönelim. Keseyim mi? Evi uzak olanlar var.
Abdullah el-Mübârek geliyormuş haccdan, aklıma geldi, söylemeden geçmeyeceğim, gelirken bakmış ufak bir çocuk, küçük çocuk, dört beş yaşında bir çocuk, toprakları böyle yığıyor, yığıyor ortaya, gülüyor filan, sonra vuruyor dağıtıyor, ağlıyor çocuk. Oynuyor böyle ufak çocuk. "Bu çocuğa selâm vereyim mi vermeyeyim mi?" demiş Abdullah el-Mübârek. İçinden bir kuvvet demiş ki, "Verme, çocuk ne bilir selâmın kıymetini". Bir kuvvet demiş ki, "Ver, aklını Muhammed yoluna kurbân et, Resûl-i Ekrem çocuklara selâm verirdi".
İşte onu söylüyorum şimdi. Resûlullah yoluna akıl kurbân olunmayınca, insan Allah'a vuslat edemez. Akılla iş yok. İşte aklı denizin kenarına kadar götürür insanı, ileri götürmez, daha ileri gidemezsin. Ata benzer o, binersin, oraya kadar. Sonra gemi lâzım. Sonra denize inmek lâzım. Gemiden denize inemezsin. Şerîat gemidir, Nûh'un gemisi gibi, aşağı düşersen boğulursun. Hakîkate ineyim dersen, gemiyi terketmek lâzımdır filan. Neyse oralara hiç karışdırmayalım, senin kafan karmakarışık olur, Arnavudluğun bozulur.
Neyse, efendime söyleyeyim, "selâm vereyim mi vermeyeyim mi?" Bir kuvvet dedi ki "verme, çocukdur selâmın kıymetini bilmez". Bir kuvvet dedi ki, "Ver, aklını kurbân et, Resûl-i Ekrem çocuklara selâm verirdi".
Hepsinin başını okşardı, çocuk gördü mü Cenâb-ı Peygamber mübârek eliyle böyle. Sen de okşa. Hattâ birisi bir yetîmin kafasına vurmuş da çocuk, yetîm zannetmiş ki okşuyor zannetmiş, ondan dolayı cennete gitmiş adam. Adam vurmuş, çocuk okşuyor zannetmiş, yetîm. Yetim. Mahallede yetîm var mı, elbise alacaksın, ayakkabı alacaksın. Paraları toplayıp bankaya koymakla işi yürütemezsin. Burada kalır o. Kim yetime giydirirse ayakkabıyı, gözyaşını silerse yetîmin, o vakit para onun olur, ebedî onun olur. Köşeyi döner. Neyse geçelim.
"Selâmün aleyküm yâ veledî". Bilmediği bir memleket. "Ve aleykümü's-selâm yâ Abdullah el-Mübârek" demiş çocuk. Şaşırmış Abdullah el-Mübârek. Abdullah el-Mübârek nasıl Abdullah el-Mübârek olmuş, onu da söylerdim ama ne yapayım şimdi ben, vakit dar. "Oğlum sen beni nereden tanıyorsun" demiş. "Âlem-i ervâhdan" demiş, ilk safdaydık beraber" demiş, "Allahu Teâlâ sana Abdullah el-Mübârek diye hitâb etdi, ben de oradaydım, oradan hatırlıyorum seni" demesin mi! Fesübhânallah! Beş yaşındaki çocuk. Bunlara ıstafâ derler Süleyman Bey, bunlar seçilmişler Allah tarafından. Sonra Abdullah el-Mübârek şöyle durmuş, demiş, "Bunu ben bulmuşken, bunda vehbî ilim var, şunu öğreneyim. Akılla nefsi, akl-ı maâd ile nefsi bana tarîf edebilir misin evlâdım?". "Elbette, gâyetle basit" demiş. "Karşıdan gelirken, ben bu çocuğa selâm vereyim mi vermeyeyim mi diye düşündün. Bir kuvvet dedi ki verme. O nefsindir" demiş. "Diğer kuvvet dedi ki nefsini, aklını kurbân et, Resûl-i Ekrem'in yolunda, çocuğa selâm ver. İşte o senin akl-ı maâdındır". "Niye oynuyorsun burada?". "Çocuğum ben" demiş, "oyun ihtiyâcım var".
Çocuklarını oynat, eğer çocuğu oynayacak zamanda oynatmazsan, sonra oynamayacak zamanda oynar. Herif altmış yaşına varmış, hâlâ domino oynuyor. Saçı ağarmış, ölüm yanına gelmiş, oyun oynamaya gidiyor. Kanamamaış. Çocukken oynat çocuklarını. Hakkı çocukların oynamak. Öyle yumruk, tekme, sille, lüzûm yok. Çocuklar oynayacaklar.
"Oynuyorum" demiş, "çocuğum ben" demiş. "Peki ama, bunda bir iş var". "Nedir o?". "Sen bu toprakları böyle topluyorsun, gülüyorsun, sonra dağıtıp ağlıyorsun, bunda bir iş var". "O toplanan toprak, insan vücûduna teşbîhdir" demiş. "İnsan dünyâya geldiği vakitde, o tarladan, bu tarladan, şuradan buradan yenen mevâdd ile menî olur, menîden kana inkılâb eder, sonra insan şekline gelir, bir mamûr olur. O mamûr, beytullah olur. Semâvâta sığmayan Allah insanın kalbine sığar. Allah kalbe nazar eder. Sonra o beytullah, zamanı gelir, ölür ve dağılır" demiş, "ona ağlıyorum tabii, beytullah dağılıyor ağlıyorum". Geç, çocuk benim gibi. Sakallı çocuk. Neyse geçelim biz bu tarafa doğru.
Demiş, "Aç kulağını benden yana bakayım. Üç şeye dikkat edeceksin. Öyle paçayı kurtarırsın. Biri, cenâze namazı kıl". Ebü'd-Derdâ diyor şimdi o adama. "Cenâze namazı kıl. Karşıdan bakma cenâze namazına, cenâze namazını kıl." demiş. Bir de karşıdan bakıyor böyle, "ona var bana yok" diye. Mal kaldı diye seviniyor, göbek atıyor. "Makâmı bana kaldı" diyor. Öyle değil. "Cenâze namazı kıl". "Sonra?" "Hastahânelere git, hastaları yokla. Mezarlıkları dolaş" demiş. "O vakit senin kalbin yumuşayacak, şehvetden kurtulacaksın, Hakk'a kul olacaksın. Haydi bakayım git, sonra bana gel gene".
Gitmiş adam dolaşmış dönmüş gelmiş. Gelmiş Ebü'd-Derdâ'ya, "Yâ Ebe'd-Derdâ, yapdım. Vallahi, billahi nasıl o gün seninle konuşduysum kalbim aynı" demiş, "hiç dönmedi, taş gibi elhamdülillah". "Evlâdım anladım" demiş, "hak konuşuyorsun ama sen cenâzeye gitdin, cenâze imamı gibi" demiş.
Dinleyenlerden birisi, "estağfirullah" deyince Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Estağfirullahı mestağfirullahı bırak şimdi. Hep estağfirullah deriz. Ben herkesi müsâvî tutmam ki. Ben de cenâze namazı kıldırdım ve cenâze yıkadım ben yani. Kaç bin tâne ölü yıkamış bir adamım ben. İnşâallah içlerinde bir kaç tâne diri vardır, onlar şefâat eder bize âhiretde. Sen biliyor musun, bazı adam cenâzeyi yıkar, yıkadığı için imam affolur, bazı adam cenâzeyi yıkar, o imam yıkadığı için cenâze affolur. Ondan haberin var mı? Bazı adam namaz kıldırır, o meyyitin namazını kıldırdığı için imam affolur ve cemâat affolur, bazen imâm efendi onun namazını kıldırdığı için meyyit affolur. Bunların misâlleri vardır babacım. Ayrı şey bunlar. Biz tek taraflı konuşmuyoruz.
Ebü'd-Derdâ, "Sen" demiş "cenâze imamı gibi namaz kılmışsın".
Mezarcı gibi. Olmaz öyle. Keçi can kaygusunda, kasap et kaygusunda. İmam kaç para alacağım akşama diye düşünüyor, ölümden haberi yok, er kişi niyetine, hâtûn kişi niyetin diye götürüyor. Öyle değil, tabutun içinde ben varım diye düşüneceksin, saksı kafalı! Karım dul kaldı, çocuklarım yetîm kaldı, malım mülküm ele kaldı, işim, iskemlem halk tarafından taksîm olundu. Düşmanlarım seviniyor, dostlarım ağlıyorlar. Ben amelimle başbaşa kaldım, çenem kapandı, gören gözüm görmez oldu. Koydular beni tabutun içerisine. Öyle diyeceksin. Namazı öyle kılacaksın, namaz kıldığın vakitde, cenâze namazı. Yoksa, ona var bana yok diye kılarsan yüz bin tâne namaz kıl istersen, hiç bir faydası olmaz onun. Namazı kılarken, niyet etdin mi er kişi niyetine, "tabutda ben varım" diyeceksin, kendi namazını kılacaksın.
Bunun da işâret var. Doğan çocuğa ne yaparlar? Sağ kulağına ezan okurlar. Sol kulağına ne yaparlar? Kâmet getirirler. Bunun namazı ne vakitdir? Cenâze namazıdır. Manâsı şu. Ezan okundu, kâmet getirildi, namaz hemen kılınmıyor mu, o kadar kısa dünyâ hayâtı, onu gösteriyor. Ezânı okudnu sağ kulağına, sol kulağına da kâmet edildi, hemen namazın kılınacak işte senin. Musallâya çıkar meyyit, vaaz etmeğe, halka vaaz eder meyyit musallâda. Anlayabilirsen eğer. Onu duysan sen. Yaaa! "Tabutun içinde ben yatıyorum, benim çocuklarım yetîm kaldı, benim malım ortada kaldı. Ben şimdi elim ayağım kanlı. Elâlemin hakkını hak etmeden buraya geldim. Haram yemişim, tövbe etmeden, hakkı yerine kazâ etmemişim, zekâtımı vermemişim, namazımı kılmamışım, abdestimi almamışım. Günahları suçları yüklenmişim". Edirnekapı hâricindeki yılana ne bakıyorsun sen. Gördüm ben orada bir yılan, buradan tâ oraya kadar ama o yılan değil, herkes yılanını buradan götürüyor.
Sonra ikincisi, "hastahâneye gitdiğin vakitde, hastaya bakıyorsun, sen bakmışsın böyle bakar gibi, ben hastayım, ben yatıyorum" diyeceksin.
Milyonları vermeye hazır olan adamlar var şimdi, milyon verecek, bir yudum su içebilsin, bir lokma ekmek yesin yâhud bir bardak idrar çıkarsın, bir fincan dolusu. "Bir milyon vereceğim" diyor. Çıkart haydi! Sen kaldırıp bacağını şar şar işiyorsun, haberin yok senin dünyâdan.
Hani bir bardak su almış Behlûl-i Dânâ, gelmiş Hârun'a, "Ey halîfe, senin mâlik olduğun mülk ve saltanat bir bardak sudur" demiş. "Olur mu öyle şey Behlûl" demiş, "benim emrim altında, denizler, deryâlar, nehirler var, pınarlar var, şunlar var, şunlar var" filan. "Öyle ama bir bardak su değildir" demiş. "Nasıl olur?". "İsbât ederiz. Çölde kaldın, ölüm hâline geldin, hiç su yok. Bir çıkdı sana dedi ki, sana bir bardak su vereceğim, mülkünün yarısını bana verir misin dedi. Ama ölümle başbaşasın. Gel, doğru söyle". Düşündü pâdişah, dedi ki, "Evet, yarısını veririm" dedi, "o suyu almak için". "İçdin suyu" dedi, "yarısını verdin, fakat kaldı içeride su, çıkmıyor dışarıya, şişdi.
Prostatı olan var mı içinizde? Ben şekerliyim, ikide birde su dökmeye çıkıyorum, bir meczûb vardı Süleyman Bey, bizim dükkâna geliyordu, şikâyet etdim, çok sık su dökmeye çıkıyorum diye. "Efendi" dedi, "sen hâline şükret" dedi bana, "sen çıkıyorsun, biz çıkamıyoruz" dedi "yâhu çıkamıyoruz biz" dedi. Hiii, o sözü söyleyince ben, estağfiruallah yâ Rabbi, sana şükürler olsun, ben çıkıyorum hiç olmazsa. Saatde bir kalkıyorum ama yatakdan. Uyumam ben gece hiç. Her saat kalkıyoruz çok şükür Allahu Teâlâ'ya. Her saat kalkarım ben su dökmeye, her saat! O, "Biz" dedi "hiç çıkamıyoruz" dedi o.
"Çıkaramadın" dedi pâdişaha, "öteki mülkünü da verir misin, çıkaracağım o idrarı oradan". "Veririm" dedi. "Gördün mü işte bir bardak su senin mülkün" dedi.
"Hastaya gitdiğin vakitde, hastaya bakma böyle bakar gibi, hastanın yerine kendini koyacaksın. O da senin gibi sıhhatli insandı".
Şimdi namaz kılmak istiyormuş ama kılamıyor., oruç tutmak istiyor tutamıyor. Bitdi o. Fırsatı ganîmet bilsene. Gençsin şimdi, kıl namazını, tut orucunu. Birisini görüyorsun, "Birazcık daha, bir tekâüd olayım da ben, namaza öyle başlarım" diyor. Allah diyecek ki yevm-i kıyâmetde "Kullar seni işe yaramazsın diye çıkardılar, tekâüd etdiler, ondan sonra mı bana kul olacaksın" derse ne cevâb vereceksin? Yatakda yatan hasta benim diyeceksin.
Üçüncüsü, kabristana gitdiğin vakitde basdığın topraklar, hangi pâdişahın yanağı, hangi dilberin dudağı? Vaktiyle pâdişahlar seninle konuşmaya tenezzül etmez değil, girmen meseleydi huzûrlarına. Onlar hepsi şimdi mezarlıklarda bağırıyorlar, "Âh a'mâl-i sâlihâ, âh niye yapmadık! Bu kadar Ramazan geçdi, niye oruçlarımızı tutmadık, niye tesbîh etmedik, niye namaz kılmadık, eyvâhlar olsun! Ey üstümüze basanlar! Yâhu uyanın!". Bağırıyorlar. Duysan, bir daha gülmezsin, oynamazsın. Tamam. Onun için böyle basdığın toprağa şey gibi basma. Yere tüküreceğin vakitde, ben tavsiye ederim halka, ya bir şehîdin yüzüne tüküreceksin, yere tüküren adam şehîdin yüzüne tükürür, duvara işemeğe kalkarsa, ya bir şehîdin yüzüne işemeğe kalkar. Bu toprakla islâm şehîdleriyle doludur.
"Haydi git bakayım şimdi". Öyle yapdı adam geldi dedi, "Vuslatı bulduk" dedi.
İnsanlar iki şeyi unutursa helâk olurlar. Topluyoruz şimdi dersi. İki şeyi unutursa insanoğlu helâk olur. Biri Allah, biri ölüm. İki şeyi unutmazsa âbâd olur. Biri Allah, biri ölüm. Hem dünyâsı hem âhireti âbâd olur.
Sübhâne rabbike rabbi'l-izzeti ammâ yasifûne ve selâmün ale'l-mürselîn ve âlihim ve'l-hamdülillahi rabbi'l-âlemîn.
Yâ Rabbi, senin beytinde toplandık. Bizi sevmesen bizi buraya toplamazsın sen. Her ne kadar bizde irâde-i cüziyye olsa da senin irâde-i külliyyen yanında bizim irâde-i cüziyyemiz ne olabilir. Sen istedin, biz geldik buraya toplandık. Biz kulken hânemize gelen misâfirleri boş çevirmeyiz. Bir kahve veririz hiç olmazsa ya iki tâne zeytin. Biz senin misâfirin olarak gelmişiz, bizi câmiden boş mu çevireceksin yâ Rabbi. Affet Yâ Rabbi, affı seversin. Kerem et yâ Rabbi, keremi seversin. Fâtiha!