29 Nisan 2023 tarihinde yayınlanmıştır.
Bayezid-i Bestâmî Hazretleri dervîşleriyle oturuyormuş. "Benim içime bir sıkıntı basdı" demiş, "aranızda yabancı kimse var mı?" demiş, "Zîrâ benim içime bir sıkıntı basdı" Demişler ki, "İçimizde yabancı kimse yok ama az evvel birisi buraya bir baston getirdi bırakdı, burada dursun diye, o var" demişler. "Yabancı kimse var mı?" demiş, "baston var" demişler, "bizim değil o". "Onu çıkarın dışarı" demiş Hazret-i Şeyh, "bastonu atın dışarıya". Atmışlar sonra Efendi küşâd olmuş. Yani kabz hâli kalkmış, bast hâli gelmiş kendisine, başlamış konuşmaya.
Onun için, o gün duâda bir zât-ı muhterem vardı, orada oturuyordu o zât-ı muhterem, o olduğu için orada, duâ öyle oldu. Gün olur, saat olur, vakit olur, vakt-i ebreke olur. Bazen de böyle bazı zevât gelir, kurutur. Hattâ burhan gösterirler Rıfâîler de münkir olursa orada kan çıkar. Yaa buradan vururlar şişi böyle göbeğinden, arkadan çıkartırlar. Bi iznillahi teâlâ. Sonra çekerler, bismillah derler, tükürükle kapatırlar onu. Bir şey yok. Buradan vurur şişi buradan çıkartır. Eğer münkir varsa orada yani kabz hâline sebeb olacak bir kimse varsa orada, kan çıkar o vakit gözünden.
Çünkü gözler rûhun penceresidir. Bazı göz vardır, insana böyle bir kere baksın, adamı a'lâ-yı illiyyîne götürür. Bazı göz vardır, böyle bir baksın adama, esfel-i sâfilîne gönderir. Göz. Yaaa! Rûhun penceresidir göz.
Sultanahmed Camisi yapılacakmış. Sultanahmed Câmisinin yerinde büyük bir çınar ağacı varmış. Bunu ben Ayasofya Câmisinde, bir zamanlar câmiydi Ayasofya, oraya ben gidiyordum, ders okuyordum orada, tefsîr okuyordum, Hacı Hayrullah Efendi'den, dersimiz Sûre-i Yûsuf'a gelmişdi, orada Hocaefendi bunu anlatdı, bu hikâyeyi anlatdı. Büyük bir ağaç varmış Sultanahmed Câmisinin yerinde, câmi yok o vakit. Sultan Ahmed Han demiş ki, "Bu ağacı kesiniz ve buraya câmi yapın" demiş, "burası en güzel yer" demiş. Hâkim bir yer. Oradan biri demiş ki, "Pâdişahım, ağacı kesmeye lüzum yok" demiş. "Ne olacak?". "Bir adam var, gelsin böyle bir baksın, yıkar" demiş. "Canım böyle şey olur mu?" demiş pâdişah. "Efendim" demişler, "Haleb'de ben bu kadar arşın yol atladım, Haleb oradaysa arşın burada kabîlinden getirelim görün" demişler. Getirmişler adamı, adam gelmiş. Demişler ki, "Sen bu ağacı devirebilir misin" demişler, "Hay Hay" demiş. Bakıyor böyle ağaca doğru bakıyor. Bir bakmış böyle ağaca. "Vıy vıy demiş, hocamın dediği gibi yapıyorum aynen, ağaç yerinde duruyor, hiç bir şey olmamış. Demiş ki, "Bu ağacın üzerinde kuş yuvaları var, kuş yuvalarında çitlenbik dalları var, onları aşağı indirin" demiş. İndirmişler. Sonra tekrar bakmış. "Vıy Vıy" demiş, der demez, çatır çutur paldır gümbür ağaç hâk ile yeksân olmuş. Pâdişah da bu zâta ikrâm olmak üzere onun iki gözünü çıkartmış ve onu maaşa bağlamış. Devletin hazÎnesinden yâhud ceb-i hümâyundan maaşa bağlamış. Demiş ki, "Senin gözlerin zarar veriyor halka, zarar verdiği için senin gözünü çıkaracağız". Ama maaşa bağlamış. Bunu anlatdı Hocaefendi.
İşte o âyetde, Hazret-i Yakûb diyor ki, "Gitdiğiniz vakitde Mısır'a, müteferrik kapılardan içeri giriniz" diyor. Hepsi Yûsuf kadar güzel değil ama Yûsuf'un kardeşleri hepsi. On bir tâne güzel çocuk bir arada girerse ne olur? Onun için diyor Hazret-i Yakûb, "Mısır!a gitdiğiniz vakitde, müteferrik kapılardan girin Mısır'a" diyor, "şehre" diyor. Kale kapılarından. Neden? Birisi bakar böyle, bir gözlü adam, götürür adamı.
Sonra, Hocaefendi bunu anlatdıkdan sonra dedi ki, "Bizim Nevşehir'de bir Ali Baba vardı" dedi. "Ali Dayı derdik biz kendisine. Bu adamın gözleri netâmeliydi" dedi. "Yüzüne perde çekerdi" dedi. Peçe. kadın gibi peçe çekermiş, peçe. Bir gün bir delikanlı ata binmiş, yağız bir ata, geliyor. Gelirken demişler ki Ali Dayı şu delikanlıya baksana demişler. Demiş ki, çocuklar beni günaha sokmayın demiş, günahdır ben bakmayayım demiş. Allah aşkında bak demişler. Hocaefendi diyor ki, "Böyle perdeyi açdı yüzünde, peçesini kaldırdı, bir bakdı, atın ayağı sürçdü, savruldu, delikanlı bir tarafa, at bir tarafa" diyor. "Bunu gözümle gördüm" dedi. "Öteki anlatdığım, târihî vukûât o" dedi, "bunu gözümle gördüm" dedi Hocaefendi.
Ben de gördüm. Bursa'da bir evde oturuyorduk biz. Ben o vakit, çocuk değildim ama çocuklukla gençlik arasındaydım. Sabah kahvaltısı yapıyoruz. İlkbahar. Yaza doğru böyle. Bir ağaç var bahçede. O vakit Bursa'nın evlerinden künklerle su geçer, her evde su vardı. Pınarbaşı suyu vardı Bursa'da. Sokakların başında çeşmeler vardı, akardı, hayratlar vardı. Şimdi hepsi kurumuş Kerbelâ'ya dönmüş. Yok, su yok Bursa'da. Su kalmamış. O vakit böyle her evden su geçer böyle künklerle, her sokağın başında çeşmeler var, hayrat, şakır şakır şakır şakır sular akar. Kış yaz, Bursa'da. Şimdi Kerbelâ olmuş. Sıcak su da kalmamış. Oraya gitdik abdest alamadan dışarı çıkdım ben, pislik içerisinde. Annem, hemşîrem oturduk sabah kahvaltısı yapıyoruz, komşu duvara merdiven dayamış, çıkdı. Biz de bir ağaç var, erik ağacı, nasıl pıtırak üzerinde erik var, her tarafı erik mübârek. "Aaaa! Ne kadar erik var ağacın üzerinde" dedi. Söz bitmedi dörde ayrıldı ağaç. Çaaat böyle. Bunu da ben gördüm gözümle.
Ne yapacağız buna karşılık? Muavvizeteyn okumalı, Muavvizeteyn. Kul eûzü bi rabbi'l-felak, kul eûzü bi rabbi'n-nâs sûrelerini okumalı. Çitlenbik takarsa üzerine, nazar değmezmiş.
Bir de Ahlâk-ı Âlâî diye bir kitâb var, Ahlâk-ı Âlâî kitâbı, onda da bir hikâye var böyle. Onu anlatayım. Bir adamın birisi dışarı gidermiş, gurbete, para kazanırmış. Develeri yükler eşyâsını alır gelirmiş evine. Birisi de varmış onu çekemezmiş. Hsed adam, çekemezmiş. "Gene geldi pezevenk! Gene doldurdu getirdi" filan böyle.
Onun için herkese gösterilmez. Cüzdanını müzdanını, paranı maranı göstermeyeceksin. Üç şeyi muhâfaza et. Vakit dar. Üstür zehebeke ve zehâbeke ve mezhebeke. Mezhebini, paranı, gitdiğin yolu söyleme, gösterme kimseye. Eski adamlar zenbile koyarlardı, "Zenbil içindekini sen bil" derlerdi. Camekânda görülen şeyi yemezlerdi eski adamlar. Çünkü neden? Peygamber diyor ki, sallallahu aleyhi vesellem, "Bir kimse görür bir şeyi, canı çeker, ondan yemezse, ondan bir hastalık peydâ olur, ona çâre olmaz" diyor. Kanser oldu işte, kanser. Yaaa! Onun için işte adam geliyor, koymuş adam böyle baklavayı, üzerine kaymakları, asker geliyor, garîb, yok, geliyor, böyle bakıyor karşıdan. Hele çocuklar geliyor, dondurmacının başında yalanıyorlar. İşkembecinin başında kediler, miyav miyav. Dondurmacının başında çocuklar. Ağlıyor, "Anneee dondurma alsana, para versene" filan. Yirmi beş kuruş. Yirmi beş kuruşu kim verecek. Yirmi beş kuruşu para zannediyor kadın. Dondurmacı vermez. Hâin. Domuz seni. Ulan bedâva versene bir parça. Ne yapacaksın parayı, âhirete mi götüreceksin. Çocuk ağlıyor, vermez. Karşıdan gösteriyor. Ağlaya ağlaya çocuk, kadıncağız ekmek parasını çocuğa veriyor, çocuğun bağırmasından, feryâdından. Neyse.
Böyle çekemezmiş bunu. Bir bakıcı varmış, böyle gözü netâmeli ona gelmiş. Dinle, bak anlatıyorum, nereden nereye geçdik. Demiş ki, "Benim bir komşum var, gurbete gidiyor, para kazanıyor, külliyetli para getiriyor, ben bunu çekemiyorum, rahatsız oluyorum, gel şuna bir bak, kaç para istersen vereceğim. Şu pezevengi bir helâk et" demiş. Demiş ki o bakıcı adam, kötü gözlü, "Ben bunu bakar yaparım ama beni tanırlar, bilirler bunun benden olduğunu" demiş. "Ben tanınan bir adamım" demiş. Bak yerini de söylüyorum, Ahlâk-ı Âlâî kitâbında. "Benden bilirler, onun için sen beni öyle bir yere götür ki, bizi kimse görmesin. O kervanın geldiği yolda biz bakalım, ben yapacağımı yapayım, kimse görmeden kaçalım". "Peki". Götürmüş bakıcıyı o adam. Kervan bilmem nerede, karşıda ufukdan görünmüş. Bunlar ikisi bir hendeğe yatmışlar. "Bak işte geliyor, görüyor musun? Almanya'dan doldurmuş eşyâları geliyor". "Nerede yâhu?" demiş o bakıcı. "Görmüyor musun, bak tâ şurada". Bir dönmüş, "Ulan senin de gözün ne çok iyi görüyor" demiş. Onun gözü kör olmasın mı! Haseçinin gözü. Ona bakmış çünkü. Hasedcinin gözünü kör etmiş.
Şimdi, bazı gözler de var, onlar insanı ihyâ ederler. Meselâ hastaya gelir okumaz o. Böyle bir bakar, gider. Kaldırı onu, bakışla. Yaaa! Tabii her kula müyesser değil bunlar, böyle şeyler.
Neden îcâb etdi de konuşdum ben bunu? Duâ meselesinden açıldı. O gün açılmadı. Neyse yapdık başka. Öyle zuhûr etdi o gün. Bazen öyle oluyor, bazen böyle oluyor. Namazda da öyle değil mi? Namazda insan bir huzûzât duyar yani bir zevk alır, her namazda onu duysa, yaşayamaz ki o. Yâhud bir âyet okur imam efendi, onun şiddetiyle ağlar. Her seferinde öyle olsa yaşayamaz adam. İkinci sefer okuduğu vakit ağlamaz, aynı âyeti dinlediği vakitde. Neden o? Bazen yağmur yağıyor, bazen yağmıyor. Onun gibi. Rahmet bazen düşüyor, bazen düşmüyor. Öyle. Yaaa!
Bir gün bizim büyük efendi çıkmış kürsüye, duâ etmek için çıkmış kürsüye, dedi, "Yâ Rabbi, bu herifler senden ne isteyeceklerini bilmezler" dedi, "sen de bildiğinden şaşmazsın zâten. Fâtiha" demiş, inmiş aşağı yürümüş. Lafı ne uzatıp başını ağrıtacağım senin.
Efendi Hazretleri bir zamanlar Lâleli semtinde otururlardı. O vakitler, sabah namazlarını ekseriyâ Lâleli Camisinde kılarlardı. Sonra rahatsızlandılar, yürüyemez oldular, cemaate çıkamaz oldular. Efendi Hazretlerinin rahatsızlığından haberi olmayan birisi, Lâleli Câmisine niye gitmediğini sordu, "Sizi orada göremiyoruz, keşke gelseniz" filan dedi, Efendi Hazretleri cemaate bir ders vermek için buyurdular ki :
Niye çıkmıyorum biliyor musun? Gidiyorum soruyorum, "Hâfız Kerim nerede?". "Nöbetçi değil". Orada oturuyorlar, câminin yanında evleri. Meselâ "Hâfız Ahmed nerede?". "Nöbetçi değil". Ben de çıkmadım sonra. Sordular. "Nöbetçi değilim" dedim ben. Müezzin câminin meşrûtasında oturuyor, câmiye çıkmıyor, nöbetçi değilim diye. Benim ne işim var, üç mahalle aşağı ineyim de o câmiye gideyim. "Ben hiç nöbetçi değilim, gelmiyorum" dedim.
Sabah namazına oraya gitdim. (Lâleli Câmisini kasdediyorlar). Sabah namazını kıldım, bu koluma bir ağrı girdi. 67 yâhud 68 senesi. Kaç sene olmuş? On beş sene var. Nezih var orada polis mütekâidi. O da câmiye geliyor, iyi bir çocukdur. Namazlı, abdestli. Polisliğinde kılmadıklarını şimdi kılıyor. Polisken kılmamış. Onunla beraber geliyoruz, "Koluma ağrı girdi Nezih" dedim, başladım ben ağlamaya yolda. Korkunç bir şey. "Aman Efendi merdivenden çıkmayalım" dedi. Bizim evin oraya merdivenle çıkılıyor. Arka yoldan döndük geldik. Ekmek de almışdım ben. Yavaş yavaş merdivenden sürüklenerek çıkdım. Kapıyı açdım, içeri gitdim, yatdım. Ağlamaya başladım. Koluma bir ağrı vuruyor, ama nasıl biliyor musun, dayanılacak gibi değil. Böyle soğuk soğuk terler döküyorum. "Lâilâheillallah Muhammedü'r-Resûlullah" dedik. Ağlıyorum bir tarafdan. Gidiyoruz gâliba filan dedik. Sonra biraz hafifledi. Âilem, "Ne oldu, me oldu? dedi. Biraz havacıva dökdüler, ovuşdurdular movuşdurdular. Havacıva dökdüler, havacıva. Havacıva ne biliyor musun? Sonra ağrı biraz durdu, biraz hafifledi yani, geçmedi.
Ben öyle ufak tefek hastalıklara kulak vermem. Gelirim ben, zikrullaha, ibâdete hep gelirim. Hastayken gelirim, iyi olur giderim. Bazı adam vardır benim hasta olduğum gibi olsa, hiç kalkmaz yatağından, kuluçkaya yatar gibi. Ben hasta oldum mu yürürüm dışarıya doğru. Meğer ki devrileyim yollarda filan. Nitekim de öyle oldu, Amerika'ya gitdiğim vakitde, yıkıldım, tutdular götürdüler, ameliyata yatırdılar beni. Ameliyat oldum yani. Neyse.
Geliyordum, burada bir deli oğlan vardı, "Hoca, nedir bu hâlin senin?" dedi. Dedim, "Bu sağ koluma benim bir ağrı girdi, nefes aldırmıyor bana" dedim. "Aman! O ağrılar tehlikelidir" dedi. "Kalbden gelir o" dedi. "Hayır, kalbden gelmez, nereden gelir, Allah'dan gelir". "Yâhu bırak şimdi, sen bildiğinden şaşmazsın, ben seni doktora götüreceğim, beraber gideceğiz" dedi. "Yapma, etme" filan dediysem de zorla aldı beni götürdü Muin Bey'e. (Hâfız Âsım Bey'e hitâben) Sen tanırsın Muin Bey'i. Kalbci. Galatasaray'da. Gitdik oraya. "Oooo!" dedi. O tanıyor beni, Muin Bey, kitâb almaya geliyor Çarşı'ya, kitâb meraklısı adam. "Vay, Efendi Hazretleri maşâllah, gel otur bakalım" dedi.
"Ne oldu?". "Namazdan çıkdım sabahleyin, koluma bir ağrı vurdu ve çene kemiklerime kadar dayandı. Şöyle oldu böyle oldu" filan. "Bu, tehlikeli bu ağrı. Bak şimdi ben sana bir şey söyleyeceğim. Sen münevver adamsın. Ayağında şalvarın yok, pantalon giyiyorsun. Sakalın yok, sakalını tıraş etdiriyorsun". Bana söylüyor. "Namaz kılmayacaksın!". "Niye, niye kılmayacakmışım namaz?" Ben soruyorum şimdi. "Seni ben yatıracağım. Hem de hiç kımıldamayacaksın on beş gün. Muayene edeceğim kalbini. Kalbden geliyor bu. Ölürsün!". "Canım ölürsek ölürüz, bir davâ değil" dedim. Ben tekin adam değilimdir. "Sen eşyânı hazırla, hastahâneden ben sana yatak ayıracağım. Şişli Çocuk Hastahânesinden".
"Peki" dedim, eve geldim ben bizim Bacı Sultan'a dedim ki, "Bana bavul hazırla dedim, pijama mijama".
Ben pijama giymem, entari giyerim. Sünnet çocuğu gibi. Orada Rumelihisarı'nda ben entari giyip dışarı çıkıyordum, oturuyordum orada, çocuklar geçiyor denizden, bağırıyorlar, "Amca! Sünnet mi oldun?" diye. Ulan sünnet olur mu, entari gâyetle rahat oluyor. İnsan entari giymeli, rahat olur yaz gününde. Serbest bırakmalı, entari giymeli, ne var. Hani Suudi Arabistan Kıralı Amerika'ya gitdi de Kenedy'ye öyle söyledi, "Bak sen terliyorsun, ben entari içindeyim, sen de entari giy, terlemezsin böyle" dedi. Rahat rahat, püfür püfür.
Şimdi, bizim hanıma dedim, "Hazırla" dedim, "entari mentari ne varsa". "Ne olacak?". "Hastahâneye gideceğim". "Nereye?". "Çocuk hastahânesine". "Nerede çocuk hastahânesi?". "Şişli'de".
Ben çocuk olduğum için, beni çocuk hastahânesine yatırıyorlar. Yaşım altmışa vardı, yetmişe vardı fakat çocuklukdan kurtulamadım. Bir türlü adam olamıyorum ben. Adam oldum mu sakal koyvereceğim. Adam olamadım. Çocuk çocuk, hakîkaten de çocuk gibiyim ben. Şakacılık yaparım, şaka yaparım, bilmem ne yaparım filan. Neûzübillah.
"Olmaz" dedi bizim hanım. "Yâhu niye olmuyor?". "Orada güzel güzel hemşireler vardır, sen gevezesindir, kadınlara laf atarsın, bilmem ne olur" filan filan. Kadın, kıskanması lâzım değil mi? Benim gibi adamı nasıl kıskanır? Kıskanması lâzım. "E peki ne olacak?". "Ben seni göndermem. Yâhud ben de geleceğim oraya". "Yooo, ben seni götürmem. Orada genç doktorlar vardır, ben seni oraya hiç sokmam" dedim. Haydi hemşire memşire işe yarıyor. Çünkü erkek dörde kadar alabilir. Ama kadına başka erkek baksa, olmaz. "Ben seni göndermem". "Ben de gitmiyorum, hazırla bavulu, hacca gideceğim".
Biz geldik buraya oturuyoruz, Muin Bey geldi Çarşamba günü. Perşembe, Cuma, Cumartesi, Pazar, Pazartesi, Salı. "Niye gelmedin yâhu? Yatak hazırladım orada senin için". "Hacca gidiyorum ben". "Neee?". "Hacca". "Vallahi ölürsün billahi ölürsün. Senin hastalığın çok mühim, müdhiş bir hastalık var sende, ölürsün!". Dedim, "Hacca giden ölüyor da burada kalan diri mi kalıyor yani?".
Herif hacca gidiyor geliyor, buradaki ölüyor, o daha gelmeden evvel. Benim öyle oldu. Biz gitdik, Ömer Ağa öldü. Ben hacdaydım, Ömer Ağa vefât etdi. Sonra bir daha hacca gitdim, Şevket öldü, müezzinbaşı bizim.
Dedim, "Hacca giden ölüyor da burada kalan sağ mı kalıyor?" dedim doktora. "Hacca gidiyorum". "Ölürsün!". "Ölürsem ölürüm, ne olmuş yani? Hacda ölürüm. Bitdi o kadar".
Sen şimdi zannediyorsun ki ben şaka söylüyorum bunu. Doğru söylüyorum. Korkmam ölümden ben. Ama gel seni asacağız deseler insan bir çekinir, ayrı davâ o, gayr-ı irâdî. Hayvan bile, akrep bile insanı görünce kaçıyor. Çünkü niye? Beni öldürecekler diye. Akrep akrepliğine râzı olmuş, ölümden korkuyor. Akrep bile. Hamamböceği bile kaçıyor aşağı doğru. Ama biz ölümden korkmuyoruz elhamdülillah. Allah azâb etmesin de âhiret âleminde.
"Ölürsün!". "Ölürsem ölürüm" dedim. Ben hacca gitdim, geldim, Muin Bey öldü. Ben hâlâ sağım. Doktor gitdi âhirete. Bedel gönderdim onu. İlişmeye gelmez. İlişdi mi gider.
Birisi öyle söyledi bana. Çarşıya geliyorlar, "Hacı Muzaffer Efendi burada mı oturuyor?". "Evet buradaydı ama maalesef öldü. Allah rahmet eylesin". Adam da şaşırıyor, "Allah Allah fesübhânallah, öldü mü?". Rûhuma Fâtiha okuyor benim. Bir gün yolda rast geldi, "Ayol sen öldün diye biz hatim okuduk senin rûhun için. Çarşı'ya geldim, orada bir adam senin için öldü dedi". Benim ismimle gelip benden mal almak isteyenlere, benim müşterilerime öldü diyorlar. Sonra o öldü, ben namazını kıldım onun. Tezkiyesini de ben yapdım. İlişmeyin kardeşim. Pantalonlu evliyâ bu. Sakalsız evliyâ. Ölür o. Çarpılır o.
www.muzafferozak.com