15 Mart 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri Bayezid Câmi-i Şerîfindeki sohbetine başlamadan evvel, Hâfız İsmâil Efendi sordu, dedi ki, "Efendicim, bu bulunmuş olduğumuz câminin bânîsi Bayezid Hazretleri, mihrâb Mekke'ye doğru tam isâbetli yapılıp yapılmadığını merâk etmiş, mimarı Hayreddin Ağa demiş ki, şöyle bir bak. Bu mevzûyu zât-ı âlînizden dinlemek isterim" deyince, Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Hazret-i Pâdişah söylemiş. Mimar Hayreddin Ağa'ya demiş, "Ayağıma bas" demiş, bastırmış, "bak kıble burası" demiş, "işte böyle yapacaksın kıbleyi, buraya" Bayezid-i Velî Hazretleri. Onun için velî demişler, velî. Bayezid-i Velî diyorlar işte. Yaaa, kerâmetini izhâr eyleyip Kabe'yi gösterdi Hayreddin Ağa'ya. Onun için bütün İstanbul'un câmilerinin kıblesi buradan numûne alırlar, bu mihrâbdan.
Mescidlerin imâmı Akbıyık Câmisi'dir, mescidlerin imâmı. Kıble de burası. İstanbul'un Kabe'si, Kabe'ye misâl, İstanbul'un Kabe'si Fâtih'dir. Medîne'ye remzi, Eyüp Sultan'dır. Kerbelâ'ya muâdil, Koca Mustafa Paşa Sümbül Efendi Câmiidir. Bunlar makâmlar.
İstanbul'da Hacerü'l-Esved bulunan câmiler. Köprülü Mehmed Paşa Câmii. Şurada bir câmi var, yine Mehmed Paşa, orası. Tersâne Câmii. Kânûnî Sutan Süleyman Câmii. Hep bunlarda Hacerü'l-Esved vardır. Sultan Ahmed Câmii. Sonra bir de efendime söyleyeyim, Silivri'deki İbrâhim Paşa Câmii. Bunlar da Hacerü'l-Esved olan câmiler.
Hâfız İsmâil Efendi yine sordu, "Hızır aleyhisselâm Ayasofya'da görünürmüş Efendicim" deyince, Efendi Hazretleri "Evet, Ayasofya'da görünür, Süleymaniye'de görünür, Sultanahmed'de görünür" buyurdular.
Efendi Hazretleri Hecerü'l-Esved hakkında malûmat vermek üzere buyurdular ki :
Hacerü'l-Esved'den kırmış Arab'ın birisi, getirmiş buraya. Pâdişah dövdürmüş o Arab'ı. Demişler ki, "Efendim, niçin dövdürdünüz, Hacerü'l-Esved'den parça getirdi". Demiş ki, "İltifat edersek, Hacerü'l-Esved kalmaz sonra" demiş, "parçalarlar getirirler buraya" demiş. Hacerülesved, kara taş.
Hâfız İsmâil Efendi, "Sorarlar ecnebîler, ne kadar büyüklükde diyorlar" deyince Efendi Hazretleri mübârek elleriyle gösterekek buyurdular ki :
Şöyle bir şey, şu kadar. Etrâfına altın çerçeve çevirmişler. Oraya kafamı sokdum, içeriye, öpdüm ben Hacerü'l-Esved'i. Nasîb oldu bize öpmek. Sonra gene benimle beraber bir hacı vardı, Nuri Baba, Evrengeli, İnebolu'nun Evrenge'sinden. Hemşehrileri atdı onu yolda, ben aldım onu. Hemşehrileri bırakıp kaçdılar. Evrengeliler hep kaçdılar, onu bırakdılar orada. Nüzûl isâbet etdi adama, ihtiyar adama. Doktor geldi, doktor da iyi bir adam, dinsiz. Çok iyi bir adam, dinsiz. "Bak hocaefendi" dedi bana,
İsmâil Efendi, "Dinsizlere iyi denir mi Efendiciğim" deyince, Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Denir tabii. Çünkü erkekçe dinsizim diyor herif, mert adam. Müslüman gibi görünüp münâfık olacağına, o daha hayırlıdır. Onun için kâfire cehennem, münâfıka esfel-i sâfîlîn vardır. Sen kendin okuyorsun burada ya, ben senden dinliyorum. "inne'l-münâfıkîne fi'd-derki'l-esfeli mine'n-nâr, ve len tecide lehüm nasîrâ". Kendin okuyorsun ya, ben dinliyorum. Kâfir, dinsiz, "Ben dinsizim" diyor. Erkek adam o, mert adam. Şimdi meselâ Ebû Cehil mi efdaldir, meşhûr Ebû Cehil, Peygamber'in düşmanı, Ebû Cehil mi efdaldir, Übeyy ibn Selül mü efdaldir? Ebû Cehil efdaldir. "İnanmıyorum" dedi, bitdi, erkekçe. "İnanıyorum" deyip de islamların arasına girip de ortalığa fitne saçsaydı ne yapacakdık? Yaaa, münâfık fenâ.
Ne anlatıyorduk, yarıda kaldı. Hacerü'l-Esved meselesi. Şöyle şu kadar, ben başımı sokdum oraya, gitdim öpdüm.
O Nuri Baba'yı bırakıp oraya kaçmışlar. Doktor da böyle dinsiz bir adamdı, alay ediyordu müslümanlarla. Onu gemiye doktor olarak koymuşlardı. "Yâhu siz Cidde'ye gideceğinize Cide'ye gidin" diyordu, filan böyle takılıyor. Bana geldi dedi ki, "Bu adama nüzûl isâbet etdi, hemşehrileri bırakdı kaçdı müslümanlar bunu, ortada kaldı bu" dedi. Taş atan bizden attıran bizden değildir. Şartın bir tânesi o. "Bunu ya karaya çıkar, ya bırak. Yâhud tayyareye bindir İstanbul'a gönder. Eğer müslümansan, hakkıyla müslümansan. Benziyorsun biraz müslümana sen" dedi bana, o dinsiz adam. "Sen biraz müslümana benziyorsun" dedi, "bu adamı bindir tayyâreye Türkiye'ye gönder" dedi, "buna nüzûl isâbet etdi, iyi olmaz bu" dedi. "Eğer burada görürse doktorlar, Arap doktorları, bunda bulaşık hastalık var diye karantina yaparlar" dedi, "sizi hacca göndermezler" dedi. "Onun için bunu yap". "Peki, sen karışma, ben doktorların gözünü bağlarım, ben okumasını bilirim" dedim, "sen üzülme ondan yana". Gelen doktorların hepsinin gözünü bağladım, üfürdük filan. Sonra aldım yanıma o Nureddin Baba'yı sırtıma yüklendim. Hemşehrim değil, bildiğim değil.
Onun da bastonu kırılmış, sapını tutuyor bastonun. "Aman bastonun sapı!" diyor. geberecek orada, hâlâ "Bastonun sapı!" diyor. Meğerse bastonun sapının içine altun dizmiş herif. Ne bileyim ben. Bastonun sapına, şemsiyenin sapına, o tutulan yerine altun doldurmuş, onu düşünüyormuş o. "Baba, bırak şu şemsiyeyi, ben sana bulurum". Sırtımda adam sırtımda. Tanıdığım değil, bildiğim değil. Bir de kaynanam var başımda, seksen yaşında. "Gel seni sırtıma alayım", "Ben sırta binmem, kucakda giderim" diyor kayınvâlide bizim. Sırta alınmayı hakâret telakkî ediyor. Çattım mı belâya! Bir de Bakırköy Müftüsü Ali Rıza Efendi, Allah rahmet eylesin, tanıdın değil mi, "Tut oğlum elinden oturacağım". Tutuyoruz, oturuyor. "Tut elimden kalkacağım". Tutuyoruz kaldırıyoruz yukarıya. O da benimle beraber. Bütün belâ benim başıma. Yirmi altı parça eşyâ. Ulan hacca mı gidiyorsun, alışverişe mi gidiyorsun, anlayamadık. Yirmi altı parça! Bavullar, davullar, bütün eşyâ hep benim başımda.
Neyse, götürdük o Nuri Baba'yı Mekke'ye. Mekke'ye götürdüm ben, bırakmadım orada. Hemşehrileri kaçdılar, Evrengeliler, İnebolulular. Efendime söyleyeyim, götürdüm oraya. "Nasıl Nuri Baba, dışarı çıkabiliyor musun?". "Çıkamıyorum" diyor, "Taş gibi oldu içim" diyor. "Peki ben sana ilaç bulayım". Gittim, ilaç buldum ona, ilaç içirdim. O vakit benim elim ayağım tutardı, şimdiki gibi değildim. İlaç içirdim, neyse bir ferahladı bu. Sultan Mustafa gibi, oooooooh. "Aman şemsiyenin sapı!". "Ulan bırak şu şemsiyenin sapını". Bilmiyorum ben şemsiyenin sapında altun olduğunu, oraya saklamış, söylemiyor da bana. Ne olur ne olmaz diye, tanımıyor adam beni. Neyse, def-i hâcet etti, rahatladı. Yıkadım ben onu. Su dökdüm yıkadım.
Sonra Kabe'ye götürdüm onu tavâf ettirdim. Hevdece bindirdim, öyle dolaşdırdık, Kabe'yi tavâf ettirdik, sa'y ettirdim filan. Haccı tamam, haccını yapdı. Sonra gene bırakdım Araplara onu, dedim, "Seni dolaşdırsınlar, getirsinler" dedim, para verdim Araplara. Geldi, dedi, "Kabe'yi dolaşdırdılar, dolaşdırdılar, bir çukurun içine kafamı sokdular" dedi, "böyle başımı içeri sokdular çıkardılar" dedi. Anladım, Hacerü'l-Esved'i öpdürmüşler, onu söylüyor. "Çukurun içine kafamı sokdular çıkardılar" dedi. Anladık. Hacerü'l-Esved'i bilmiyor o.
Nuri Baba'nın eşyâlarını aldık. "Ben torun tosun sâhibiyim" dedi. Peki öyleyse, onlara hediye aldık, behiye aldık, hurma aldık, zemzem aldık, tesbih aldık, her şeyi aldım ona, getirdim İstanbul'a onu ben. Dedim ki ona, "Kabe'yi görünce duâ et, kolunun iyi olması için, Arafat'ı görünce duâ et, Allah duâyı kabûl eder" dedim. Etdi bu duâ, Allah iyilik verdi. Nüzullü adam, sağ taraı olduğu gibi felçli, iyi olmasın mı! İyi oldu. Ve İstanbul'a getirdim ben o adamcağızı. Medîne'ye götürdüm, Medîne'ye de götürdüm ziyârete, Resûl-i Ekrem'e. Götürdüm, getirdim, vapura bindirdim.
"Kaç senesinde oluyor efendim bu?" diye sorulunca, "Elli filandı gâliba" buyurdular, "950 senesinde".
Hacerü'l-Esved, şöyle bir taş. Kefere-i fecere, Avrupalılar, bizi Hacerü'l-Esved'e tapıyor zannediyorlar. Putpereset zannediyorlar bizi hıristiyanlar. O Hacerü'l-Esved'in ma'nâsı başka. Orada Cenâb-ı Hakk enbiyâ aleyhimüsselâmdan Resûl-i Ekrem'e biât edeceklerine dâir ahd u peymân almış, o taşın üzerinde. Kudsiyyeti orada o taşın. Sonra, o indirildiği vakitde, nûr içinde o, böyle parlıyor, nûrunun görüldüğü yerlere kadar orası mîkât olmuş. Nerede nûr göründü, orası mikât olmuş. Sonra insanlar elini, yüzünü süre süre süre süre, taşın üzerine böyle, günahdan kararmış, simsiyah olmuş, kararmış, simsiyah. Yaaa, günahdan kararmış, tabii, insanların günahından, herkes yüzünü süre süre. Parlıyormuş böyle. Semâvî bir taş o, Hacerü'l-Esved.
İsmâil Efendi sordu, "Efendicim, Topkapı Sarayında Hırka-i Saâdet'de Hacerü'l-Esved'in bir altun mahfazası var, yırtılmış" deyince, "Var işte o kadar. Gördüm, biliyorum onu" buyurdular. Aynı zât, "Çıkarırken çıkaramamışlar mı da yırtılmış o altın" diye sorunca, buyurdular ki, "Zora gelmiş. Araplar, basdılar Kabe'yi, onun için bizimkiler altını onlara bırakmayalım diye, iyi Kabe'yi söküp getirmediler bizimkiler, onu koparmışlar, nasıl kopardıysa. Süngüyü takmış herif, tak diye almış getirmiş". "Ecnebi soruyor, niye yırtılmış burası diyor" deyince, buyurdular ki, "Biz yırtarız adamı diyeceksin sen, çok konuşma. Ağzına parmağı takıp caaart".
Medîne-i Münevvere'yi soydular. Kaç defa! Resûl-i Ekrem'in Türbe-i Saâdetini. Ne hediyeler vardı, ne behiyeler vardı orada, hepsini mahv etdiler.
Sarayı üç defa soydular, Osmanlı sarayını. Sultan Aziz zamanında iki defa soyuldu. Abdülhamid zamanında bir defa daha soydular, yağma içeride. Hattâ Kösem Vâlide'nin tesbihi, zümrüd tesbihini bir zâtın hareminin elinde görmüşler filan. O vakitler, ittihâdçılar zamanında, ittihadçılar zamanında, ittihadçılar zamanında. Kaç defa sarayı soydular.
Kabe'yi soydular. Ravza-i Mutahhara'da ne hediyeler, ne behiyeler! Meselâ bir şeb-çırâğ var. Şimdi saklı o, bilmiyor kimse nerede olduğunu. Fahreddin Paşa Hazretleri müdâfaa etdi Medîne'yi, Medîne'de bulunan eşyâyı aldı, kaçıramadı a'râbîden, gömdü. Orada Medîne'nin civârında gömülü, ben biliyorum yerini. Araplar bana sordular, ben biliyorum, "Göster" dediler, "Gösterir miyim" dedim. Biz alalım Medîne'yi açdıracağım ben. Çocuğuma bildireceğim, çocuğumun çocuğu, çocuğumun çocuğunun çocuğu, bir gün Medîne'yi alacağız biz gene.
Orada bulunan hâfız efendilerden birisi "inşallah" deyince Efendi Hazretleri "Tabiî tabiî, Türkler alacaklar Medîne'yi, bir gün biz alacağız Medîne'yi" buyurdular. Aynı zât, "Onlara kalmayacak inşallah" deyince, Efendi Hazretleri buyurdular ki, "Yok canım, Araplar da kardeşimiz bizim, inneme'l-mü'minîne ihvetün diyor Allah Kur`ân'da, sen okuyorsun ya bana burada, dinliyorum seni, inneme'l-mü'minîne ihvetün, fe aslıhû beyne ehaveyküm, ittekullah diyor alt tarafında, Allah'dan kork diyor be".
Efendi Hazretleri sözlerine devâmla buyurdular ki :
O şeb-çırâğ pırıl pırıl yanıyor böyle. O bir cevher, gece yarısı bütün ışık saçıyor Medîne'nin etrâfına, elektrik lambası gibi. Resûl-i Ekrem'in minâresinin üstünde asılı. Onu da bizimkiler aldılar, kaldırdılar, yok. Gömülü orada. Buraya yalnız şamdanları kaçırıp getirebilmişler, Sultan Abdülmecid'in yapdırdığı şamdanlar var ki orada görüyorsun, Topkapı Sarayında, büyük, onların altında "Günahkâr Mecid" diye yazılıdır, şamdanların altında.
Şeb-çırâğ, gece aydınlığı demek. Öyle debdebeli söylendiğine bakma, Acem lisânı olduğu için "şeb-çıraaağ" filan, altı üstü gece aydınlığı demek yani Türkçe. Bizim Türkçe küçültüyor işi, Acem büyütüyor, "şeb-çıraaağ" filan böyle. Gece ışığı demek. Çeşm-i çırâğ, göz nûru demek o. Çeşm deyince çeşme anlama sen onu. Çeşm göz manâsına gelir Fârisî'de.
Şimdi gelelim. Topladılar onları gömdüler orada, Medîne'de gömülü. Ne buldularsa aldılar bütün. Sonra orada asılı olan elmasların, mücevherlerin defterini benden istediler Medîneliler. Bende vardı, ben verdim bir tânesini. Nasrullah Efendi'ye verdik. O da yolda parçalanmış. Otomobili parçalanmış, yani çarpışmış. Türkleri severdi o zât-ı muhterem. Hasan Nâsır vefât etdi yolda, trafikde ölmüş. Seyyid Habîb Bey, yani Ravza-i Mutahhara'nın âmiri ama tabii hizmetçisi diyoruz, o istemişdi. Sonra gitdim sordum kendisine, dedi, "Gelmedi". Dedim, "Hasan Nâsır'la gönderdim". "Hasan Nâsır trafikde öldü" dedi. "Mekke ile Medîne arasında paramparça oldu" dedi. Allah rahmet eylesin gitdi.
Sonra bir tâne daha götürdüm ben, Hazret'e verdim, aldı. Nerede ne varsa içinde yazılı onun. Meselâ Peygamberimizin kandilinde günde on altı okka gülyağı yanıyor, başka şey yakmıyorlar, zeytinyağı yakmıyor Türkler. Mis gibi koksun diye böyle gül yağı yakıyorlar. Zümrüdlerin bir kısmını getirmişler buraya, bir kısmını çaldılar. Anlatmak istemiyorum öyle şeyleri, siyâsî şeyler öyle şeyler, anlatmayayım.
Yâhu Hazret kitâbın parasını da vermedi, bir hediye de vermedi. İki tâne kitâb götürdük oraya, kendi kütübhânemden verdim yani şahsî kütübhânemden. Yani bana bir milyon lira verse vermem kitâbı. "Kıymetli eşyâları yerine koyacağız" dedi, aynı şeyleri. Hiç doğru dürüst teşekkür dahi etmedi, yalnız bir çay verdi elimize, "haydi güle güle Allah selâmet versin, çok teşekkür ederiz". Neyse.
Meselâ Şeyh Cemâl Efendi Mısır'dan bir kaftan göndermiş bana. Görmeğe değer bir şey. Şeyh Cemâl Efendi tanıyor beni. Bak, gönül sultanlığına bak. Öteki milyarder, hem kitâbı aldı götürdü, bizim kitâb gitdi gürültüye, bir çayla bizi atlattı. Bak, Şeyh Cemâl Efendi gönül sultanı, bana bir kaftan göndermiş, hiç olmazsa bugünkü parayla, Türkiye'nin parasıyla yarım milyon lira yapar o kaftan. Yaaa.
Hâfız Âsım Bey "Bu Şeyh Cemâl Efendi kim?" diye sorunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Burhâniyye Tarîkinin reîsi Şeyh Cemâl Efendi. Mısır'da, Kâhire'de, Mescid-i Hüseyin'in karşısında tekkesi. Hayatda. Aynı benim meşrebimde. Bir defa görüşdük, tanışdık. Kağıt paraların hepsi yeni, eski para kullanmıyor hiç. Aynı, tıpkı. Görüşsek, ahbâb olsak filan, denir ki birbirinden görmüş yapıyor. O da öyle benim gibi. Elinde çantası, hep yeni para, eski para yok. Mürîdlerini çağırdı, bizi arabasına bindirdi. "On yedi kişiyle geldik Mısır'a" dedi, "bir buçuk milyon mürîdim var benim" dedi. "Benim o kadar yok" dedim ben, "benim bir buçuk var" dedim ben. Bir buçuk olduysa iyi! Bir buçuk! "Sen bir buçuk milyon diyorsun, ben bir buçuk diyorum". Anladı ne demek istediğimi benim.
www.muzafferozak.com