18 Mart 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
Yıldırım Han Bursa'daki Câmi-i Kebîr'i yapdırınca...Niye yapdırmış biliyor musun Ulu Câmi'yi, niye yapdırmış onu? Kaç kubbesi var? Yirmi. "Yirmi tâne câmi yapdıracağım" demiş, "muharebeyi kazanırsam" demiş. Vaktiyle harbe giden pâdişahlar, Âl-i Osmân, nezreder böyle, câmi nezreder, sebîl nezreder, hayır işleri nezrederler. Her câmi bir harbin âbidesidir. Her câmi. Manâsı vardır. Efendime söyleyeyim, harbi kazanmış, demişler ki, "Yirmi câmi yapdırma, yirmi kubbeli bir câmi yapdır, onun yerine kâim olur" demişler. İşte yirmi tâne kubbeli câmi-i kebîri yapdırmış Yıldırım Han, Yıldırım Bayezid Han.
Bursa'ya gittin mi hiç? Sen gitmişsindir. Gittiğiniz vakitde Câmi-i Kebîr'e gidin dolaşın. Meselâ İstanbul içerisinde burada oturanlardan Süleymaniye Câmisine gitmeyen adam vardır. Yâhu ölü müsün! Herif Amerika'dan geliyor, göreyim Süleymaniye Câmisini diye. Zâten sen gitsen ne anlayacaksın, dört tâne direk göreceksin, bir de müezzini görürsün kapıda, dışarı çıkarsın bir şey görmezsin ki.
"Yıldırım'daki câmi ne oluyor efendim?" diye sorulunca, "Yıldırım ayrıyeten kendi şahsı için, bu Niğbolu harbi için. Yedi kıral gelmiş, yedi kırala karşı gelmiş. Sonra mağlûb oldu Timurlenk'e, Timurlenk hâinine" buyurdular. "Kendisi orada medfûn değil mi efendim?" diye sorulunca, "Evet, Yıldırım'da, evet. Akşehir'de öldü, sonra getirdiler cenâzesini. Götürecekdi Semerkand'e pâdişahı gösterecekdi, kafes içerisinde. Ulan gitsene gavur üzerine! Burada düşmanı, kâfiri mahvetmiş bir gâzîyi, gel onu yık. Papa, Timurlenk'e azîzlik nişanı verdi, azîz ilân etdi, hıristiyan azîzi diye. Olmasaydı eğer bugün bütün Avrupa müslümandı. Gözü kör olasıca topal! Domuz! Hınzır herif!"
Bir şey anlatayım sana, bu mühim. Nereden nereye geçdik ama söylemeden geçmeyelim. Niğbolu harbinde Yıldırım Hân'a âşık olan bir Fransız şövalyesi kalmış Yıldırım Han'ın yanında, Ankara Muharebesinde Yıldırım Han'la beraber, Timurlenk'e karşı dövüşmüş. Onu da esîr etmiş, o Fransızı, Timurlenk. Onu götürmüş Semerkand'e. Diyor ki o, iki cild kitâb yazmış, Fransızca, ben Fransıca bilmem. Bunu bana söyleyen tarih profesörü Mükrimin Halil Bey, o söyledi, ondan işittim. O Fransız, Semerkand'e gitmiş. Timurlenk orada kurumuş, gömmüşler. Sonra o adam gelmiş memleketine, Fransa'ya, iki cild kitâb yazmış bunun hakkında. Altı ay ulumuş mezarında Timurlenk. O Franszıca kitâbda öyle yazılıymış. Ben Fransıca bilmiyorum, o profesör, yani tarih profesörü, Mükrimin Halil Bey, burada İstanbul Üniversitesinde, o bana söyledi. "Hoca" dedi bana, böyle böyle dedi. Öldükden sonra hortlamış, altı ay bağırmış, mezarın içinde. O kitâbın içinde yazıyormuş böylece. "Okudum ben" dedi. Fransız şövalyesi yazıyor. Aşık olmuş Yıldırım Hân'ın şecâatine, kahramanlığına. Bütün kefere-i fecereyi hepsini baş aşağı indirdiydi. Eğer Timurlenk belâsı gelmeseydi. Timurlenk kör olasıca, hep islâm devletlerini yıkdı. Rusya'da Altın Orda vardı, onu yıkdı kör olasıca, Rusya'yı meydana getirdi. Hınzır herif. Fenâ hâlde kızıyorum zâten.
Birisi "O da Allah'dan" deyince, Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Canım o da Allah'dan, senin konuşman da Allah'dan, benim konuşmam da Allah'dan birâder, ayrı bir şey değil. Ne ayırıyorsun sen, onunki Allah'dan benimki Şeytan'dan olmaz. Her şey Allah'dan ama kimi vâsıta koydu bakalım.
"Her şey Allah'dan", "Her şey Allah'dan" derken, herifin ensesine tokat atmışlar, bunu söyleyen adamın ensesine tokat. Bir dönmüş bakmış geriye. Tokadı atan, "Ne bakıyorsun, bu da Allah'dan" deyince, "Âmennâ ama hangi pezevengi vâsıta kıldı" demiş.
Yıldırım Han câmiyi yapdırmış. Yapdırdıkdan sonra şeyi çağırmış, hem dâmâdı hem mürşidi, kim biliyor musun, Emir Sultan'ı. Her pâdişahın bir mürşidi vardır. Hazret-i Bayezid-i Velî'ninki Cemâl-i Halvetî'dir. Emir Sultan hem pâdişahın damâdı, hem mürşididir. Getirmiş câmiyi gösteriyor sultana, "Nasıl" demiş, "câmi iyi oldu mu?". "Çok güzel olmuş, eksiği var" demiş. "Aman söyle yapdırayım". "Dört kapıya dört tâne meyhâne" demiş. "Aman şeyhim, ne yapıyorsun, câminin kapısına meyhâne yapılır mı". "Evlâdım, bu câmiler, bunlar" demiş, "arazî yani izâfî beytullahdır, asıl beytullah kalbdir. Sen kalbinin yanını, burayı mideyi şaraphâneye çevirdin" demiş, "içki içiyorsun" demiş, "oraya lâyık görüyorsun da, asıl beytullaha bunu lâyık görüyorsun da, taşdan toprakdan yapılan beytullaha niye lâyık görmüyorsun?" demiş. Sonra tövbe etmiş Yıldırım Han içki içmeye. Âl-i Osman'dan ilk içki içen adam. Ama içki içseler de bu zevât, onlar Allah ve Resûlünü severlerdi. O ayrı iş bir defa.
Hayber muhârebesinde, sahabeden biri varmış, içki yasağından evvel içdiği gibi içki yasağı geldikden sonra da birkaç defa içmiş. İçmiş bir kaç sefer, içki yasağından sonra da. Yakalamışlar filan, epey rezil etmişler filan, bağırıp çağırmışlar filan. Hayber Vakasında yahudilerden mühim mal kaldı, şarap kaldı, hurma şarapları filan. Mâl-ı ganâim. Bu içeri bir dalmış, Hazret, maşallah, fıçıdan fıçıya, sarhoş olmuş. Bir çıkmış dışarıya, bu duvar senin, o duvar benim, Hazret-i Ömer'e rast gelmiş. Hazret-i Ömer yakaladığı gibi yakasından doğru Huzûr-ı Saâdet'e, "Gel bakalım buraya terbiyesiz herif! Seni şarapçı seni!" "Yâ Resûlallah, bu herif, ayetler nâzil olmadan yani içki yasak olmadan evvel içki içerdi, sonra âyetler nâzil oldu gene içdi bu herif. Sonra gene içdi gene içdi. Şimdi bugün gene içmiş, bak şu hâlini gör". Hemen Efendimiz onu aldı, oturtturdu oraya, çıkardı ayakkabısını ayağından, "Niye içdin bakayım". Mübârek ayakkabısıyla vuruyor ona. Yani hadd-i şerîyi vuruyor. Had var, içki içene had vururlar şerîatda. "Niye içdin! Niye içiyorsun!" Böyle bir kaç defa vurdukdan sonra Hazret-i Ömer'e, "İçki içiyor ama Allah ve Resûlünü çok sever o" demiş, "üzerine fazla düşme" demiş. "Haydi bakayım sen yürü buradan".
Tabii mü'mine yakışacak şey değil. Ümmü'l-habâisdir. İnsanın en kıymetli uzvu aklıdır. Aklı izâle oldu mu insan ne yapdığını bilmez. Meselâ on milyon verseler dinden çıkmazsın, ama sarhoş olursun, bedava bir söz söylersin, gavur olursun, bedava yere, hiç lüzumsuz. "Hay senin dînine" dersin filan, Allah muhâfaza etsin. Hattâ bir kâfire dînine diye küfretsen, yine dînden çıkarsın. Çünkü dîn Allah indinde islâm dînidir, başka dîn olmaz. "اِنَّ الدّ۪ينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْاِسْلَامُ۠ inne'd-dîne indallahi'l-islâm". "وَمَنْ يَبْتَغِ غَيْرَ الْاِسْلَامِ د۪ينًا فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْهُۚ وَهُوَ فِي الْاٰخِرَةِ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ ve men yebtegi gayra'l-islâmi dînen felen yukbele minhü ve hüve fi'l-âhireti mine'l-hâsirîn". "كَيْفَ يَهْدِي اللّٰهُ قَوْمًا كَفَرُوا بَعْدَ ا۪يمَانِهِمْ وَشَهِدُٓوا اَنَّ الرَّسُولَ حَقٌّ وَجَٓاءَهُمُ الْبَيِّنَاتُۜ وَاللّٰهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِم۪ينَ". Allah indinde dîn islâm dînidir. Onun için sarhoşken bir adam bedava gavur olur. Aklı başındayken milyarları verseler, dîninden vazgeçmez. Ümmü'l-habâisdir yani habâsetin, günahların annesidir. Ama bazı böyle kendi nefsine mahkûm olan zevât vardır, Allah'ı, Peygamber'i sever, ibâdete de gelir filan ama bazen böyle kaybeder kendisini. Allah affetsin cümlemizi.
Biz gelelim Yıldırım Hân'a. Yıldırım Hân, Şeyh'in bu sözü üzerine tövbe etmiş. Sonra câminin resm-i küşâdı olacak, biz oraya gelelim. Câminin resm-i küşâdı olacak. Çağırmış Şeyh'i, haber göndermiş. Emir Velî Sultan'a, "Şeyhim câminin küşâdını yapacağız" demiş. Emir Velî Sultan, "Bursa'da benden yükseği var" demiş. "Ben senin mürşidinim, dâmâdınım ama, maneviyyatda benden yüksek birisi var". "Kim o?". "Somuncu Baba" demiş, Hamîdüddîn Aksarayî. "Somuncu Baba var yukarıda" demiş, "fırıncı, ekmek pişiriyor, o bizden yüksek" demiş. Onun üzerine haber salmışlar Fırıncı Baba'ya. Fırıncı Baba "Eyvah!" demiş, "bizim iplik pazara çıkdı" demiş, üzülmüş. İstemezler kendilerini bildirmek evliyâullah, saklarlar, gizlerler.
Gelmiş câmiye, girmiş. Mâ halakallah, ulemâ, meşâyih, o devirdeki bulunan hepsi, vezir, vüzerâ, pâdişah, sadrazam, hepsi câmideler. Hazret-i Hamîdüddîn Aksarâyî Hazretleri, Sûre-i Fâtiha'dan yedi tefsir yapmış. İşte onu anlatacakdım, Kur`ân'ın bir zâhir manâsı, yedi bâtın manâsı vardır, onu anlatacakdım. Bir tefsir yapmış zâhirden, herkes anlamış onu. Beş tefsir yapmış bâtından, bazıları anlamış bazıları anlamamışlar, yani yüksek ders görenler anlamış filan. Beşincide yüksek zevât anlamışlar. Altıncıda demiş ki, "Şu direğin arkasında birisi var, bunu o anlar" demiş, "bu dersi o anlar yalnız" demiş. Yedinci manâyı verdikden sonra, "Bunu da Karadayı anlar" demiş kendisini göstermiş. "Kimse anlamaz bunu" demiş. Sonra inmiş aşağı. Meğerse o direğin arkasında duran zât, Molla Fenârî'ymiş, Gürânî değil. Molla Fenârî. Molla Fenârî Hazretleriymiş orada oturan, direğin arkasında duran. Kendisi şeyhülislam, Yıldırım'ın şeyhülislamı.
İnmiş Şeyh Baba, dört kapıdan da çıkmış. Her kapıda duranlar elini öpmüşler. Dört tâne olmuş yani. Bunlara büdelâ tabir edilir. Ahmak, sersem, dümbelek manâsına budala değil, bedel bırakan demek. Evliyâullahdan bedel bırakanlar. Kırk tâne olur. Biri Amerika'da, biri Mekke'de, biri Afrika'da, biri Japonya'da, biri şurada, biri burada-. Her gören de "Ben kendisini gördüm" der. Nerede? "Tokyo''da gördüm". "Haydi canım Allahını seversen, ben İstanbul'da gördüm". Öteki "Yok ben New York'da gördüm" der, böyle kırk tâne olur, bunlara büdelâ tabir ederler, büdelâ. Bedel bırakan demek, bedel. Dört kapıdan çıkmış Hazret, bir tânesi diyor, "Yâhu ben sağ kapıdaydım Efendi'nin elini öpdüm". Öbürü, "Haydi oradan ben sol kapıdaydım, ben öpdüm, yalan söyleme!". "Vallahi ben sağ kapıdaydım". "Ben sol kapıdaydım". Bu şekilde böyle dört kapıdan da çıkmış.
Kur`ân-ı Kerîm'in bu esrârını öğrenmek isteyen Molla Fenârî, şaşırmış kalmış, âlim, kâmil adam, gizli olarak gitmiş. Çünkü kendisi şeyhülislam. Gitmiş dervîşlerin yanına oturmuş orada. DErvîşler orada oturuyorlar, o Hamîdüddîn Aksarayî Hazretlerinin somasında. Hasır var yerde, hasıra oturmuş dervîşler, o da gitmiş yanlarına, libâs-ı fâhire yani resmî, rüsûm elbisesiyle, şeyhülislam elbisesiyle oturmuş dervîşlerin arasına. Sonra Şeyh Baba gelmiş. "Oooo şeyhülislam efendi, hoşgeldin, maşallah. Bizim dervîşlerin arasında ne işin var senin böyle?" demiş. Demiş ki, "Efendim, biz de ulûm-i Arabiyye okuduk, ulûm-i âliyye, ulûm-i 'âliyye gördük" demiş. "Ulûm-i âliyye, ulûm-i 'âliyye. Fakat böyle Kur`ân-ı Mübîn'e verilen yedi manâ, beni hayretlere düşürdü. Lütfen bunu bana talîm edin. Onun için geldim" demiş. "Yapamazsın" demiş. "Aman efendim nasıl yapamam, yaparım, niçin yapmayayım". "Yapamazsın, yapamazsın".
Gene bir şeyhe bir delikanlı gelmiş, "Ben sana dervîş olacağım" demiş. "Oğlum sen dervîşlik yapamazsın". "Yaparım efendim" demiş. "Yapamazsın". "Yaparım" demiş. "Yapamazsın". "Yaparım". Demiş, "Ulan daha şimdiden itiraza başladın" demiş, "olmayacağın malûm. İtiraz ediyorsun, ben yapamazsın diyorum, sen yaparım diyorsun, itiraz ediyorsun" demiş.
Neyse. "Peki öyleyse, bizim eşeğe bin" demiş, "karakaçanın üzerine, bu elbiselerinle beraber, şöyle Bursa'yı bir dolaş ve sarayın önünden geç" demiş. Öyle deyince, Molla Fenârî durmuş, şöyle bir düşünmüş, demiş ki, "Nefsime danışdım, nesim bunu kabûl etmiyorum efendim". "Hah, ama tevâzu etdin, tevâzuan benim dervîşlerimle beraber yerde oturdun, hasırda, git de bir tefsir yaz" demiş. "Elham'a, Sûre-i Fâtiha'ya bir tefsir yaz" demiş. İnşallah gelirsen gösteririm sana dükkânda, bir tefsîri var, iki parmak kalınlığında. Bir nazarla yazmış Molla Fenârî. Yalnız Sûre-i Fâtiha, seba'l-mesânî mine'l-Kur`âni'l-Azîm. Ama Şeyh diyor ki, "Tevâzu etdin, dervîşlerimle oturdun ya diyor hasıra, onun için git yaz" diyor, "tevâzu etdiğin için" diyor. Yazmış.
Molla Fenârî'de çıkarmış ona mukâbil bir torba altun, demiş, "Bunları alın, dervîşâna, fukarâ dervîşlere dağıtın" demiş. "O para bize gelmez" demiş, "biz o parayı alamayız. Ne ben yiyebilirim, ne dervîşlerim yer" demiş. "Efendi, maaş değil" demiş, "mâl-ı mîrî değil, maaşdan değil, ceddimden kalan çiftliğin parası, oradan gelen para" demiş. "E peki bir deneyelim öyleyse" demiş, "mâdem ki öyle söylüyorsun". Açmış torbayı, içinden bir para çıkarmış, "Dervîş Mehmed! Buraya gel, al şu parayı, biraz arpa, biraz saman al gel bakayım" demiş. Dervîş Mehmed gitmiş arpayı samanı almış getirmiş, ortaya koymuşlar. "Getir bizim karakaçanı, eşeği getir" demiş. "Eşeği getir, yesin, yiyecek mi bakayım" demiş. Eşek koklamış, yememiş, sonra dönmüş üzerine işemiş. Demiş ki, "Molla Efendi, sen bize helâl diye veriyorsun, bizim eşek bile bunu yemiyor" demiş. "Hem yemedi, bir de üstüne işedi" demiş. "Sen paranı al, istediğin yere sarfet" demiş.
Neyse, bu akşam da bu kadar olsun.
"Somuncu Baba orada mı?" diye sorulunca buyurdular ki :
Orada değil, Dârende'de kendisi. Gitdi. Orada gitdim ziyâret etdim, küreğini öpdük, fırınına başımızı sürdük.
Tekrar "Türbesi nerede" diye sorulunca buyurdular ki :
Dârende'de. Dârende var ya, Dârende, Dârende'de türbesi var. Hamîdüddîn Aksarayî Hazretleri Dârende'de. Bu hâdiseeden sonra kaçmış işte oradan. Evliyâullahın sırrı meydana çıkdı mı, ipliği pazara çıkdı mı, kaçarlar, durmazlar. Kaçdı oradan gitdi. "İpliğimiz pazara çıkdı" demiş, "burada durmayalım" demiş, yürümüşler oradan.
Onun için Kur`ân-ı Kerîm'in bir zâhir manâsı varsa, bâtında yedi manâsı var. Hadîs-i şerîfle böyle sâbit oluyor. "Yedi harf üzerine nâzil oldu Kur`ân" diyor, "yedi manâ" üzerine. O da insanlara verilen yani. Yetmiş manâ bilen de var Kur`ân'dan. Kur`ân-ı Kerîm'e nihâyet olmaz. Kelimetullaha nihâyet olur mu? Olmaz. Diyor ki İbn Abbas Hazretleri, radıyallahu anh, "Benim hayvanım kaybolsa, ben Kur`ân-ı Kerîm'i açarım ve hayvanımı bulurum" diyor. Fal kitâbı değil Kur`ân-ı Kerîm. "Bulurum" diyor. İbn Arabî Hazretleri, bineğinden aşağı düşmüş, eşeğinden aşağı düşmüş İbn Arabî Hazretleri, böyle kalmış, hemen talebeleri gelmişler, "Efendi, bir şey oldu mu?" filan. "Olmadı" demiş, "bu eşekden düşmem benim Kur`ân'da var mı, onu düşünüyorum" demiş, "var" demiş, "buldum" demiş. "Nerede buldun?". "Sûre-i Fâtiha'da". Nasıl anlıyorlar bak Kur`ân-ı Kerîm'i.
Meselâ Kur`ân-ı Kerîm'de "بَلْدَةٌ طَيِّبَةٌ وَرَبٌّ غَفُورٌ beldetün tayyibetün ve rabbün gafûr" var ya Sûre-i Sebe'de, İstanbul'un fethi. "وَلَقَدْ كَتَبْنَا فِي الزَّبُورِ مِنْ بَعْدِ الذِّكْرِ اَنَّ الْاَرْضَ يَرِثُهَا عِبَادِيَ الصَّالِحُونَ ve lekad ketebnâ fi'z-zebûri min badi'z-zikri enne'l-arda yerisühâ ibâdiye's-salihûn", neresi, Mısır'ın fethi. Yaaa böyle Kur`ân-ı Kerîm'de işâretler var. Anlayan için, anlamayana bir şey yok. Anlamayan böyle ağzı açık bakıyor, yâhud "ne güzel okuyor hâfız" diyor. Onu da anlamıyor. "Oku" diyorsun, "Mismillah" diye başlıyor. "Bismillah" diyemiyor, "Mismillah" diyor. Ama ziyanı yok bazen öyle olur, Allah onu düzletir.
Hazret-i Şeyh, şöyle bakmış yahudi çocuğuna, bir nazar etmiş, yahudi çocuğu gelmiş Şeyh'in yanına girmiş, İbn Arabî'nin yanına. Babası çağırıyor, "Gelsene oğlum buraya!". "Sen benim babam değilsin" diyor, "efendi benim babam" diyor. Allah Allah fesübhânallah! "Oğlum sen deli mi oldun! Senin annen şu, baban benim". "Yok, benim babam bu". Fesübhânallah! Elli tâne yahudi getirmişler. Hazret-i Şeyh de diyor ki, "Benim oğlum" diyor Hazret-i Şeyh, "Benim oğlum, benim oğlum". Haydi kâdının huzûruna, elli tâne yahud, âilesine haber vermiş. "Bu kimin çocuğu?", kadı soruyor. "Efendim, Moiz'in çocuğu, hepimiz biliyoruz, bizim hemşehrilerimiz". Elli tâne âile şâhid. Çocuğa soruyor, "Sen kimin oğlusun?". "Ben bunun oğluyum", Şeyh Baba'yı gösteriyor. Şeyh Efendi'ye soruyorlar, "Kimin oğlu?", "Benim oğlum". Şimdi Şeyh Efendi soruyor, Moiz Efendiye, "Moiz!", "Efendim?", "Senin çocuğun hâfız-ı Kur`ân mıydı?". "Yok be! Biz mûsevîyiz". "Peki, oku bakayım evlâdım. Sûre-i Fetih". "اِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُب۪ينًاۙ innâ fetahnâleke fethan mübîna", çocuk okuyor. "Sûre-i Meryem'i oku". "كٓهٰيٰعٓصٓۜ * ذِكْرُ رَحْمَتِ رَبِّكَ عَبْدَهُ زَكَرِيَّاۚ kâf-hâ-yâ-ayn-sad, zikrü rahmeti rabbike abdehû zekeriyyâ", çocuk okuyor. Şaşırmış yahudi. "Senin oğlun muhaddis mi? Hadîs biliyor mu?", "Yok be!". "Peki öyleyse, aç Buhârî'nin vahiy bahsini, "Câenî Cibrîl fe kâle ikrâ' yâ Muhammed mâ ene bi kâriin" filan, okuyor. Şaşırmış yahudi. Bir nazarla böyle bakıyorlar alıyorlar içeri. Yaaa, evliyâullahın nazarı. Ondan sonra yahudi kendisi de islâma gelmiş, çocuk da müslüman olmuş, o elli kişi de müslüman olmuşlar. Yaaa.
Öyle buyurmuşlar, Şam halkına, "Sizin tapdığınız ilâh" demiş, "benim ayağımın altındadır". Bazıları yanlış söylüyorlar, "Sizin tapdığınız Allah" diye, Allah denir mi, estağfirullah! Allah denildiği vakitde malûm olan, kuvvet-i kudsiyyeye mâlik manâsınadır. İlâh başka. "Sizin tapdığınız ilâh" demiş, "benim ayağımın altında" demiş, böyle vurmuş. Ve Şeyh'i şehîd etmişler. O da söylemiş, "İzâ dehale's-sîn ile'ş-şîn zahara kabri Muhyiddîn" demiş. "Sin Şın'a girdiği vakitde, bizim kabrimiz, Muhyiddîn'in kabri zâhir olur" demiş. Sin kim? Sultan Selim. Sultan Selim Şam'a gitdi, Şam'a girdi. Sordu, "Şeyh'i nerede öldürdüler?" dedi. "Burada şehîd etdiler". "Nerede ayağını vurdu, tapdığınız ilâh ayağımın altındadır dedi?". Dediler, "Burada". "Kazın orasını". Kazdılar, defîne çıkdı, altın. Çünkü Şamlılar altına tapıyorlardı. Sultan câmisini yapdırdı, Sâlihiye'de.
İşte böyle erenler. Rızâen lillah, Fâtiha!
www.muzafferozak.com