3 Nisan 2023 tarihinde yayınlanmıştır.
Bir dervîş şeyhine otuz sene hizmet etmiş. Dile kolay otuz sene hizmet! Otuz sene sonra demiş ki, "Efendi, benden sonra gelenler hep icâzet aldılar, hepsi birer şeyh oldular gitdiler, ben bir şey olamadım. Bana bir icâzet verip göndermediniz, uzun seneler çoluğuma çocuğuma hasret, memleketimden uzak kaldım, artık ölümüm yaklaşdı" demiş. Şeyh Efendi, "Yaaa, peki öyleyse" demiş, "Git Aksaray'dan bana biraz yoğurt al gel" demiş. "Orada bir Bulgar var" demiş. O vakit Vâlide Câmisinin karşısında vardı, eskiden. Şeyh Efendi, "Bana yoğurt al ama tâze olsun" demiş. Adam "Peki" demiş, taaa Silivrikapı'dan yaz günü dört nala koşarak, icâzet alacağım, şeyh olacağım diye, Aksaray'daki Bulgar'a gelmiş, "Aman Yanko, canıma can ko, oradan biraz yoğurt ver ama tâzesinden olsun" demiş. Bulgar'da yoğurt almış koşarak gitmiş Efendi'ye, Efendi almış eline yoğurdu...
İyi dinle! Kulağını benden yana ver! O vakit Bulgarlar, bizim bahçıvanlarımızdı, sütçülerimizdi, çobanlardı. Sırplar, bahçıvan, bekçi. Rumlar, meyhaneci, kerhâneci. Ümmet-i Muhammed'in süfehâsının hizmetçileri. Sonra bir zaman geldi, sen dînine yan çizdin, Kur`ân'ı geriye atdın, Allah senin başına papazı musallat kıldı. Papazla konuşamıyorsun. Çünkü Cenâb-ı Allah öyle diyor, "Bana itâat edene ben itâat ederim" diyor. "Men etâ'anî fekad eta'tehû". "اِنْ تَنْصُرُوا اللّٰهَ يَنْصُرْكُمْ in tensurullahe yensuruküm", âyet-i kerîmede. "Benim dînime kim yardım ederse ona yardımcıyım" diyor Cenâb-ı Allah. Koskoca Macar Kıralının tacını bizim bir çavuş giydiriyor, askerî çavuş. "Gel bakayım buraya Yanko, otur buraya", kafasına tacı koyuyor. Çavuş! Çavuş! Öyle sadrazam filan değil, paşa değil, çavuş, Türk çavuşu. Bu koskoca millet sonra bu zillete düşsün. Neyse.
Yâ Rabbi, biz müslümanız, Muhammedîyiz ve habîbin Muhammed'e gönül verdik, bizi zilletden kurtar yâ Rabbi. Senin İslâm'ın âlîdir, biz zillete düşdük yâ Rabbi. "وَاَنْتُمُ الْاَعْلَوْنَ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ ve entümü'l-a'levne in küntüm mü'minîn" buyuruyorsun yâ Rabbi, "Hakkıyla îmân ederseniz sizi âlî kılacağım". Lâilâheillallah Muhammedü'r-Resûlullah, oruçluyuz, şurada şu oruçlu olan zevâtın duâsı hürmetine bizi âlî kıl, ordularımızı karada, denizde mansûr u muzaffer et, bir harb olursa düşmanlarımıza gâlib et. Allah muhâfaza etsin harbden filan. Ne iffet, ne ırz, ne nâmûs kalır yani. Allah muhâfaza etsin. Zâten bozulmuş iş, çarkı çıkmış işin. Neyse.
Getirmiş şeyhin önüne koymuş, "Buyurun Efendi Hazretleri". Bir kaşık almış, "Ulan bu tâze yoğurt değil bu, edebsiz herif, nereden aldın bunu?" diye çıkışmış. Dervîş, "Efendi Hazretleri, Yanko'dan aldım, Yanko'ya Yanko canıma can ko dedim filan" dediyse de, Efendi, "Ulan ekşi bu yoğurt, şap bu, şap! Tat bakayım". Adam yoğurdun tadına bakmış, hakîkaten de yoğurt ekşi. Şeyh Efendi "Git hemen değiştir bunu!" diye gürlemiş. Adam, tırrrr hemen Silivrikapı'dan Aksaray'a doğru koşa koşa, koşa koşa gelmiş o Bulgar sütçüye, "Aman Yanko, sen ne yapdın yâhu! Parasında değiliz biz bunun, bana ekşi yoğurdu vermişsin" demiş. Bulgar sütçü, "Yok bre komşu, tâzesini verdim, daha yeni yapdım, istersen burada bak tadına" demiş. Adam yoğurdun tadına bakmış, "Hah, tamam iyi, ver" deyip yoğurdu almış, götürmüş, Efendi'nin önüne koymuş. Efendi yoğurdun tadına bakınca, "Şap bu yoğurt!" demesin mi! Dervîş, "Aman Efendim bendeniz tattım, tâzeydi" dediyse de, Efendi, "Sus! Yalan söyleme!" diye onu yine haşlamış. Dervîş, "Valla yalan söylemiyorum. Müslümana yalan söylemek yakışır mı efendim. Ben müslümanım, yalan söylemem" deyince de Şeyh Efendi, "Mâdem öyle al tadına sen bak ulan!" demiş. Derviş yoğurdun tadına bakmış ve hakîkaten ekşi, şap gibi olduğunu görünce "Vay anasına be" demiş, hayretler içinde kalmış. Efendi, "Hadi git, bir daha al getir" demiş. Adam yine yola düşmüş, koşa koşa koşa, ter içinde.
Tabii icâzet alacak kolay mı? Mekteb bitiriyor, edeb mektebini bitiriyor. "Edeb Yâhu" diye yazmışlar oraya. Eline beline diline sâhib olacaksın. Uçkuruna sâhib olmayan insan değildir. Resûl-i Ekrem öyle buyurdu, Sultânü'l-enbiyâ, "Ağzınızın arasındaki et parçasıyla, bacağınızın arasındaki et parçasına sâhib olun" dedi. "İnsan oradan yücelir, oradan mahvolur" dedi. İki yerden insan mahvolur, yâhud yükselir. Hazret-i Yûsuf aleyhisselâm, sıddîk olduğu için, iffetli, ırzlı, köle iken sultân oldu. Züleyhâ, nefsine mahkûm olduğu için sultânken köle oldu. Bitdi, bu kadar. "اعْتَبِرُوا يَٓا اُو۬لِي الْاَبْصَارِ fa'tebirû yâ uli'l-ebsâr". Göz sâhiblerine söylüyoruz.
Aldı yoğurdu, getirdi, Efendi'nin önüne koydu. Gene Efendi yoğurdun tadına bakdı, beğenmedi, yoğurdu kâsesiyle berâber aldığı gibi dervişin kafasından aşağıya indirdi. Derviş, "Allaaaah" diye bir feryâd kopardı. O feryâdı basınca, Şeyh Efendi, "Hah şimdi oldu, şimdi icâzet vereceğim sana" dedi. Dervîş şaşkın şaşkın bakarken, "Niye biliyor musun?" dedi, "Sen otuz senedir bir kere bile ihlâs ile Allah demedin, onun için sana icâzet vermedim. Şimdi kafana yoğurdu yiyince ilk defa Allah için Allah dedin, işte bunun için sana icâzet veriyorum" dedi.
Gidelim mi? Keselim mi? Devâm mı tamam mı?
Belki biliyorsunuz ama biz yine de anlatalım. Bir tânesi de böyle otuz sene efendinin yanında kalmış. Otuz sene, otuz sene. "Ne öğrendin?" demiş. "Şeyhim, dört şey öğrendim" demiş. "Neee?". "Dört şey" demiş. "Otuz senede?". "Evet". "Namaz abdestden mi?". "Hayır".
Onları zâten bilmiyoruz demiş. İslâm'ın şartı kaç? Beş. Savm u salât bizde yok, hacc u zekât zenginde, yalnız Kelime-i Şehâdet kaldı ortada demiş.
Efendime söyleyeyim, "Dört şey öğrendim" demiş. "Nedir bunlar?".
İkisini bu akşam söyleyeceğim, ikisini başka gün. Öyle taksitli yapalım ki merak etsinler. Ama kimse gelmiyor, merak edip de gelmiyorlar yani. İşte bir müddet dinliyor filan sonra kalkıp gidiyor filan. Ben de istiyorum ki gelsinler her gün bana burada konuşalım.
Bir tânesi şu. "Bakdım kâinâta, herkesin bir dostu var, bir ahbâbı var, bir yârânı var. Herkes kendine bir kafadar bulmuş".
Kafası dar değil, kafadar. Kafasına uygun yani. Bir de kafadar var, kafası var, içinde aklı yok.
"Fakat bu dostlar, böyle merhaleyle. Meselâ memurken dostuymuş, tekâüd olunca, öteki kaçmış. Güzelken ahbâbıymış, çirkinleşmiş, kaçmış. Güzelliğinden istifâde ediyordu demek ki. Parası varken ahbâbıymış, dostuymuş filan böyle. Bakıyorum görüyorum parası varken ahbâbıydı, sonra ne oluyor, züğürtleşdi mi kaçıyor. Sıhhatliyken dostu, hasta oldu mu, uğramıyor. Hep böyle menfaat. Menfaat dünyası. En sâdık olan dostu şunu buldum. Öldü, üzerine cenaze namazı kıldı, duâ etdi, kabre defn etdi. Sonra duâ etdi üzerine, yâ Rabbi mağfiret et, şimdi biz bunu buraya, amel sandığına koyduk".
Şaka geliyor size ama vallahi bir gün gideceğiz oraya. Yaaa! Hazret-i Osmân ibn Affân'a kabir dediler mi ağlarmış Hazret-i Osman, titrermiş böyle. Mahşer dedikleri vakitde pek dokunmazmış da kabir pek dokunurmuş. Sormuşlar bir gün demişler, "Yâ Zinnûrenyn, Ey iki nûr sâhibi".
Resûl-i Ekrem'in iki kerîme-i muhteremesinin nikâhına nâil olduğu için kendisi. Bak ne konuşdum ama ağzımdan ne çıkdı benim. Aldığı için değil. O nûra nâil olduğu için zinnûreyn.
Hep böyle başdan aşağı. Kim ne aldıysa Resûl-i Ekrem'den aldı. Mûsâ Nebî nûrunu Muhammed Mustafâ'dan aldı. Almasaydı kelîm olmazdı, Mûsâ kelîm olmazdı. Hazret-i Îsâ aleyhisselâm Resûl-i Ekrem'den aldı. Eğer almasaydı Îsâ rûhullah olmazdı. İbrâhîm halîlullah, nûrunu Hazret-i Muhammed Mustafâ'dan aldı. Eğer almasaydı halîl olamazdı. Şeytan, alamadı, adüvv oldu. O bile gene Resûl-i Ekrem'in sâyesinde dünyâda atını oynatıyor. Ne kadar kâfir varsa, dünyâ yüzünde, Allah'ı inkâr eden münkir, kâfir filan, Resûl-i Ekrem'in yüzünden yaşarlar onlar dünyâda. Allah bir sofra kurmuşdur, ismi Sofra-i Muhammed'dir, herkes bu sofradan istifâde eder. Gavuru, mecûsîsi, hıristiyanı, yahudisi, fâsıkı, âsîsi, o sofradan yer. Hazret-i Peygamber'in sofrasıdır o. Çünkü Cenâb-ı Allah ne diyor, "وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَاَنْتَ ف۪يهِمْۜ vemâ kânallahu li yuazzibehüm ve ente fîhim". "Habîbim Ahmed, onların cemîine azâb eder olmadım dünyâ yüzünde, kaldırmam dünyâ yüzünden". Neden? "Aralarında sen varsın" diyor yâhu! "Onun için" diyor. Hangi peygamberin hayâtına Allah kasem etsin, hayâtına kasem ediyor Peygamber'in. Yüzünün güzelliğine kasem ediyor, saçının siyahlığına kasem ediyor Cenâb-ı Hakk, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellemin.
Hazret-i Osman o kadar tâlihli ki Resûl-i Ekrem'in iki kerimesine nâil olmuş. Onun için zinnûreyn diyorlar. Sormuşlar bundan, demiş ki, "Yâhu, düşünsene mahşer gününde bir ayak bin bir ayak üstünde, bütün enbiyâsı orada, şeytanı orada, melâikesi de orada" demiş, "kabirde yalnızlık var" demiş, "tek başınasın, amelinle tek kalıyorsun, onun için bu beni korkutuyor" demiş. Onda kalabalık. Gürültü var, patırtı var.
Biz gelelim şimdi. En samîmî adam, en samîmî ahbâb, en samîmî dost, inşaâllah bu dost üzerine delikanlılara hikâye, kıssa filan anlatacağım, adamı kabre kadar götürür. Sonra? Daha sâdığını bulalım. Ölen zâtın âilesine, çocuklarına senede bir iki defa gider kapısını çalar, "Ey bizim dostların yavruları, nasılsınız bakalım? Bir ihtiyâcınız var mı? Bir isteğiniz var mı, bir arzunuz? Biz sizi ihmâl ediyoruz, gelemiyoruz kapınıza kadar ama. Sıkılıyorum sizin kapınıza gelmeye. Çünkü beni görünce efendini hatırlayacaksın, babanızı hatırlayacaksınız. Bir emriniz olursa bekliyorum". En sâdık dost bu. Yoksa, sağ iken dostdu, hastayken gitdi.
"Ben bakdım" diyor hazret, "en samîmî dost, en yüce dost, en güzel dost, adamı gömdükden sonra da gelip çoluk çocuğun hatırını sorması, onların bir ihtiyâcı varsa görmesi, yardım etmesi, bundan daha hayırlısını görmedim, oraya kadar iş" diyor. Sonra? "Öyleyse ben kendime bir dost seçdim. Bir dost, bir ahbâb seçdim, bir dost seçdim". "Nedir o, hangi dost, hangi ahbâb o?". "Öyle ahbâb olsun ki ben öldüğüm vakitde benden ayrılmasın, benimle beraber kabre girsin, bana kabirde yoldaş olsun, tabutda beraber gidelim".
Tabut boş gitmiyor. Görüyorsun ya tabutu, boş gitmiyor. "Eyne tezhebûne" yâhud "kaddimûnî" diye bağırıyor içindeki bulunan cenâze. Tercümesini yapalım. "Beni yerime hemen götürün" diyor, mü'minse. "Yollarda oyalamayın beni, kaddimûnî, kaddimûnî, beni yollarda oyalamayın". Kâfir ise, "Eyne tezhebûne, Beni nereye götürüyorsunuz! Aman götürmeyin beni! Sakın hâ yapmayın!" Yaaa! Çünkü ölmeden evvel, ister mü'min ister kâfir, gideceği makâmı görür. Azrâil bıçağı sokduğu vakitde, perdeyi yırtar. Yırtdı mı, gideceği yeri görür. Bitdi o kadar.
Şimdi, "Ben bir dost seçdim, kendime bir ahbâb seçdim kendime, ölürken benimle beraber ola, tabutda benimle beraber ola, musallâda benimle beraber ola, kabire girdik beraber ola, kıyâmet gününe kadar benimle beraber ola, sonra mahşerde ihyâ olunduğumuzda gene benimle beraber olalım". "Kimmiş bu?" demiş şeyh efendisi, mürşidi. "A'mâl-i sâliha efendim" demiş.
A'mâl-i sâliha. Ondan başkası gitmiyor. Ne diploma gidiyor, ne dipleme gidiyor. On sekiz tâne diploma olsa, toprağın dışında kalıyor. Bütün İstanbul senin, bütün İstanbul senin, bütün apartmanlar senin, hepsinin tapusu kabrin dışında kalıyor. İçine koysan gene fayda etmez, çürür orada, daha berbat olur iş. İçeri koyarsan da hiç faydası yok. İnsan ölümü görür de ıslâh-ı nefs etmezse o adamdan hayır gelmez be! Tuh Allah cezânı kaldırsın.
Îsâ Peygamber gidiyormuş, iyi dinle bakalım burasını şimdi, söylemeden geçmeyelim, Îsâ Peygamber gidiyormuş, orada sürünün içerisinde bir koyunun kulağına bir şey söylemiş, gitmiş. O günden sonra koyun su içmemiş, ot yememiş, sararmış, solmuş. Sonra, bir kaç gün sorna geçmiş oradan, çobana sormuş, "Yâhu bu hayvana ne oldu böyle?". "Valla efendi anlayamadım, bir zât geçdi, bunun kulağına bir şey söyledi, ondan sonra bu hayvan, ne ot yedi, ne su içdi, bu hâle geldi". Acabâ ne demiş Îsâ Peygamber koyunun kulağına? Demiş ki Îsâ Peygamber koyunun kulağına, "Ölüm var!" demiş. Hayvana tesir etmiş söz.
Koyun anlıyor mu ölümden? Anlıyormuş demek ki. Hepsi anlıyor be! Nasıl kaçıyor hamam böceği öldürecekler beni diye. Râzı hamam böcekliğine. Akrep öyle, kaçıyor. Ulan akrepsin işte öldürelim de kurtul. Hayır. Herkes râzı hayâtından. Yaaa! Ölüm bu. Ölüm. Herkes ölümden korkuyor. Bütün mahlûkât-ı ilâhiyye. Akrebi, yılanı, hamamböceği, biti, piresi, insanı görüyor, hop gidiyor, öldürecek diye. Hepsi râzı elbisesinden.
Îsâ Peygamber bir koyuna böyle yapmış, bizim veliyyullahdan birisi geçerken, ihvânıyla beraber, koca bir sürü, böyle bir üç binlik sürü, oraya bağırmış, "küllü nefsin zâikatü'l-mevt" demiş, koca bir sürü bir daha ot yememiş, su içmemişler. Koca bir sürü. Bu, Hazret-i Muhammed'in evliyâsı bu. Öteki Îsâ Peygamber.
"Bakdım herkes kendisine bir dost bulmuş, ben de a'mâl-i sâlihayı kendime dost buldum şeyhim" diyor, "mahşer günü kalkdığım vakitde beraber olalım, mîzâna kadar benimle beraber. "Efendi demiş ki, "Yâhu ben bunu düşünemedim" demiş, "ben kaç tâne ev yapdıracağım, biraz para toplayayım, geceleri sayayım".
"Bir de hadîs gördüm" demiş "o da buna bağlı". "Nedir o?". "Allah'a muhtâc olduğun kadar ibâdet et Allah'a, ateşe dayanacağın kadar da günah işle. Bir de bunu buldum" demiş.
Daha da anlatırım yani. "Dünyâda kalacağın kadar dünyâya çalış" diyormuş o hadîs, "âhiretde kalacağın kadar âhiret için hazırlan" diyormuş. Ondan gayrısı, sayarsın böyle, bırakacaksın geriye. Hesâbını sana sorarlar, başkaları mîrâs yer. Hesâbı sana sorulur, başkası mîrâs yer. Bitdi o kadar. Onun için Allah yoluna infak. Gönül al, gönül, gönül kabesini tavâf eyle.
Sübhâne rabbike rabb'il-izzeti ammâ yasıfûn. Ve selâmün ale'l-mürselîn. Ve'l-hamdü lillahi rabbi'l-âlemîn. Kabûl-i niyâz, el-Fâtiha.
www.muzafferozak.com