2 Kasım 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
Cenâb-ı Hakk diyor ki Hazret-i Mûsâ aleyhisselâma, "Merkebinin yemini dahi benden iste" diyor Allah. Kullardan istersen kullar kızar, Allah'dan istemezsen Allah kızar. Kullardan bir defa istersin, en cömerd adam verir, bir daha verir, bir daha verir, sonra seni gördü mü yol değişdirir o, bu tarafa doğru, "Gene geliyor" diye. Sen bana hayran ben cama tırman. Ama Allahu Sübhânehû ve Teâlâ Hazretlerinden istemezsen Allah gadab eder. Allah'dan isteyeceksin. Hattâ "Yâ Mûsâ, hayvanının yemini dahi benden iste" diyor Cenâb-ı Hakk. Yaaa! Rabbimiz bizim, Rezzâk-ı Kerîm.
Yağmur duâsına gitmiş Hazret-i Mûsâ aleyhisselâm, duâ etmişler. Yok, bir katre yağmur yok. Koca bir nebiy-yi zîşân, ulü'l-azm peygamberlerden Mûsâ Kelîm, kendisine Tevrat nâzil olmuş. Sonra Cenâb-ı Hakk'a demiş, "Yâ Rabbi, mahrûm etdin kullarını" demiş, "rahmetin nihâyetsiz ama. İhtiyâcımız var. Haydi biz kulların günahkâr filan ama bu ağızsız dilsiz hayvanlar, yerler şerha şerha yarıldı, otlar kavruldu bütün, yok, bir katre su yok".
Yaaa. Kavm-i Şuayb'e de böyle oldu, Kavm-i Şuayb'e. Efendime söyleyeyim, onlar fenâlık yapıyorlardı, ölçeklerinde eksik veriyorlardı, terâzilerinde, ölçeklerinde adâletleri yokdur. Bunun çok büyük manâları vardır Sonra Cenâb-ı Hakk onlara yağmuru kesdi, imsak-ı matar oldu, yağmur kesildi, yağmur kesildi. Yok yağmur, yok yağmur, yok, yok. Kokdu herkes. Kurudu yerler. Nûh Tûfânı'nın tersine. Onları boğdu Allah, burada su yok, kurutdu. Kurutdu, kurutdu sonra efendim günlerde bir gün bakdılar ki, gökyüzü karardı, şimşekler çakıyor, bulutlar geliyor, yağmur bulutları filan. Oooo herkes bayram ediyor, dışarı çıkdılar hepsi. Islanalım dediler yağmur altında böyle. Aylarca su görmemişler. Su yerine ateş yağdı Kavm-i Şuayb'e. Ateş yağdırdı Allah. Allah suyu ateş yapabilir. Malûm ya elektrik sudan çıkar, elektrik sudan oluyor. Sudan ateş oluyor. Allah kumu un, unu kum yapar. Allah kâfirden mü'min, mü'minden kâfir çıkarır.
Onun için duâ etmeli, "اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَۙ ihdine's-sırâta'l-müstakîm". Haydi âmîn deyin benim okuduğum duâya.
Hâfız Âsım Bey, "Mûsâ aleyhisselâmı bırakdınız" deyince, Efendi Hazretleri latîfe ederek, "Canım Mûsâ aleyhisselâmı bırak, dursun o Tûr'da biraz, duâ etsin dursun, biz burada konuşalım, sonra biz de gideriz oraya" buyurdular ve hikâyeye geri döndüler :
"Yâ Rabbi" demiş, "şerha şerha yerler yarıldı, otlar kurudu, mahrûm etdin bizi" demiş. "Kelîmin ben de varım arada" filan demiş. "İçinizde bir gammaz var" demiş Cenâb-ı Allah, "o gammaz herif olduğu müddetçe size yağmur vermem" demiş. Hemen Hazret-i Mûsâ pür hiddet, "Yâ Rabbi, o gammazı bildir bana, kimse o herifin hakkından geleyim" deyince, "onu sana haber vereyim de ben mi gammaz olayım" demiş Allah. İşin güzel tarafı burada. Allah Allah. Bak demek ki ne oluyor, Cenâb-ı Hakk kulların günahlarını setr ediyor.
Bugün Cuma namazında vaazda söyledik, gene söyleyeyelim bugün burada, iyidir. Hazret-i Allah sormuş Hazret-i Cebrâil'e, Cibrîl meleğe. Cebrâil'in başka ismi var mıdır, bakayım içinizde bilen var mı? (Birisi Nâmûs-ı Ekber, bir başkası Cibrîl-i Emîn dedi) Emîn, Nâmûs başka? Daha başka isimleri var Cebrâil aleyhisselâmın. Zû mirre. Bak onu bilemezsiniz. "ذُو مِرَّةٍۜ فَاسْتَوٰىۙ *وَهُوَ بِالْاُفُقِ الْاَعْلٰىۜ *ثُمَّ دَنَا فَتَدَلّٰىۙ *فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ اَوْ اَدْنٰىۚ zû mirretin festevâ, ve hüve bi'l-ufuki'l-a'lâ, sümme denâ fe tedellâ, fe kâne kâbe kavseyni ev ednâ". (Birisi de Rûhu'l-Kudüs dedi). Rûhu'l-Kudüs'de var tabii ya. Daha var, daha var isimleri. Cibrîl aleyhisselâma demiş ki Cenâb-ı Allah bir gün, "Yâ Cebrâil, seni melek olarak halk etmeseydim, âdemoğullarından yaratsaydım".
Malûm ya onlarda şehvet yok, meleklerde. Akıl var, şehvet yok. Bizde hem şehvet var, hem akıl var. Bizimki biraz karışıkça. Kim aklını bırakır şehvetine uyarsa, o hayvandan aşağı olur, kim aklına uyarsa o melekden azîz olur. İnsanoğlu. Onlar yalnız Allah'dan aldıkları emri yerine getirirler. Cebrâil aleyhisselâm Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi vesellemle Hakk arasındaki emirber Cibrîl aleyhisselâm.
Bir gün Cebrâil aleyhisselâm, aklıma geliyor söyleyeyim haydi, gideceğiz, güneş gurûba eriyor, bir gün Cebrâil aleyhisselâm bakmış, melek kıyâfetiyle kendini görmüş. Şarkdan garba kadar kapatmış semâyı.
Resûl-i Ekrem de gördü öyle, bir defa göründü Peygamberimize. İşte onun üzerine Efendimiz koşarak geldi Hatîce'nin hânesine, "Zemmilûnî yâ Hatîce, zemmilûnî, beni basdır, üstümü ört ört" dedi. Tâ şarkdan garba kadar.
Demiş ki, "Acaba Allah'ın benden büyük meleği var mı?" demiş. Der ya, aklına gelmiş. Hemen Cenâb-ı Hakk ve Feyyâz-ı Mutlak Hazretleri, Cebrâil'e emretdi, "Filanca semâya var, orada bir melek var, şu emrimi oraya teblîğ et" dedi. Hemen Cebrâil oraya uçdu, gitdi, kanatları vardı. Bir mehîb melek, o meleğin yanında Cebrâil kendi aslî vaziyetiyle sivrisinek kadar kaldı. Yaaa! Sonra o melek Cebrâil aleyhisselâmı yakaladı böyle, "Sen ne söylüyorsun, ben anlayamıyorum" dedi, aldı kulağına sokdu onu. İstiğfâr etmiş Hazret-i Cebrâil.
Yaaa, Allah'ın öyle büyük kulları var. Sen kendi kendine, "Benden büyüğü var mı?" diye düşünme sakın hâ! Allah'ın ne kulları vardır öyle.
"Yâ Cebrâil, seni insanoğullarından halk etseydim, bana ne gibi ibâdet yapardın?" demiş. "Yâ Rabbi, sen biliyorsun". "اِنَّ اللّٰهَ لَا يَخْفٰى عَلَيْهِ شَيْءٌ الْاَرْضِ وَلَا فِي السَّمَٓاءِۜ innallahe lâ yahfâ 'aleyhi şey'ün fi'l-ardı velâ fi's-semâ". Sana gizli bir şey yok. "Ben biliyorum, sen de biliyorsun, senin bildiğin sana, benim bildiğim bana, ikimiz konuşalım da kullarım duysunlar".
Onun için Allah kulunu imtihan eder. Allah bilmiyor mu, niye kulunu imtihan etsin? Sana kendini bildirmek için imtihan eder Allah. Bir de gâfillere seni göstermek için yapar. "Bak benim böyle kullarım var" diye. Ya âriflere ya gâfillere. Onun için imtihan eder Allah. Yoksa Allah'ın imtihanı hocanın imtihanı gibi değildir. Hoca talebenin ders mikdarını bilmediğinden soru sorar, sorarak öğrenir onun mikdarını. Allah'ın imtihanı öyle değil. "وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الْاَمْوَالِ وَالْاَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِۜ وَبَشِّرِ الصَّابِر۪ينَۙ". "Ben bir kulumun malına ya canına ya evladına musîbetle teveccüh edersem, o da sabrederse, kıyâmet gününde ben onu hesâba çekmeğe utanırım" diyor Hazret-i Allah.
Yaşlılara neler söylüyor Cenâb-ı Hakk. O kötü yaşlılar var ya, yalancı filan böyle yalan söylüyorlar, dillerini temizlememişler, gözlerini temizlememişler. İhtiyarlaşmış, saçına sakalına ak düşmüş, ölüm haberleri gelmiş, hâlâ ıslâh-ı nefs etmemiş. Utanmıyor, yalan söylüyor filan. Onlara. "Ey kulum! Saçın sakalın ağardı, bana karşı günah işlemeğe utanmıyorsun, ben sana azâb etmeğe utanırım" diyor Hazret-i Allah "hayâ ederim" diyor. Şimdi dinle sen beni.
"Yâ Cebrâil, bana ne gibi ibâdet yapardın?" "Biliyorsun Yâ Rabbi". "Ben biliyorum, sen biliyorsun, ikimiz konuşalım karşılıklı, kullarım işitsin". "Yâ Rabbi, üç şeyle âmil olurdum". İyi dinle! Seni Yezid seni! Sol tarafa bakıp söyledim bunu, Şeytan'a doğru. "Üç amelle sana iş yapardım, a'mâl-i sâlihât icrâ ederdim. Üç tâne". "Hangisi bakayım?". "Bir tânesi, susuzlara su verirdim".
Sil o kağıdı oradan, yırt, söyle Niyâzi Efendi'ye. Orada şadırvanın üzerine yazmışlar, "Su alınmaz" diye. Söyle Niyâzi Efendi'ye. (Niyâzi Efendi o vakit Bayezid Cami-i Şerîfinin imamıydı, İstanbul'da susuzluk çekildiği dönemde, halk câmilere gidip şadırvanlardan su alıyorlardı. İmam efendi, câmiden su alınmasın diye şadırvanın üzerine bir yazı asmışdı. Efendi Hazretlerinin kaldırılmasını istediği yazı o idi).
"Susuzlara su verirdim". Dünyâda en büyük günah, mahlûkâtı sudan men etmek. Bundan daha büyük günah yokdur. Onun için o Yezîd-i Pelîd mendebur hâin İmâm-ı Hüseyin'i sudan mahrûm etmişdir, ondan daha zâlim bir adam yokdur. İkinci zâlim, Allah evlerini, câmileri men edenler. "وَمَنْ اَظْلَمُ مِمَّنْ مَنَعَ مَسَاجِدَ اللّٰهِ اَنْ يُذْكَرَ ف۪يهَا اسْمُهُ وَسَعٰى ف۪ي خَرَابِهَاۜ ve men azlemu mimmen mene'a mesâcidallahi en yüzkara fîhesmuhû ve se'â fî harâbihâ". Su. Su, ondan büyükdür. "وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَٓاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّۜ ve ce'alnâ mine'l-mâi külli şey'in hayy". Hayy Hayy Hayy Hayy Hayy Hayy. Bu Hayy başka Hayy. "وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَٓاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّۜ ve ce'alnâ mine'l-mâi külli şey'in hayy". Bu başka Hayy bu.
"Susuzlara su verirdim. Çeşmeler yapdırırdım. Arklar açdırırdım. Kuyular kazdırırdım. İbâdullahı sulardım".
Eskiden su dağıtırlardı, kandil günlerinde, Ramazan günlerinde! Bizim câminin avlusunda burada. Ne irfansız herif! Ben burada vaaz ediyorum, bu câmide kürsüde. Herifin birisi buraya şişeyle su getirmiş, su dağıtıyor. "Sebîlullah! Sebîl!". Ramazan gününde! Ulan irfânsız herif! Öyle irfânsız adam! Ulan su dağıtılır ama ne vakit dağıtılır su? İftardan sonra olur, terâvihden çıkarken anlarım. Efendime söyleyeyim, yâhud imsakdan sonra! Sonra kandil günlerinde, yaz günlerinde, iyi su dağıtırlardı. Yaparlardı böyle eskiden. Şimdi herif su vermiyor, para kazanacağım diye. Gidiyorsun kahveye, "bir su versene" diyorsun, "su yok" diyor, "gazoz var" diyor. Para kazanacak herif. Suyu men edenden daha zâlim olmaz. Onun için Yezid en büyük rütbeyi o almışdır zulümde. İmâm-ı Hüseyin'i ve Evlâd-ı Muhammed'i susuz bırakmışlar, Kerbelâ sahrâsında, su vermemişler.
"Susuzlara su verirdim" dedi Hazret-i Cebrâil. Cebrâil aleyhisselâm, "Susuzlara su verirdim". Bir.
İkinci. "Fakîr olan, Ümmet-i Muhammed'e gizli yardım ederdim" Gizli yardım! "Fakra düşmüş, zillete düşürmemek şartıyla ona ikrâm ederdim, yardım ederdim, gizli gizli".
Bir de var ki böyle herif eline alıyor parayı, "Gel bakayım buraya. Bu benim zekâtım, aldın kabûl etdin mi?". "Etdim". Bir daha, "Kabûl etdin mi?". "Etdim". "Kabûl etdin mi!". "Etdim". Böyle olmayacak, dayak atar gibi. Fukarâya diyecek ki, "Kusura bakma, seni bu güne kadar göremedik, hesaplarımız karışıkdı biraz, bugün ancak işi hal yoluna koyduk, kusura bakma, şunu al, inşâallah gene ihtiyâcın olursa, gene gel beni gör" diyecek. Çünkü zengin ne biliyor musun, zenginin vazîfesi? Allah'ın vekilharcıdır zengin. Fukarâ Allah'ın ayâlidir. Ulan sen kim oluyorsun! Sen memûrsun orada, vazîfelisin. Ayâl, çoluk çocuk manâsına gelir. Nasıl olur Allah'ın malını Allah'ın ayâline vermezsin! Onun için böyle bu şekilde verilecek. Gizli yardım!
Hazret-i Ömer ibn Hattâb radıyallahu anh Hazretleri, gece yarısı gider dolaşırdı. Meşhûrdur. Safahat'de bile var, Mehmed Âkif bile almış, rahmetullahi aleyh. Dolaşıyordu, bakdı bir yerde bir kadıncağız, bir kocakarı söyleniyor, "Allah Ömer'in gözünü kör etsin" diyor, "Allah belâsını versin Ömer'in" diyor. Halîfe o vakit Ömer ibn Hattâb. Yaaa! "Teyze neden böyle söylüyorsun?" demiş. "Niye söylemeyeyim, bunların babalarını gazâya gönderdi, askere gitdi, yetîmler kaldı başımda" demiş, "yiyecek yok, içecek yok". "Ne var, ne kaynatıyorsun?". "Su içinde taş kaynatıyorum" demiş, "çocukları uyutmak için" demiş. "E gelip niye mürâcaat etmedin halîfeye?". "Halîfe olacak, boynu altında kalsın onun" demiş, "ben mi ona geleceğim, o beni gelsin bulsun" demiş, "niye aldı vazîfeyi üzerine" demiş.
Mesnevî'de bir hikâye var. Behlûl-i Dânâ Hârun Reşîd'in tahtına oturmuş. Behlûl-i Dânâ oturmuş. Görmüşler. Tabii çok büyük terbiyesizlik, bir pâdişahın tahtına oturulmaz. Hocanın kürsüsüne oturulmaz. Evde ihtiyarın yerine oturulmaz. Gene elhamdülillah bizim Anadolu'da ahlâk bozulmamış gene, bir çok şeylere riâyet ederler, hürmet ederler. Oturunca dövmüşler Behlûl-i Dânâ'yı. Bağırıyorlar, kıyâmet kopmuş. Koşmuş Hârun Reşîd, "Ne oldu?". Demişler ki, "Yâ emîre'l-mü'minîn, Behlûl-i Dânâ denilen zât, senin tahtına oturdu. Biz de terbiyesizlik yapdığı için dövdük" demişler. O da kalkmış gelmiş, "Behlûl ağlama" demiş, "seni tanıyamadılar" demiş, "sen benim kardeşimsin" demiş, "tanısalar seni döverler miydi" demiş. "Ben onların dövdüğüne ağlamıyorum" demiş Behlûl-i Dânâ. "E niye ağlıyorsun?" demiş. "Ben bir kere oturdum, bu kadar dayak yedim" demiş ,"sen yirmi senedir oturuyorsun, yiyeceğin sopayı düşündüm" demiş. "Bir kere oturdum, bu kadar dövdüler" demiş, "sen yirmi senedir oturuyorsun, senin yiyeceğin sopayı düşündüm, ona ağlıyorum ben" demiş. "Aman ne yapayım?". Aklı başına gelmiş halîfenin. "Aman ne yapayım?". "Adl ile hükm et. İbâdullahın gözyaşını sil. Memlekete vazîfeni yap. Ondan sonra Peygamber'in sancağı altında haşr ol".
Kabâhat değil idâreci olmak ama her şeyi yerli yerine getirmeli, halkın ihtiyâcını görmeli, vazîfesine dikkat etmeli, yapmalı, etmeli.
Cebrâil aleyhisselâm dedi, "Fakr u fâkaya düşenlere gizli gizli yardım ederdim".
İnsanlar gizli de yardım etmeli, âşikâre de vermeli. Âşikâre verildiği vakitde, halk görsün diye vermemeli, o vakit mürâî olur adam. Riyâda şirk-i hafî vardır. Önder olmak için halka, önder olmak için, teşvîk ve tergîb için. O vakit câiz olur. "Halk beni görsün" dersen, halk senin için, "maşâllah cömerd" derler, âhiretde nasîbin olmaz. "Bu adam cömerd" derler, bitdi o kadar. Burada kalar iş. Dâimâ her ne iş yaparsanız yapınız, Allah rızası için yapınız.
"Gizli yardım yapardım" diyor. İki. Başka? "Kulların günahını görmezdim. Örterdim yani". Bizim gibi! Neûzübillah! "Saklardım" diyor. Halbuki niçin sôfiyye cübbe giyiyorlar sırtlarına? Ayıp örtmek içindir o. Biz ayıbı örteriz, setrederiz. Allah'ın settâr sıfatına sâhibdirler. "Kulların günahını görmezdim" diyor, "söylemezdim, gıybet etmezdim" diyor, "gammazlık etmezdim" diyor, gammazlık! Bak oradan geldik işte.
Onun üzerine Cenâb-ı Hakk demiş ki Cebrâil'e, "Yâ Cebrâil, senin böyle yapacağını bildiğimden dolayı, ötürü, seni vahiy meleği yapdım" demiş Cenâb-ı Allah. Bak ne kadar büyük bir mertebe. Ufak, basit görünüyor söylediğimiz şeyler ama bak mevkii ne gösteriyor. Bunun ters tarafı da var, ters tarafı da var.
Evet, biz gelelim Hazret-i Mûsâ aleyhisselâmın hikâyesine. "Aman Yâ Rabbi, o gammazı bana göster, setretme onu".
Allah settâre'l-uyûbdur, eğer Allah bizim günahlarımızı setretmese, ben sizin karşınıza gelip konuşamam. Sen de gelip benim karşıma oturamazsın. Ooooooo felâket! Ama şunu böyle bil ki, kıyâmet gününde bütün perdeler kalkacak. Onun için tövbe istiğfâr etmeli, tövbeyle bu işi örtmeli. Yoksa ve illâ felâket olur. Hepsi çıkacak ortaya. Hırsızlar çaldıklarıyla beraber, omuzlarında yükleriyle getirilecekler mahkeme-i kübrâya. Herkesin kitâbı elinde böyle, âşikâre okunacak. Hazret-i Peygamber diyor ki, Hazret-i Osmân'a, alâ rivâyetin Osmân-ı Zinnûreyn Hazretleri defterleri okuyacakmış, "Yâ Osmân, ümmetimin günahları geldiği vakitde okuma" diyor, "onları gizli oku da sevâblarını bağır" demiş "mahşer ehli duysun sevâblarını". "Gizle günahlarını" diyor Cenâb-ı Peygamber, Hazret-i Osmân'a. Bir rivâyet öyle.
Bir müddet sonra Cenâb-ı Hakk Hazret-i Mûsâ'ya dedi ki, "Yâ Mûsâ, o gammaz öldü". "Sahi mi Yâ Rabbi?". "Evet öldü". "Şaka yapmıyorsun ya?".
Allah şaka yapar bazen hâ! Ayırmak lâzımdır. Cenâb-ı Hakk bazen kullarıyla şaka yapar. Sevdiği kuluna latîfe yapar. Onu bilmeli insan. "ف۪ي مَقْعَدِ صِدْقٍ عِنْدَ مَل۪يكٍ مُقْتَدِرٍ fî mak'adı sıdkın inde melîkin muktedir"e erenlerle olur o iş. Herkesle olmaz ya.
"O gammaz öldü" demiş. "Nerede Yâ Rabbi?". Diyor, "Filanca câmiye getirecekler". O gün için câmi değil ama ben size anlatmak için konuşuyorum böyle, filanca ibâdethâneye. Hazret-i Mûsâ koşmuş, öğreneyim şu gammaz kimdir diye. Bir de gitmiş elli tâne cenâze var orada. Hoppala! "Yâ Rabbi, burada elli tâne cenâze vari hangisi gammaz?". "O gammazı örtmek için elli kişinin canını aldım" demiş Allah, bilinmesin diye, kaybolsun aralarında diye. O gammaz tanınmasın diye, kırk dokuz tâne daha kişinin canını aldım, elli kişi oldu" demiş.
Efendi Hazretleri, sohbete biraz ara verip şakalar yapdı, cemaati güldürdü. Bunun üzerine şu tavsiyede bulundular :
Câmiden içeri girerken, itikâfa niyet etmek lâzımdır. Dünyâ kelâmı konuşulursa haram olur câmide. Câmide dünyâ kelâmı konuşmak haramdır. Size öğreteyim bunu ben, benim vazîfem o. Mescide girerken, hepinize söylüyorum, "neveytü'l-itikâf" yani Türkçesi şu, "İtikâfa niyet etdim" diye gir. Dünyâ kelâmı konuşuyoruz bazen, gülüşüyoruz filan, günaha girer adam. Allah sevâbın içinde günah halk eder. Sevâbın içinde günah, günahın içinde sevâb halk eder Allah. "Neveytü'l-itikâf" deyip içeri girersin. Bir saat de itikâf olabilir, sayıyorlar. Benim sözüm değil, fukahânın sözü.
İbrâhim aleyhisselâm, sofrasına misâfir gelmeyince, oturup yemek yemezmiş. Aç durmuyor ama böyle oturup rahat bir yemek yemiyor. Ayak üstünde filan böyle bir şey. Mutlakâ sofraya oturması için misâfir gelmesini beklermiş. İbrâhim Halîlullah.
Halîl ne demek halîl? Dost demek. Niçin halîlullah demişler? Allah'ın dostu İbrâhim aleyhisselâm. Cenâb-ı Hakk üç imtihanla onu imtihan etdi. Üçü de ağır. İnsanlara üç türlü âfet gelir, imtihan gelir. Birisi evlâdıyla, çok ağır, Allah muhâfaza buyursun. Evlâdıyla, malıyla, canıyla. En ağır şeyler bunlar. Cenâb-ı Hakk üç musîbetle İbrâhim aleyhisselâm üzerine teveccüh etdi. Üçünde de birinciliği aldı. Melekler dediler ki, "Yâ Rabbi, kuldan halîl olur mu?" dediler. "İmtihan edelim, görün halîli" dedi, "size öğreteyim şimdi halîlin ne olduğunu". Ooooooo, beş bin hayvan birden kesmiş, koyun. Beş bin! Beş yüz bakar, beş yüz deve, beş bin koç kesdi. Şaşırdılar melekler. Fukarâya dağıtdı hepsini
Hattâ kapısına bir fukarâ gelmiş de kapıyı çalmış, vermiş kendisine. Sonra o fukarâ oradan ayrılmış bitişik kapıya gitmiş. Komşuya gidince, "Niye o tarafa bir kapı daha yapdırmadım" demiş, "keşke o fukarâ bir daha gelseydi buraya almak için" demiş. Sonra evine iki kapı yapdırmış, yanyana böyle. Hem buradan veriyor, hem buradan veriyor. İki tarafdan da.
Hazret-i Yakûb da öyle. Mübtelâ olmuş Yûsuf'un hasretiyle. Sebebi de şu. Yetîme yedirmemiş. Yetîme yedirmemiş, ondan mübtelâ olmuş. Bir rivâyet de, namaz kılıyormuş, Yûsuf beşikdeymiş, yan gözle namazda Yûsuf'a bakmış.
Bir gönülde iki sevdâ olamaz. "Olur". "Olamaz". "Olur" diye, "Efendi dar çıkdık dışarı" diyor tımarhâneden. Bir gönülde iki sevdâ olamaz. Deliler olur der. Bizim Abdurrahman vardı Allah rahmet eylesin, çalgıcıydı onlar. Manisa'ya gitmişler, orada çalmışlar etmişler işte. Demiş ki vâli, "Buraya gelmişken, sevâbdır burada tımarhâne var, tımarhânede deliler var. Onlara biraz çalgı çalın. Çalgıyla akıl hastaları, şifâyâb olur" demiş, "Allah için yapın" filan demiş. "Gitdik oraya" diyor, "bir de gitdik" diyor, "adamın biri eline bir tuğla almış" diyor, "cam siliyor tuğlayla" diyor. "İçeri girdik, oturduk, başladık çalmaya" diyor, "işte şuradan buradan derken, yükseldi perde" diyor. Acem derken Acem'den sonra Acemaşıran Kürdkaçıran derken, Mâhur makâmına geçmişler. "Bir gönülde iki sevdâ olamaz". Der demez, deliler hepsi ayağa kalkmış, "Olur!". "Olamaz". "Olur!". Haydaaa! "Bakdık ki olacak gibi değil, olur dedik" diyor. Haaa anladık ki, bir gönülde iki sevdâ olur diyen deli". Akıllı adam diyemez onu. Ya Allah sevgisi, ya dünyâ sevgisi.
Gelelim biz dersimize. Bir gün kapısına gelmiş Hazret-i İbrâhim aleyhisselâmın kapıyı çalmış, "şey'enlillah" demiş, bakmış mecûsîymiş gelen. Saç, sakal, bıyık birbirine karışmış. Pis bir herif böyle filan. Demiş, "Dînin ne senin?". "Ben mecûsîyim". Budist yani. Dedi, "Allah'a şirk koşanın benim evimde işi yok" dedi, "çık git" dedi. Hemen Cebrâil nâzil oldu, "Yâ İbrâhim, git gönlünü al onun, o bana şirk koşuyor, sana ne oldu" diyor. "Benim sofram açıkdır, benim soframdan herkes yer. Gavur yer, müslüman yer". Bu kâinât bir sofra. Buldu İbrâhim Peygamber getirdi adamı, "Aman" dedi, "Gel buraya sen, nene lâzım".
Halîl bu. Halîl meselesi. Kolay iş değil. Biz gelelim Halîl'e. On gün on beş gün bir sefer misâfir gelmemiş, uzatmayayım işi, on-on beş gün geçmiş, misâfir yok. "Çıkayım bir misâfir bulayım" demiş. Çıkmış misâfir aramaya, bir adamla karşılaşmış. Dünyâda bak neler var. Hazret-i İbrâhim'i görünce adam demiş ki, "Allah aşkına efendi, gel" demiş "bizim eve, bir lokma ekmek yiyeyim yâhu. Üç aydan beri misâfir arıyorum" demiş. İbrâhim Peygamber demiyor, İbrâhim Peygamber'e diyor öteki. İbrâhim aleyhisselâm on beş gün aramış, bu üç ay. İbrâhim Peygamber'in aklına gelmiş, "Acabâ benim gibi var mıdır böyle yani misâfir gelmezse yemek yemeyen Allah'ın kulları". İbrâhim Peygamber, "Peki" demiş beraber gitmişler. Söylememiş.Tıngır mıngır gitmişler.
İkisi de yemek yiyecekler şimdi. Yolda büyük bir yılan çıkmış, bir ejderhâ çıkmış. Koca bir ejderhâ kesmiş yolu. "Höt!" demiş İbrâhim Peygamber, hop yılan kaçmış o tarafa doğru. Oradan gitmişler adamın evine girmişler, yemişler içmişler, helâlin minallah.
İçmişler deyince herifin aklına başka şey gelir. O demek değil. İnsan gibi içmişler. Ne demek o? İçki içen bir adam parasıyla deli oluyor demekdir o, akıllı işi değildir o. Tımarhânede deliye içki vermiş hükümdar, içki içermiş o devrin hükümdârı, "Al iç" diye. Deli demiş ki, "Sana bir soru soracağım, sonra içeceğim" demiş pâdişaha. "Sen içiyorsun benim gibi olmak için, ben içeceğim kimin gibi olmak için?" demiş.
Yemekden sonra demiş ki o zât, "Siz bir duâ edin ben âmîn diyeyim" demiş, "ben duâ etmiyorum" demiş. "Niye etmiyorsun duâ?". İbrâhim Peygamber o adama soruyor. "Etmiyorum duâ". "Neden?". "Bir duâ etdim Allah kabûl etmedi duâmı. Senelerce uğraşdım ama. Etmedi, ondan sonra ben de etmiyorum duâ. Sen duâ et ben âmîn diyeyim". "Allah'ın kabûl etmediği duâ yokdur, sen ne için duâ etdin?" demiş İbrâhim Peygamber. "Haber aldım ki, Halîlullah dünyâ üzerinde imiş, onu görmeyi çok arzu ediyordum, senelerdir Allah'dan bunu diledim ama görüşmek müyesser olmadı. Anladım ki bende duâya lâyık bir ağız yokmuş" demiş adam. İbrâhîm Halîlullah, ağlayarak demiş ki, "Ey âşık-ı sâdık! O senin görmek istediğin İbrâhîm Nebî benim. Senin bu güzel ahlâkından dolayı Allah, beni senin evine kadar gönderdi".
www.muzafferozak.com