31 Mart 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
Vaktiyle Eyüp'de malı emlâki çok fakat mürüvveti kıt olan bir zât varmış, sarıklıymış kendisi yani bizim cinsden.Şimdiki hocaefendileri bilmiyorum, gençleri, bizim zamanımızdaki hocaefendilerin elleri gâyetle sıkı olurdu. Böyle bu vaziyetde (Efendi Hazretleri bir ellerini yumarak gösterdiler).İnsan dünyâya doğduğu vakitde, dikkat edersen, çok güzel şeyler söyleyeceğim, insan dünyâya geldiği vakitde, elleri böyle sıkı gelir. Kapalı gelir, bak. Bunun manâsı, dünyâya hırsla gelir. Fakat giderken, elleri böyle açık gider. Bir şey götüremez o tarafa doğru.Yani bu demek değil ki, "إِنَّ الْمُبَذِّرِينَ كَانُواْ إِخْوَانَ الشَّيَاطِينِ inne'l-mübezzirîne kânû ihvâne'-ş-şeyâtîn", malının hepsini tebzîr etsin, yani israf etsin, o manâya değil. Allah'ın ölçüleri vardır, Cenâb-ı Hakk'ın ölçüleri. O ölçülere her bir müslüman, islâmın temeli olmak münâsebetiyle, riâyet etmesi şerâitdendir.Nedense ekseri hocaefendiler, eski hocaefendilerden bazıları gâyetle sıkı olurlardı. Böyle bu vaziyetde. (Yine ellerinden biriyle gösterdiler). Meselâ bir fukarâya bir hocaefendi bir Kurban Bayramında, ben orada bulunduğum için söylüyorum, ismini vermeyeceğim, belki tanıyan olabilir, dedikodu da olabilir, şu kadar bir et, insan kediye verir onu, kediye de vermez, veremez, bir şeye yaramaz. Böyle sıkı olurlardı.Böyle bir hocaefendi, zenginmiş ama, hâli vakti yerinde fakat mürüvveti kıt.Kimi böyle alır sıkar, kimi altdan yalıyor, kimi altdan alıp üste koyuyor böyle, israf olmasın diye. Kimisi peynir kavanozunun dış tarafına ekmeği sürtüyor. Ekmeği kavanozun dış tarafına. Öteki de gelmiş kafa tutmuş, "Bir gün de katıksız yer herif!" diyor. "Ne olur bir gün katıksız yesen kör olasıca!".İşte bu tarzda bir hocaefendi. Fakat bunu bir mürşid, ârif-i billah, bunu irşâd edecek. Olan bir hâdise bu. Eyüp Sultan'da.
Eyüp Sultan nerede bakayım? Biliyor musun Eyüp Sultan'ı? Kim yatıyor orada Eyüp Sultan'da. Bir alay adam var orada yatan. Niye oraya toplanmışlar. Çok adam var orada. Kulağını benden yana ver! Güzel şeyler söylüyorum. Çünkü insanlar dünyâda kötü komşudan rahatsız olduğu gibi, kabristanda da kötü adamın yanına yatarsan rahatsız olursun. Onun için iyilerin yanına git.Hani herifin birisi, bir gecekondusu varmış, efendime söyleyeyim, bir gecekondusu varmış adamcağızın. İyi dinle! Adam gecekonduyu satılığa çıkarmış, bir kağıt yazmış üzerine satılıkdır diye. Geliyorlar, gecekondu ne yapacak meselâ o devirde, üç yüz beş yüz lira yapıyorsa, adam istiyor elli bin lira. Herkes gülüp gidiyor, gülüp gidiyor, gülüp gidiyor filan. Sonra biri gelmiş, "Sen bunu oyun için mi çıkardın satılığa? Yani oyun mu yapıyorsun, yoksa satacak mısın bunu sen?" demiş. "Satacağım". "Bu kadar para kimse vermez" demiş. "Niye vermesin?". "Senin evin elli bin lira yapmaz. Seni evin yapar beş yüz lira, bin lira. Niye elli bin lira istiyorsun, alay mı ediyorsun milletle?". "Ondan değil" demiş, "ben evimi satmıyorum". "Neyi satıyorsun?". "Komşuyu satıyorum. Burada sahabe-i kirâmdan bir zât-ı muhterem var, aç olduğum vakitde doyurur, çıplak oldum mu giydirir, odunsuz kalırsam, odunumu kömürümü verir, yemeğim pişmezse, dumanım tütmezse, yemek getirir kapıma kadar, hasta olursam gelir benim hatırımı sorar, doktor getirir, ilaç getirir, ölürsem cenâzemde bulunur" demiş, "onu satıyorum ben" demiş.Onun için maneviyyat da böyledir. Niye Eyüp'de çok cenâze gömülü? Hâlid ibn Zeyd Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellemin dayısının oğludur. Yani Cenâb-ı Peygamber, âyât-ı beyyinât ile, emr-i ilâhî ile Medîne-i Münevvere'ye gitdiği vakitde, Hâlid ibn Zeyd'in evinde misâfir kaldı. Cebrâil aleyhisselâm deveyi oraya çekdi. Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellemin önüne çıkdılar herkes devenin önüne yemler çıkarıyorlar ki evlerine misâfir şerefe versin diye, Efendimiz buyurdu ki, "Yoook, benim devemin yularını bırakınız, benim devem beni nereye götürecekse oraya götürsün". Götüre götüre evvelâ bugünkü Ravza-i Muttahhara'nın olduğu yere geldi deve, oraya çökdü, ağladı, yüzünü gözünü yerlere sürdü. Deve! Evet. Sonra kalkdı gene aldı Hâlid ibn Zeyd'in evine götürdü oraya. Sonra orasını aldı Cenâb-ı Peygamber. İşte Efendimizin mübârek cesedi orada gömülü.
O deve sonra ne yapdı biliyor musun? Cenâb-ı Peygamber âlem-i cemâle göçdükden sonra, Hazret-i Fâtıme annemiz bir ev yapdırdı. İsmini Beytü'l-Hazen koydu, Beytü'l-Hazen. Yani ağlama evi, hüzün evi, üzüntü evi, sıkıntı evi demek. Oraya gider ağlardı. Evinin yan tarafında bir misvak ağacı vardı, o Beytü'l-Hazen'in yanında. Ağlardı orada. Günlerce ağladı, gitdi ağladı. Haydi baş tarafına gelelim gene. Nereden nereye çıkdık. Çabuk bitireyim diye konuşuyorum ama. Sizi geç bırakmayayım.Efendimiz âlem-i cemâle göçeceği vakitde, Hazret-i Fâtıme'nin kulağına eğildi bir şey söyledi, Hazret-i Fâtıme başladı ağlamaya. Sonra gene eğildi, bir şey söyledi, Cenâb-ı Fâtıme güldü. Sonra sordular Cenâb-ı Fâtımetü'z-Zehrâ'ya, "Anne" dediler, "Yâ Fâtımetü'z-Zehrâ, ey hayru'n-nisâ, ey Resûlullah'ın sevgili kerîme-i muhteremesi, zürriyet-i Muhammediyye'nin tarlası, Hazret-i Ali'nin eşi, iki cihânın güneşi, Yâ Fâtıme, peder-i âlîniz Cenâb-ı Fahr-ı Risâlet rahmeten-lil-âlemîn, kulağınıza bir şey söyledi, evvelâ ağladınız, sonra bir şey söyledi, güldünüz. Bu neydi, size ne haber verdi". "Buyurdu ki, Yâ Fâtıme, ben refîk-i a'lâya gideceğim, dostumun yanına, yani âhirete gidiyorum, ona ağladım. Sonra kulağıma eğildi dedi ki, bana ehl-i beytimden en evvel sen geleceksin dedi". Ve Cenâb-ı Fâtımetü'z-Zehrâ Cenâb-ı Peygamber'den sonra, altı ay ağladı, gece gündüz ağladı, yemez içmez oldu. Ne eve bakıyor, ne iki şehzâdeye annelik vazîfesi yapabiliyor. Kim o iki şehzâde? Biri İmâm-ı Hasen biri İmâm-ı Hüseyin. Hep gözleri yaşlı, yâ ebetâ, yâ ebetâ, yâ ebetâ, yâ ebetâ diye Resûlullah için ağlıyor. O hâlde iken birdenbire o deve geldi. O deve, deve, işte o dediğimiz deve.Ben biraz deveyi konuştururum, benim âdetim öyledir. Deveyle konuşmazmış, konuşur deveyle. Ne develer var, ne konuşuyor adama. Ne develer var! Türkiye'de ne develer var!Geldi oraya, "Yâ Fâtıme". Kim söylüyor bunu biliyor musun? Deve söylüyor. O deve Cenâb-ı Fahr-i Risâlet'den sonra kaçdı, Medîne'ye girmez oldu. Geliyor, Mescid'den içeri bakıyor, Resûlullah'ı mihrâbda görmeyince, bağıra bağıra dağlara kaçıyordu. Gene geliyor, gene bakıyor, gene bağıra bağıra dağlara kaçıyordu. Efsâne mefsâne değil. Hani Mevlud'de deve varmış da efsâneymiş. Düdük! Sensin efsâne. Füsûndan geliyor efsâne. Kusûra bakmayın ben bazen böyle delileşirim.Neyse efendime söyleyeyim, bu deve geldi Cenâb-ı Fâtımetü'z-Zehrâ'ya dedi, "Yâ Fâtımetü'z-Zehrâ, ben âhirete gidiyorum, bir söyleyeceğin var mı, bir haberin var mı?". İltifat bunlar. "Babama selâm söyle, dayanamıyorum hasretine. Resûlullah'a selâm söyle, hasretine dayanamıyorum artık, alsın beni oraya. Söylesin Allah'a alsın".Ve Cenâb-ı Peygamber'i gördü rüyâsında Cenâb-ı Fâtıme. "Yâ Fâtıme, hazırlan, yarın gelecksin bana, yarın bendesin" dedi. O gün Fâtımetü'z-Zehrâ aman efendim, evde şenlik içerisinde. O ağlamalar geçdi. Hasan'ın, Hüseyin'in başlarını yıkadı, taradı, onlara kokular sürdü, öpdü, sevdi onları, kokladı, saçlarından okşadı. Sanki biliyormuş başlarına gelecekleri gibi. Evet, biliyordu ya. Tabii biliyordu, Resûlullah haber vermişdi çünkü. Sonra, efendime söyleyeyim, Cenâb-ı Hayder-i Kerrâr geldi, Cenâb- Ali, bakdı ki hergün Fâtıme ağlarken, o gün şen şakrak. "Yâ Fâtıme, nedir?". "Yâ Ali, gidiyorum Allahaısmarladık. Âşık maşûkuna varacak. Babama gidiyorum babama".Hazret-i Ali şakacıydı, latîfeciydi, latîfeyi severdi. Resûlullah da latîfeyi severdi. Ama latîfe latîf gerek. Öyle nâmusla, iffetle, dînle, vatanla, îmânla şaka olmaz. Peki nasıl olur? Hadi bir tânesini anlatalım. Bir misâl verelim. Bir gün Hazret-i Ali'yle Cenâb-ı Peygamber oturmuşlar, hurma yiyiyorlar. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, hurmaların çekirdeklerini Hazret-i Ali'nin önüne sürüyormuş. Hurma bitmiş, Efendimiz dedi ki, "Yâ Ali, ne kadar çok hurma yemişsin, baksana önündeki çekirdeklere". Hazret-i Ali tebessüm buyurdu, "Yâ Resûlallah, siz gâlibâ çekirdekleri yuttunuz" dedi. Böyle şaka, latîfe. Geçiyoruz."Yâ Fâtıme, nedir bu hâlin?". "Yâ Ali gidiyorum ben". Şakacı ya, "Nerede o günler, nerede o günler. Üstüne bir tâne daha evleneyim" dedi, şaka yapdı. "Yok yok, şaka yapma. Şaka değil, ciddî söylüyorum. Hasan'ıma, Hüseyin'ime iyi bak. Bir de senden ricâm şudur ki, yukarı katda bir kutu var, o kutunun içerisinde benim hakkımda bir berat vardır. Bu berat da ben sana varacağım vakitde, senin malın mülkün yokdu Yâ Ali".Çünkü niye yokdu biliyor musun? Hepsini verirlerdi fukarâya. Bize göre kırkda birini vermek, onlara hepsini vermek, üstüne kelleyi de vermekdi. Vermişler. Sözlerinde durdular.
"Ben mihr istedim, onun üzerine Allahu Teâlâ bu mihri bana gönderdi. Mihrim şu. Yarın yevm-i kıyâmetde Ümmet-i Muhammed'e ve bâhusûs ümmetin hanım kısmına, hanımlara, onlara ben şefî olayım. Ve Hasan'ıma, Hüseyin'ime ağlayanlara şefî olayım, onların musîbetine. O bukayı koyarsın, götürürsün beni Ravza-i Mutahhara'ya ve dersin ki, Yâ Resûlallah, kızın Fâtıme'yi getirdik. Eğer bir ses çıkarsa, bir emir olursa, getir bana diye, götürürsün. Yok öyle bir şey söylemezse o vakit beni götür garîbler mezarlığına, yani Bakî'ye götür, orada bir yere sırla beni". Hazret-i Ali şaşırdı. Hakîkaten de Cenâb-ı Fâtımetü'z-Zehrâ o gece göçdü.Kim yıkadı Hazret-i Fâtımetü'z-Zehrâ'yı biliyor musunuz? Hazret-i Ali yıkadı. Şerîatda kadın kocasını, koca kadınını yıkayamaz ama onların nikahları düşmediği için, Hazret-i Fâtımetü'z-Zehrâ'yı İmâm-ı Ali yıkadı. Buhârî-i Şerîf'in tercümesinin dördüncü cildine bakabilirsin, Menâkıb-ı Fâtımetü'z-Zehrâ'ya. İkincisi, Cenâb-ı Sıddîk-i Ekber'i de Seyyidinâ Ebâbekir Sıddîk'i, âilesi yıkadı. Onun da nikâhı düşmez, âhiret âleminde. Bizimkiler düşdüğü için yıkayamayız birbirimizi biz. Tutamayız hattâ. Geçiyoruz.Yıkadı. Sardı. O bukayı, o beratı onun sandukasının içine koydu. Ve götürdüler. İmâm-ı Ali diyor ki, "Ben götürdüm Ravza-i Mutahhara'ya, es-selâmü aleyke yâ Resûlallah, sana kızın Fâtımetü'z-Zehrâ'yı getirdim" der demez, Fâtıme'mi bana ver dedi, ellerini açdı, kabrin içinde, Fâtıme'yi Hazret-i Peygamber'in kucağına koydum" diyor İmâm-ı Ali kerremallahu vecheh.Onlar öyleydi. Biz gelelim dersimize.
Bizim hocaefendi Eyüp'de, zengin kendisi fakat mürüvveti benim gibi kıt. Böyle, altdan alıyor, üste koyuyor, yalıyor filan. Orada bir meczûb-i ilâhî varmış, insanları Hakk'a götüren.Sinekler, mikroplar, mürşidler, her şey seni Allah'a götürebilir. Eğer gözünde görmek nimeti varsa, ibret sâhibiyse gözün. Aklın varsa, tefekküre müsâidse aklın, seni Allah'a her şey götürebilir. Gafletde olmazsın. Bak, oturduğun yer sana bağırıyor, diyor ki, "Ey üstümde oturan müslüman! Ben nice Ramazanlar gördüm, senin gibi nice insanlar geldi benim üstüme oturdular, tevhîd etdiler, namaz kıldılar, tesbîh etdiler, şimdi âhiretde bir Fâtiha'ya muhtâçlar, Fâtiha bekliyorlar". Öyle diyor sana. Mihrâb imâma bağırıyor, "Ey imâm efendi! Ben çok imaâm eskitdim" diyor mihrâb. Hutbe diyor ki, "Ey hatîb efendi! Senin gibi ben çok hatîbler eskitdim burada" diyor. Yani aklın başındaysa, her şey sana vaaz ediyor. Aklı olmayan için de hiç bir şey yok. Ben burada konuşurum, sen orada uyuklarsın, ondan sonra iftarı yaparsın, gidersin, mesele kalmaz.Haa şimdi biz geliyoruz dersimize. Buyrun Kelime-i Şehâdet getirelim. Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûluh. Bir dahi. Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûluh. Bir dahi. Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûluh. Diyerek Allah cümlemizie hüsn-i hâtime nasîb ü müyesser eyleye. Şimdi iyi dinle bakalım.Bu zât-ı muhterem orada, Eyüp'de kahvede oturuyormuş, Eyüp Sultan'da. Oradan açdık ya dersi, oradan başladık.
Eyüp'e gittiğin var mı? Eyüp'e vaktiyle pâdişâhlar, sadrazamlar, büyük paşalar gitdiği vakitde, Bostan İskelesinden aşağı inerler, bineğe binmezler, ayakkabılarını ellerine alırlar, koltuklarının altına koyarlar, öyle yürürlerdi. Kim? Allah Resûlü'nün ensârı O!Şimdi bizimki, elinde cigara, bir eli cebinde, abdestli, abdestsiz, namazlı namazsız. Allah affetsin, kimseyi kınamıyorum. Hâlimiz böyle, çirkin bir vaziyetde. O vakitler böyle, sultânlar dahî ayakkabılarını çıkarırlar, yalınayak giderlerdi. Niye? Çünkü Hâlid ibn Zeyd var.Birinci cihân harbinde de öyle, Enver Paşa gitmiş Medîne-i Münevvere'ye, orada ayakkabılarını çıkardı, tren yolundan tâ Huzûr-i Saâdet'e kadar yürüdü, yayan yürüdü, yalınayak yürüdü yani. Tabii. Çok değil. Enver Paşa'nın Enver Paşa olması Hazret-i Muhammed'in yüzünden. Gavur olsaydı, gavur çocuğu Enver Paşa olmazdı, paşa yapmazlardı ki. Niko olurdu, ya eskici olurdu, eski toplardı yâhud sütçü olurdu.Onun için senin burada oturmanı da Resûlullah'a borçlusun! Neden? "İstanbul alınacak" dedi. "Le tüftehannel kostantiniyye ve le ni'mel emîrü emîrühâ ve le ni'mel ceyş zâlike'l-ceyş" demiş. İşte sana burayı feth etdirdi Peygamber. Sen memûrmusun? Sen de yediğin ekmek için Cenâb-ı Peygamber'e medyûn-i şükrânsın. Neden? Çünkü eğer sen müslüman olmasan, seni bu memleketde memûr yapmazlar, ekmek yiyemezsin, olmaz öyle şey. Hazret-i Muhammed'e medyûn-i şükrânsın. Paşanın paşalığı, pâdişâhın pâdişâhlığı, hocanın hocalığı, O'nun saltanatı yani. Hattâ kâfirlerin dahî dünyâda oturup, bir yudum su bulması, bir lokma ekmek yemesi, gene Hazret-i Muhammed'in yüzünden. Allah diyor ki, "وَمَا كَانَ اللَّهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَأَنْتَ فِيهِمْ ve mâ kânallahu li yu'azzibehüm ve ente fîhim" diyor. "Sen onların arasında iken ben onlara azâb etmeyeceğim" diyor Allah Celle Celâluh. Sen ne zannediyorsun Peygamber'i? Rahmeten-lil-âlemîn'i? O, Hakk'la berâber görür, Hakk'la berâber tutar, Hakk'la berâber yürür. "وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللّهَ رَمَى vemâ rameyte iz rameyte velâkinnallahe ramâ".Hiç Allahu Teâlâ peygamberine "Yâ Muhammed!" diye nidâ etmedi. Hâfızların dediğine bakma sen. "Yâ Resûlallah" diyeceksin, "Yâ Muhammed" diye söylemek câiz değil, edebsizlikdir, terbiyesizlikdir. Allah diyor ki Sûre-i Hucurât'da, "Birbirinizi çağırır gibi çağırmayın Peygamber'i" diyor. "Yâ Nebiyyallah, Yâ Resûlallah, Yâ Habîballah". Böyle hitâb edilecek Peygamberimize. Bu millet ne vakit ki, hürmetini kesdi, Allah yardımını kaldırdı üzerinden Ümmet-i Muhammed'in. Peygamber'e ne kadar hürmet olursa, Allah insanı o kadar yüceltir, yükseltir. Peygamberimiz, rahmeten-lil-âlemîn, iki cihânın sultânı. Ümîdimiz O'ndan, başka değil vallâhi! O derse kurtuluruz, bitdi o kadar! Şefâati hakdır ve gerçekdir ve şefâati mutlakdır. "وَلَسَوْفَ يُعْطِيكَ رَبُّكَ فَتَرْضَى ve le sevfe yu'tîke rabbüke fe terdâ" âyeti O'nun hakkındadır. Bitdi o kadar! Allah bizi Muhammed'inden ayırmasın.Evet. Oradan açıldı. Eyüp'e giden pâdişâhlar, ayakkabılarını çıkarırlar, koltuklarının altına alırlar, öyle giderlermiş. Edeb bakımından. Öyle gidiyorlar. Kim O? Hâlid ibn Zeyd Ebâ Eyyûbe'l-Ensârî.
Geçenlerde turistler geldi. Benim Avrupa'da benim elimde islâm olan bir takım zevât var, onlaradan birkaç tânesi geldi buraya, "Aman Efendi, İstanbul'da sahabeler varmış, bizi götür" dediler. Ben de aldım götürdüm. Keşke götürmez olaydım. Yaaa! Eğrikapı'da var iki tâne. Birisi Said-i Hudrî. Makâmdır o ama ismi öyle anılıyor, edeb bakımından.
Hani bir veliyyullah bir zâta öyle yaparmış. "İsmi Mehmed onun için seslenemiyorum" demiş, "korkuyorum Peygamber'i incitirim diye, Mehmed dersem" demiş. İrfan meselesi bu a gözümün nûru, irfan meselesi. Hâfız efendi bağırıyor, "Yâ Muhammed!". Sallallahu aleyhi vesellem. Estağfirullah. Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed. Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli Muhammed. Elfü elfü salâtin elfü elfü selâmin aleyke yâ Resûlallah. Elfü elfü salâtin elfü elfü selâmin aleyke yâ Habîballah. Elfü elfü salâtin elfü elfü selâmin aleyke yâ emîne vahyillah. Ve salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin ve sahbihî vesellim.
Bir de götürdük oraya, ne göreyim! Çöp dökmüşler, sahabenin kabrinin önüne. Kümeleme çöp! Malûm ya hep bizim müslüman mahalleleri böyle, "Anne çöpçü gelmedi", "Al tenekeyi, git câminin duvarına dök". Haydi çocuk götürüyor çöpü câmi duvarına döküyor. Tabii çocuk câmi duvarına çöpü dökerse, câmi duvarına işer sonra da. Yalan mı söylüyorum? Yalan söylüyorsam, yalan söylüyorsun efendi de, haydi söyleyin, buyrun. Bilmemnesi yok, haydi câminin duvarına, mezarlığın içerisine. Allah'dan kork! Feryâd u figân ediyor duvarlar, mezarlar, onları duysan sen bir gün gülemezsin bir daha. Geçdi, gitdi.
Gelelim dersimize. Eyüp Sultan'da oturuyormuş hocaefendi hazretleri. Âlim, kâmil fakat gelgelelim böyle. (Efendi Hazretleri elini yumarak hocanın cimriliğini tarîf ediyorlar). Yalayamıyor da altdan, üste koyarmış, ne olur ne olmaz diye. Derse oradan başladık ya, hikâyeye.
Bir meczûb, bu meczûb, emîn olun ki ben okumuşdum kitâbda, sonra birgün kabristandan yukarı çıkıyordum gâliba, Piyer Loti'de, yoruldum, böyle durdum, bir de bakdım bu meczûbun taşını gördüm. Önüme çıkdı. Arap Ali. Arap Ali diye bir meczûb varmış.
Bu meczûbun ne olduğunu benim şimdi size burada îzâh etmem güç olur biraz. Yalnız bu kadarını söyleyeyim. Esrâr-ı ilâhiyyeyi kaldıramayan kimse demekdir. O kadar kulağınızda kalsın. Onun tefsîri var, meczûbun. İki türlüdür. Bir de deli var. Deliye meczûb diyorlar, deli başka. Deli başka. Deli başka. Bu meczûb, esrâr-ı ilâhiyyeyi kaldıramayan, görüp kaldıramayan, cezbe içerisinde. Sen meczûb olma, câzib ol. Sen beni dinle. Ağrıdır biraz o iş. Neyse geçiyoruz.
Gelmiş hocanın önüne, "Hocaefendi" demiş, "ne var ulan" demiş, "bana yoğurt alsana" demiş. "Haydi git başkası alsın" demiş. "Yok canım, sen al, sen al" demiş. "Ulan git başımdan, başkası alsın yoğurdu". "Ben senden isteriiiiim". Haydaaa kıyâmeti koparmış. Hemen toplanmışlar, "Ali gel buraya, biz alalım". "Olmaz! Hocaefendi alacak bana". Allah Ali'den râzı olsun. Bir kıyâmet koparmış orada, bağıra bağıra. En sonunda hoca "Allah cezânı versin" demiş, "belâya çattık gâlibâ" demiş, çıkarmış o devirde bir metelik, bir metelik! "Al şununla yoğurt al" demiş. "Hi hi, biraz da ekmek alsana bana hocaefendi". "Ekmeği de başkası alsın!" demiş. Fenâ hâlde bozulmuş hocaefendi. "Hasbünallah ve nimel vekîl" filan demiş, ciğerinden kopmuş âdetâ o metelik.
Gene söylemeden geçemeyeceğim, beni affedin, Ramazan'ın da son akşamı zâten, Kadir Gecesi. Resulullah sallallahu aleyhi vesellem, Kabe'nin önünde bir zât görmüş, bir adam, öyle ağlıyor, o kadar ağlıyor, o kadar ağlıyor ki müdhiş sûretde fecâat içerisinde bir adam. Efendimiz gitdi, "Niye ağlıyorsun hacı? Hacı neye ağlıyorsun?" dedi. "Yâ Resûlallah bende bir hastalık var, bu hastalıkdan kendimi kurtaramıyorum, onun için ağlıyorum". "Canım nedir bu hastalık?". "Günah" demiş "bir günah". "O günah bu dünyâdan büyük değil ya, Allah'ın rahmeti genişdir" demiş. "Hayır, bu dünyâdan da büyük, gökden de büyük, yerden de büyük, yedi kat semâdan da büyük, öyle bir günah var bende. Biliyorum bunu ben" demiş. "Nedir bakayım senin günahın?". "Bir fukara gelse, bana el açsa, istese, koca bir mızrak geliyor, benim kalbime dayıyorlar, sanki o parayı verirsem yâhud fukarânın isteğini yerine getirirsem benim kalbime o mızrağı batırıyorlar" demiş, "onun için veremiyorum" demiş, "ateş geliyor kalbime". "O vakit ağla" demiş "ağla hacı ağla. Gözyaşların nehir olsa, etrafında ağaçlar bitse affın biraz güç olur" demiş, cennete geç gidersin" demiş. Îmândan dolayı cennet var da, en son gidecek. Geçiyoruz.
Hoca, "Hasbünallah ve nimel vekîl" diye oradan fırlamış, dışarı çıkmış. "He he he he, yoğurdu aldım ya" diye bağırıyor o meczûb.
O gece bir rüyâ. Biz rüyâsız olmayız. O gece bir rüyâ. Peygamberimize de rüyâ le başladı vahiy. Rüyâ-yı sâdıka ile. Bir rüyâ. Rüyâda hocaefendi açlıkdan ölüyor, barsakları kesiliyor. Fakat o kadar güzel bir mevkide ki, o ağaçlar, o nehirler, o altından, elmasdan, mücevherden yapılmış saraylar, ipekden kurulmuş haymeler filan böyle. Fakat hoca açlıkdan ölüyor. "Ulan burası neresi?" diyor hoca. Rüya bu ya. "Burası neresi?" derken bir adam zâhir olur karşıdan. "Aman birâder" demiş, "burası neresi yâhu?". "Burası cennet" demiş o zât. "Canım ne cenneti, belki cennet olmasına cennet ama biz Kur`ân'da okuduk, ve lahmi tayrin mimmâ yeştehûn ve hûrun 'îyn ke emsâli'l-lü'lü'il meknûn cezâen bimâ kânû ya'melûn", kebâblar var, kuşlar var, ne istersen Allah verecek, öyle söylüyor Kur`ân-ı Kerîm. Burası çok güzel ama ölüyorum açlıkdan ben, bana yiyecek bir şey yok mu?" demiş. "Valla hocaefendi" demiş, "herşey burada bulunur ama dünyâdan gönderirsen" demiş. "Hah hah hah, bulduk", "Nedir o?", "Yoğurt var burada" demiş, "buyrun. Bu yoğurdu ye". Hemen hoca yoğurda sarılmış, iftarda dalar gibi böyle. "Bir lokma da ekmek". "Hocaefendi bizde kusur yok, yoğurt göndermişsin, yoğurt buldun, ekmek de gönderseydin onu da bulacakdın" demiş.
Hoca uyanmış. Hemen karısına demiş," Kalk kalk" demiş, "O Arap Ali'yi bul, beni irşâd etdi bu iş" demiş. Kapıyı açmış, sarayın kapsını. Saray yapmış yani konağının kapısını, gelen giden fukarâ-yı müslimîne elinden geldiği kadar yardımda bulunmuş ve hânedân olmuş. Hem dünyâ saâdetine ermiş hem âhiretde makâm-ı ulyâya erişmiş.
Es-salâtü ve's-selâmü aleyke yâ Resûlallah. Es-salâtü ve's-selâmü aleyke yâ Habîballah. Es-salâtü ve's-selâmü aleyke yâ Seyyide'l-evvelîne ve'l-âhirîn. Allahümme zeyyin zevâhirenâ bi hidmetik ve bevâtınenâ bi marifetik ve kulûbenâ bi muhabbetik ve ervâhenâ bi muâvenetik ve esrârenâ bi müşâhedetik. Sübhâne rabbike rabbi'l-izzeti ammâ yasifûn ve selâmün ale'l-mürselîn ve âlihim ve'l-hamdü lillahi rabbi'l-âlemîn. Kabûl-i niyâz, el-Fâtiha!