27 Mart 2023 tarihinde yayınlanmıştır.
Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri bir Ramazan sohbetlerinde buyurdular ki :
Burada eskiden Ramazan'da buraya gelen bazı nekre adamlar varmış, Ramazanlık, kapının dışına çıkar burada kavgaya tutuşurlarmış. Ama nasıl kavga! Sanki birbirlerini öldürecekler. Bir taraf önlüyor ötekini, "Yapma yâhu, günahdır iftar vakti". Bu saldırıyor, bunu tutuyorlar, "Allah'dan kork biraz, kendine gel yâhu, günahdır yapma" filan. Derken top güm diye patladı mı ikisi kol kola girer Mâhir Bey'in lokantasına girerlermiş. Halk dışarda kalırmış hepsi. Ramazan'ın süsleri onlar. Ramazan'ın süsleri. Eski Ramazanlarda.
Ramazan'da iftara çağırırlardı, giderdin, iftarı yedikden sonra bir de diş kirası verirlerdi. Şimdi alıyorlar. Eskiden yemek yedirirler, bir de diş kirâsı verirlerdi fukarâya, fukarâ-yı müslimîne. O günün parasıyla dişe dokunur para verirlerdi yani. Sonra efendim bazı zenginlere, vükelâya onlara tesbih filan veriyorlar, Kur`ân-ı Kerîm, yazma Kur`ân, Delâil-i Şerîf.
Sultan Azîz'i Zeyneb Hanım çağırtmış. Demiş ki Zeyneb Hanım'a "Diş kirâsı verirsen gelirim" demiş. "Buyursunlar" demiş. O vakit de şimdiki fakültenin yerinde Zeyneb Hanım'ın konağı. Yandı, yandıkdan sonra, dediler ki, "İsmini Dârü'l-Fünûn koyun, parasını verelim" dediler. "Hayır, fakülte koyacağız" dedi bizimkiler, parayı alamadılar. Dârü'l-Fünûn koysalardı gene parayı veriyordu Mısır'daki vakıf. Mısır bizde o vakit. Şimdi Mısır onlarda, koçanı bizde. Sonra Sultan Abdülaziz cennetmekân...Büyük pâdişahdır o, Sultan Aziz. Sen bakma onun aleyhinde çok adam vardır ama onlar düşmanlarıdır onun, devletin düşmanları. Büyük pâdişah, Allah rahmet eylesin. Şehîd zâten. "Gelirim" demiş. "Eh gelirse biz de diş kirası veririz" demiş Zeyneb Hanım. Gelmiş pâdişah konağa, büyük ziyâfet verilmiş, pâdişaha ziyâfet verildikden sonra, Zeyneb Hanım kasasını açmış, ne kadar huliyyatı varsa, yani mücevherâtı, ne varsa, öyle tıngırı mıngırı değil, Osmanlı paşasının karısı o, altın bir tepsinin içine boşaltmış, incisini, zümrüdünü, prılantasını, tacını. Üzerine de bir Kur`ân-ı Kerîm. Tepsiyi öylece Sultan'ın önüne getirmişler. Sultan bir bakmış, "Bu Kur`ân-ı Kerîm bize kâfî geldi, diş kirâsı olarak" demiş ve yalnız Kur`ân'ı almış.
O Kur`ân-ı Kerîm kimin biliyor musun? Kazasker Mustafa İzzet Efendi'nin yazdığı Kur`ân-ı Kerîm. Zeyneb Hanım onu iki bin altuna yazdırmış. O mushaf döndü dolaşdı, ben kitapçı olduğum için, bana gelmesin mi! Evet, döndü dolaşdı bana geldi. O vakit kimse kıymet vermiyor, böyle yazma mushafmış, levhaymış filan. Yani bir adamın evinde yazma Kur`ân'ı varsa, evde yılan var gibi bir şey, kobra yılanı gibi korkunç bir şey, herkes getirip çarşıya satmağa çalışıyor filan. Öyle olur olmaz Kur`ân-ı Kerîmlere para vermiyorlar yani, yazma ama. İki bin Osmanlı altununa yazdırmış o Kur`ân-ı Kerîm'i Zeyneb Hanım. İki bin Osmanlı altunu. Yap hesâb bakayım bugünün parasıyla. Elli milyon mu yapıyor. O Kur`ân-ı Kerîm benim elime dört bin liraya bu kağıt parayla düşdü. Dört bin liraya aldım ben. Durdu, durdu, durdu, kimse alan olmadı. Hiç bir ferd alan olmadı. Sonra dört bin liraya avdetî Avukat Halil Bey vardı, avdetî, dönmelerden. Hızlı dönmüş, döndüğü yere gelmiş. Bazısı hıristiyanlıkdan döner, müslüman olur değil mi, hızlı dönerse döndüğü yere gelir sonra tekrardan. Neûzübillah. O aldı, dört bin liraya aldı benden. Ama ben medyûn-i şükrân oldum kendisine aldı diye. Çünkü bono ödeyeceğim, para yok, satamıyoruz da, kimse almıyor. Dört bin liraya verdik ona, aldı. Sonra o da onları ne yapdı biliyor musun? Halil Bey Topkapı Müzesi'ne hediye etdi. Şimdi orada Halil Bey köşesi var.
Bu sohbetlerin müdâvimlerinden Hâfız Âsım Bey, bir akşam önceki sohbetde yarıda kalan, ölüm ânında melekleri müşâhede eden gencin hikâyesini hatırlatınca, Efendi Hazretleri, "Anlatacağız kardeşim, çabuk çabuk olmaz öyle, ağır ağır anlatacağız" buyurdular. Âsım Bey, "Tam tatlı yerine gelmişdi de" deyince, "Orası tatlı yer değil, acı yerdir orası. Neûzübillah" buyurdular. Âsım Bey, "Melekleri ayağına getirdikden sonra tadı vardır onun" deyince, Efendi Hazretleri buyurdular ki :
İster gavur olsun, ister müslüman, ölüm ânında gene melek gelir. İnsan olmak münâsebetiyle kâfir de olsa Allah melek gönderir ona. İnsanlığın kıymeti, şerefi vardır. Gavur da olsa. Ebû Cehil'in rûhunu kabz etmeğe Allah melek göndermişdir. Peygamber'in en büyük düşmanıdır. Onun rûhunu kabz etmeğe Şeytan gelmez, gene Melekü'l-mevt gelir. İnsandır çünkü.
İnsanda büyük sır vardır. Ümmet-i Muhammed insanın sırrını çözdüğü vakitde adam olacaklar. İnsan sırrını çözememişler. İnsanı bilmezler bizimkiler. İnsan dediğimiz vakitde, iki elli, iki ayaklı, o insan değil. İnsan sırrı meselesi çok mühim. Müslümanlar ne vakit insanı Hacerü'l-Esved'den üstün tutarlar, o vakit adam olurlar. Kabetullah'da Hacerü'l-Esved'i öpeceğim diye, müslümanın göğsüne vurup yere yıkıyor herif, Hacerü'l-Esved'i öpeceğin diye. Hacerü'l-Esved insan için halk olunmuş ayol! Kabe insan için halk olunmuş. Cennet insan için halk olunmuş, Allah insan için halk etmiş cennneti. İnsanı halk etmese, cenneti niye yapsın Allah, kendi mi girip oturacak içinde. Münezzeh öyle şeylerden O. İnsana, kıymet insana. İnsanda çok büyük kıymet var. İnsan, insan, insan meselesi çok mühim. İnsan da ne? Elif-nun-sin-elif-nun değil insan. O remzi insanın. İnsan, insan, insan meselesi.
Cenâb-ı Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, oturuyormuş, ashâbıyla konuşuyorlarmış, arâbînin birisi kalkmış oradan fırlamış, sıkışmış adam, hemen câminin kenarına oturmuş, eteklerini kaldırmış. Hemen oradan birkaç sahabe koşmuşlar, öldürecekler o arâbîyi, câmiye hakâret etdi diye, mescid-i şerîfe, Allah'ın evine. Allah'ın evi değil, şeref vermek için verilen isim o, Allah câmide oturmaz. Allah ne Kabe'de, ne Kudüs'de, ne Mekke'de, ararsan kalbinde ara sen Allah'ı. Ne işin var, Kudüs'de, Mekke'de, Hac'da değildir diyor.
Oturdu oraya adam, eteklerini kaldırdı, koşdu sahabeden birkaç kişi. Hemen Cenâb-ı Peygamber men etdi onları, "Bırakın işini görsün. Adamı sakat edeceksiniz" dedi. Rahatlasın bir defa, çünkü yarıda kesersen eğer hasta olur adam. İdrarı da öyle, hastalık getirebilir insana, büyük gâiti de öyle. Şimdi câminin helâsı var, beş lira vermezsen sokmuyorlar, eskiden hayrâtdı câminin helâları filan. Şimdi parayla helâ.
Âsım Bey "Ama eskiden pislikden içeri girilmezdi, şimdi temiz hiç olmazsa" deyince Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Nerede temiz yâhu! Bir defa dar. Ben gitdim, giremedim içeri. Helâ parayla olmaz! Su parayla olmaz! Mısır'da su bedavadır, Londra'da su bedavadır. Terkos suyundan bahsediyorum yani anlaşılsın diye öyle söylüyorum. Temizlik meselesi bu çünkü, su meselesi, hayat bu. Su parayla olmaz! Helâ parayla olmaz! Yemek içmek de bedavaydı vaktiyle burada garîb gurabâya ama sonra o da kalkdı ortadan hamdolsun. Haydi o neyse, şöyle böyle ama su, su! Elini yüzünü yıkayacak adam, abdest alacak, tahâret yapacak, temizlenecek. Velev ki kâfir ola. Su kâfirden de men edilmez. Helâ parayla olmaz! Helâya girdik orada, dar, sıyırıp geçiyorsun böyle, pencereyi kapıyı filan sıyırıp geçiyorsun, temizliyorsun. Sıkışıyorsun içeride, ne içeri, ne dışarı, böyle daracık bir kapı. Oraya binlerce lira verdi bir beyinsiz şadırvan yapdırdı, kafası var beyni yok, gördün mü, hiç girilmiyor, daracık bir şey böyle. Acâib bir şey. Bir defa abdest alayım dedim, kafamı vurdum taşa. Acâib yapmışlar şadırvanı, git gör. Helâ dedin mi geniş olacak böyle. Mahreci geniş olacak etrâfa sıçratmasın diye.
Adamı öldürmek için kalkmışlar, Cenâb-ı Peygamber, "Durun! Bırakın, işini görsün" demiş. Adam görmüş işini, arınmış, temizlenmiş. Efendimiz o arâbîyi çağırmış, demiş, "Burası mesciddir, Allah'ın evi". Yani Allah'a izâfe kılınan yer ki kıymeti oradan geliyor. Dünyâ üzerinde her taraf ibâdete lâyıkdır. Hıristiyanların ve yahudilerin kilisede ve sinagogda ibâdet etmeleri lâzımdır, müslümanlar için her taraf câmidir, pislik olmamak şartıyla, her taraf câmidir. İzâfeten Allah'ın evi diyoruz câmilere ki kirli görmeyelim, abdestli girelim, dünyâ kelâmı konuşmayalım. Kapılara yazmışlar ne güzel bak, "neveytü'l-itikâf, itikâfa niyet etdim" diyerek girersen içeriye, konuşursan günah yazılmaz. Eğer bunu söylemezsen, içeride konuşursan böyle, bizim hâfız efendiler hep böyle konuşuyorlar, dır dır dır dır, konuşuyorlar, hep günahkâr olurlar. İçeri girerken, "neveytü'l-itikâf" diyecek, o vakit konuşursa günhakâr olmaz. Söylemezse, dünyâ kelâmı konuşanların ağzına âhiretde ateş koyarlar. Yâhud dilini ateşden makaslar keserler. "وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْاٰنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ ve izâ kuri'el-kur`ânu festemiû lehû ve ensitû lealleküm turhamûn". Kur`ân okunduğu vakitde, sükût ediniz, dinleyiniz, hürmet ediniz ki felah bulasınız, merhamet olunasınız. Neyse geçiyoruz. Çağırdı adamı, dedi ki, "Burası câmi, burada abdest bozulma, çiş edilmez. Burası köyün gibi değil senin".
O vakit câmi filan yok böyle, Peygamberimiz zamânında. Bunlar bidatdir bu câmiler, sofulara göre, yıkmak lâzım. Halı koymayacaksın altına, kum koyacaksın. Peygamber zamanında kum vardı. Beyinsiz herif!
"Buraya abdest yapılmaz, anladın mı evlâdım?". "Yâ Resûlallah ben bilmiyordum". Hah, öğren şimdi, bir daha yapma, haydi tamam". "Yapmam yâ Resûlalllah". Burada yellenilmez, konuşulmaz, alışveriş yapılmaz, büyük abdest filan yapılmaz, câmi burası.
Süleymaniye Câmisinden dışarı çıkdım, orada mahallenin zenginlerinden biri, zavallı müezzinin yakalamış yakasından, "Kedi câmiye girmiş, pislemiş, niye sokuyorsunuz kediyi câmiye!". Adamcağız da müezzin ne yapabilir, kediyle nasıl baş edebilir. Kedi giriveriyor içeri, insan görmüyor. Gitdim yanına, "Sen ne söylüyorsun be!" dedim, "Kedinin pisliğini adam temizler, alır atar" dedim, "Mihrâbı kirlettiler haberin yok, söylemiyorsun bir şey. Mihrâb kirlendi, kürsü kirlendi. Aptal adam! Kedinin pisliğinden ne olacak, temizlenir gider.
Sonra zamanlar geçmiş, Resûl-i Ekrem Kabetullah'a gitmiş, Kabe'yi tavâf ediyormuş, durmuş Kabe'nin önünde böyle, sahabeyi toplamış, "Bu Kabe'yi yıkan nedir?" demiş, "Birisi gelip yıksa bu Kabe'yi". Demişler, "Yâ Resûlallah bu Kabe'yi yıkan ya zâlimdir, ya kâfirdir". "Peki kim yapdı bu Kabe'yi?". "İbrâhim Peygamber yapdı". "Neden yapdı?". "Taşdan, toprakdan ördü". "وَاِذْ يَرْفَعُ اِبْرٰه۪يمُ الْقَوَاعِدَ مِنَ الْبَيْتِ وَاِسْمٰع۪يلُۜ رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّاۜ اِنَّكَ اَنْتَ السَّم۪يعُ الْعَل۪يمُ ve iz yerfe'u İbrâhîmü'l-kavâide mine'l-beyti ve İsmâîl, rabbenâ tekabbel minnâ inneke ente's-semîu'l-alîm". "Peki, İbrâhim'in yapdığı binâyı yıkan ya zâlimdir ya kâfirdir. Peki siz Allah'ın yaratdığı insanı câmide öldürecekdiniz, kim yapdı o adamı, kim halk etdi?". "Allah". "E peki İbrâhim'in yapdığı binâyı yıkmakdan korkuyorsunuz da Allah'ın yapdığını nasıl öldürüyorsunuz?".
İnsana kıymet verilecek, Resûl-i Ekrem öyle söyledi. Onun için demiş ki, ben beceremem Farsça ama biraz okuyalım bakalım :
Molla Câmi Hazretlerinin.
Nasreddin Hoca'ya sormuşlar, "Farsça bilir misin? demişler, "Bilirim" demiş. "Oku" demişler. "Kâfir soğan kat kat libas giyerest, mor menevşe boyuncağzın bükerest" demiş. "Hocaefendi bunun neresi Fârisî?" demişler, "Sonunda est var" demiş.
Diyor ki Molla Câmi, "Dil bedest âver ki hacc-ı ekberest", bir gönül yapmak, kırık bir gönülü yapmak, hacc-ı ekber yapmak gibidir. "Ez hezârân Kabe yek dil bihtereset", bir gönülü yapmak binlerce Kabe yapmakdan efdaldir. Yaaa! bir gönülü yapmak binlerce Kabe yapmakdan efdaldir. Neden? Zîrâ dil, nazargâh-ı ilâhiyye. "Kabe bünyâd-ı Halîl-i Azerest", Kabe Hazret-i Halîl'in binâsı.
"Halîl-i Azerest", Âzer Hazret-i İbrâhim'in babası değildir. Onu da kabûl etmem. İster Molla Câmi, ister Molla Amca, ne olursa olsun. Resûl-i Ekrem'in sülâlesi ark-ı tâhireyle gelmişdir. Yani kâfir yok arada. Âzer, İbrâhim'in babası olursa, o vakit Peygamber'in sülâlesine kâfir girmiş olur. Olmaz öyle şey! Âzer İbrâhim aleyhisselâmın amcasıdır. İbrâhim aleyhisselâmın babası Târıh'dır. Çünkü Allah men etdi, babası ölünce dedi ki, "Kâfirlere istiğfâr etme" dedi İbrâhim Peygamber'e. İbrâhim Peygamber duâ ediyor, "رَبَّنَا اغْفِرْ ل۪ي وَلِوَالِدَيَّ وَلِلْمُؤْمِن۪ينَ يَوْمَ يَقُومُ الْحِسَابُ۟Rabbenağfirlî ve li vâlideyye ve lil mü'minîne yevme yekûmü'l-hisâb" diyor. Demek ki babası mü'min, gösteriyor. "رَبَّنَا اغْفِرْ ل۪ي وَلِوَالِدَيَّ وَلِلْمُؤْمِن۪ينَ يَوْمَ يَقُومُ الْحِسَابُ۟Rabbenağfirlî ve li vâlideyye ve lil mü'minîne yevme yekûmü'l-hisâb" diyor. Yaa! Gösteriyor babasının mümin olduğunu. Sonra, Resûl-i Ekrem'in ceddi, "مِلَّةَ اَب۪يكُمْ اِبْرٰه۪يمَۜ millete ebîküm İbrâhim". O ark, tertemiz, tâhir olarak gelmiş, hiç araya putperest girmemişdir.
Ve salavâtda okuduğumuz Âl-i İbrahîm de, "Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli Muhammedin kemâ sallayte alâ İbrâhîme ve alâ âli seyyidina İbrâhim", Âl-i İbrâhim kimdir? Hazret-i İbrâhim aleyhisselamdan Cenâb-ı Peygamber'e gelinceye kadar Peygamberimizin dedeleridir. Âl-i İbrâhim'den murâd o sülâle çünkü. Hâlâ kalkmış diyor ki, "Ebû Tâlib îmânlı mı göçdü, îmânsız mı göçdü? Peygamberin dedesi gavur mu?" Estağfirullah ve etûbu ileyh. "Cenâb-ı Peygamber'in annesi babası îmân üzere mi göçdü, küfür üzere mi göçdü?". Ulan sen kendi anana babana baksana! Senin anan baban ne îmân üzere göçdü acaba! Kendin nasıl göçeceksin! Resûl-i Ekrem'in ebeveyni, cedleri küfür üzerine göçer mi! Öyle şey olmaz! Ebû Tâlib bile, Hazret-i Ebû Tâlib radıyallahu anhdır. Peygamber'in sevdiği adam, amcası. Peygamber'i sonuna kadar korumuş. Ve onun öldüğü gün, hüzün senesi koymuş Peygamber. Edeb bakımından sükût etmek lâzımdır, böyle bir şey olsa dahi, edeb bakımından hürmet göstermek lâzımdır.
İşte Resûl Ekrem böyle talîm etdi, dedi "Bak, siz İbrâhim'in yapdığı binâyı yıkana zâlim yâhud kâfir diyorsunuz ama câmide adam işedi diye onu öldürmeğe kalkdınız". Yanlışlıkla yapmış, kasden yapmamış, bilmiyor, câhil adam, öyleyse niye öldürmeye kalkıyorsun onu, öğreteceksin ona, "Gel kardeşim buraya, burası câmidir, burada böyle şey yapılmaz, topla kendini" diyeceksin.
Bir tânesi burada duvara bacağını kaldırmış işiyordu. Ben bekledim sonuna kadar. Şu bizim câminin duvarına, şuraya. Bacağını kaldırmış böyle işiyordu birisi. Sonra bitirdi. "Bitdi mi işin?" dedim. "Bitdi". "Burası neresi?". "Ne bileyim ben" dedi. "Oğlum sen kendini de bilmiyorsun zâten, yavrucuğum, ne olduğunu da bilmiyorsun sen" dedim. "Oğlum câmi burası yâhu!". "Yaa câmi mi bu be?". "Evet câmi, beğenemedin mi?". "Yok, ben bilmedim onu. Burada helâ bulamadım" dedi. "Kokusundan anlarsın, kokla, helânın kokusu aşağıdan yukarı geliyor". "En-nezâfetü mine'l-îmân", levha yazmışlar, levhada duruyor o, bizim ondan hiç nasîbimiz yok. Yalnız levhada var, "En-nezâfetü mine'l-îmân", levha yazmışlar. "En-necâsetü mine'ş-şeytân". Buraya kadar pisliğin içerisinde oturmuş, yukarıya bir levha asmış, "En-nezâfetü mine'l-îmân" diye. Allah muhâfaza buyursun.
Anlatalım değil mi şeyi. Ama geç oldu gene, lafa daldık. Sekizi on geçiyor. Bak iftara otuz beş dakîka var, sonra kalmayın burada, iftara yürüyün. Sonra top patlar, kalırsınız sokak ortasında. Kalan kalsın. Ben şaka yaparım filan, aldanırsın bana, sonra kalırsın ortada.
İnsana hürmet, insana hürmet. Ne vakit müslümanlar insana hürmet yapacaklar, o vakit adam olacaklar. Şarkın geri kalmasının sebeb-i illeti, insana hürmet yapmazlar, insana hürmet yokdur şarkda hiç. Hiç! Onun için Kur`ân-ı Kerîm'de Cenâb-ı Hakk hep gösteriyor, tarîf ediyor, yok ki kafa yok, sahabeye bile talîm ediyor hürmeti, "لَا تَرْفَعُٓوا اَصْوَاتَكُمْ فَوْقَ صَوْتِ النَّبِيِّ lâ terfeû esvâteküm fevka savti'n-nebiyy", sakın Peygamber'den ziyâde sesinizi kaldırmayınız, Resûl-i Ekrem'in huzûrunda. Bundan manâ ne demek? O Peygamber zamâmındaydı geldi geçdi, şimdi Peygamber'in vârisleri var, onlara hürmetkâr olunuz, onlardan ziyâde bağırmayın, onların karşısında hürmetli oturun, onu gösteriyor Allah, terbiyeyi gösteriyor bize, insana kıymeti öğretiyor. "Birbirinize çağırır gibi çağırmayınız!". Hele bâhusûs anneye babaya. Bir adam annesini ismiyle çağırsa, babasını ismiyle çağırsa, ameli habt olunur onun, bâtıl olur ameli. Anneciğim, babacığım diyecek. Ana demek de câiz olmaz. Anneciğim, babacığım diyeceksiniz, zillet kanatlarını önüne sereceksiniz diyor Allah. İslâm bu. Nezâket dînidir İslâm dîni. Biz bilmiyoruz ki. Bu dîn-i İslâm, karışmayalım Allah'ın işine, günaha giriyorum belki ama İngilizlere nasîb olmalıydı, Almanlara nasîb olmalıydı, bak ne olurdu. Bütün dünyâyı islâm ederlerdi.
Haydi biraz da oradan bahsedeyim, namazı kılıyorlar, "Nasıl oldunuz?" dedim, işleri aksıyor diye. Dediler ki, "Hayâtımız intizâma girdi" dediler. "Namaz insanı intizama sokuyor" dediler. Burun bakalım şimdi. Bir tânesi gelmiş bana buraya, dükkâna, oturdu. Kırk beş milyon insan varmış Türkiye'de, bu kırk beş milyon insan günde beş vakit namaz için bir saat kaybetseler, Türkiye günde kırk beş milyon saat kaybediyor. Nasıl hesap? Riyâziye çok kuvvetli. Ulan hakîkaten ben de şaşırdım, hesap çıkardı herif bana. Hesâbı yap. "Kırk beş milyon insan var" dedi, "beş vakit namazda bir saat kaybeder o günde" dedi. "Bir saat olur" dedi, "fazla yapar ama ben insaflı davranıyorum. Bir saat olunca, kırk beş milyon saat her gün Türkiye geri kalıyor" dedi. "Türkiye'nin geri kalmasının sebeb-i illeti o" dedi adam bana. "Bravo!" dedim. "Kalk, elini öpeceğim" dedim. "Hiç düşünemedik bunu biz şimdiye kadar. Allah Allah! Ne zekâ bu! Maşşallah. Tu tu tu tu. Ayol kırk beş milyon Türkiye câmiye mi giriyor da, sen bunu bana söylüyorsun. Şuraya câmiye gelen üç tâne tekâüd. Evden karısı kovuyor dışarıya, herif evi süpüreceğim çıksana dışarı diye. Kahveye gitse kahveci para ister. Kahveci para ister. Bir kahve içersin, oturursan olmaz, bir saat sonra gene geliyor kahveci, kahve getiriyor önüne koyuyor. Tekâüd parası orada gidecek, aldığı tekâüd maaşı. Ben en iyisi câmiye gideyim diyor, câmiye gidiyor. Câmide de imamla uğraşıyor zâten. Eski rütbeli günlerini hatırlıyor, imamla müezzinle uğraşıyor. Üç dört kişi, hayızdan nifasdan kesilmiş. Senin dediğin gibi olsa, böyle kırk beş milyon hepsi birden namaza dursalar, ben de bir çâre ararım" dedim. Durdu o da ama. Onu da ben susturdum. Verceek bir cevâb bulamayınca, "Ben filancayım!" dedi bana. "Ben de onbaşıyım" dedim. Vallahi billahi, bak yemin ediyorum, oruçluyum. Sonra ben ona bir şey anlatdım, pek hoşuna gitdi, "Ben bunu mektebde çocuklara anlatacağım" dedi. Pek hoşuna gitdi o, bir şey söyledim ona ben. Kırk beş milyon namaz kılıyormuş. Ulan Ramazan'da bile kimse yok câmide bırak sen eyyâm-ı sâireyi. Elhamdülillah câmi dolu ama lebâleb. Görenlere, görmeyene bir şey yok.
Merkez Efendi Hazretleri Sultan Selim Camisinde vaaz edermiş. Bunu bitirip kalkıyoruz şimdi. Laf lafı açar, laf tabakayı açarmış. Kimse yok, dinlemiyor kimse. Fakat Hazret-i Şeyh böyle gâyetle neşeli vaaz ediyor, güm güm vuruyor böyle kürsüye, kürsüyü dövüyor, yumrukluyor. Müezzin de kızarmış, "Bunak herif, câmide kimse yok, karşısında bir kişi var, o da uyuyor". Orada bir uyuyan var böyle. Başka kimse yok. Bir uyuyan, bir Efendi, bir de müezzin efendi. Müezzin Efendi kızıyor fenâ hâlde. Vaaz bitene kadar mecbûren câmide duruyor. Efendi vaazı bitirsin diye eline bir süpürge alıyor, gûyâ câmiyi temizliyor, habire toz kaldırıyor ki Efendi rahatsız olsun gitsin diye. Efendi Hazretlerinin hiç umurunda değil, o aynı şevkle vaaza devâm ediyor. Bir, üç, beş, her gün böyle. Müezzin efendi bir gün dayanamamış, demiş ki, "Efendi, câmide cemâat olsa kalalım hep beraber ama kimse yok. Bu herif burada uyuyor, bak ben bağırıyorum başını kaldırmıyor, uyuyor orada o. Sen de burada bangır bangır bağırıyorsun. Ben de burada ayakda sizi beklemek mecbûriyetinde kalıyorum. Allahını seversen buna bir nihâyet verelim" demiş. "Aman evlâdım câmi lebâleb dolu" demiş Hazret-i Şeyh. Bir nazar etmiş, gözünden perde ref olmuş müezzinin. Bir de bakmış câmi lebâleb dolu, cinnilerle, cinni müslümanlarla, meleklerle. Aşka, şevke gelmişler, Allah deyip kafalarını duvara vuruyorlar. Sonra Hazret gitmiş müezzinin kulağına, "Ulan köftehor!" demiş, "Sen bu makâma kırk senede eremezdin, inadından dolayı erdin" demiş.
Haydi, lillahi'l-Fâtiha!