16 Mart 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
Mürşid-i Azîzîm Muzaffer Efendi Hazretleri bir Ramazan sohbetlerinde buyurdular ki :
"Men sâme ramazâne vahtisâben gufire lehû mâ tekaddeme min zenbih". Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem buyurdu ki, "Bir kimse sevâbını Allah'dan ümîd ederek Ramazân orucunu tutarsa geçmiş günâhları affolur" diyor.
Ama kul hakkı düşmez. Şehîd dahî olsa bir adam, kul hakkı düşmez. Kimden aldınsa, kime vurdunsa götürüp yerli yerine vereceksin. Ancak denizde boğulursan, denizde şehîd olursa bir adam, o vakit kul hakkı sâkıt olur. Hem hukûkullah, hem kul hakkı. Yoksa karada şehîd oldu bir adam, şehîd oldu yani, i'lâ-yı kelimetullah için, gene hukûk-i ibâd düşmez üzerinden.
Hattâ Resûl-i Ekrem, bir muhârebede, zannediyorum Hayber Vakasında, bir adam şehîd oldu, sahabeden. Bakdı ona Peygamberimiz, "cehennemde" dedi. "Yâ Resûlallah, şehîd cehennemde mi?". "Evet" dedi. Zîrâ onun üzerinde emânet varmış, aba varmış, abasını vermemiş arkadaşının, üzerinde kalmış.
Zamânımızda herif çalıyor çırpıyor, geliyor câmide ağlıyor, "Aman yâ Rabbi, beni affet, günâhlarımı affet" diyor filan. Hakkını vermeyince olmaz! Yâhud çok Allah'a kendini sevdireceksin, Allah ceb-i hümâyûndan ödeyecek yani hazîne-i ilâhîden. Ve illâ fe lâ. Katiyyen kul hakkı sâkıt olmaz.
Vurdunsa yanağını uzatacaksın. Aldınsa vereceksin. Öyle. Yahudi telkin verdi, ben dinledim Yahudi'nin telkinini, hoşuma gitdi benim. Türkçe yapdı haham. Cenâzeye gitdim, cenâzede Yahudi telkin verdi, kabre gitdi. Kabrin başına gitdi haham. "Aldınsa verirsin, etdinse bulursun, şimde gelecek görürsün" dedi Yahudi oradan yürüdü. Bir de taş atdı geriye. Türkçe. Vallahi billahi, dinledim. "Aldınsa verirsin, etdinse bulursun, şimdi gelecek görürsün" dedi. Neyse o, öyle söyledi. Kim gelecekse, "şimdi gelecek görürsün" dedi, yürüdü, döndü geriye bir taş atdı mezarlığa doğru, yürüdü. Ben gitdim, seyretdim. Yaaa, telkin veriyorlar onlar da.
Bizde de telkîn veriyorlar ölüye. Halbuki, "lakkinû mevtâküm bi'ş-şehâdeteyni" hadîs-i şerîfi, kable'l-vefât, bade'l-vefât, ihtilaflıdır o. Bazıları demişler ki kable'l-vefât demişler. Yani ölmeden evvel telkînât verilecek kula.
Hâfız İsmâil Efendi, "Efendicim, ölü kabre konuldukdan sonra okunan bu üzkürü'l-ahdellezî haracte aleyhi mine'd-dünyâ, ne manâya geliyor?" diye sorunca Efendi Hazretleri buyurdular ki :
"Hatırla" diyor, "âlem-i ervâhdaki Allah'a verdiğin sözü". İşte diyor ya, "e lestü bi rabbiküm" hitâbı. "E lestü bi rabbiküm"de, "kâlû belâ" dedik ya işte onu hatırla diyor. Dünyâdan çıkdın şimdi diyor, aklın başına gelsin.
Halbuki yalnız ona değildir, bade'l-ölüm verilen telkîn meyyite değil yalnız, geride kalanlaradır o, sağ kalanlar, onlaradır o, ama anlayacak adam lâzım.
Hâfız İsmâil Efendi, "Hiç verilmese ne lâzım gelir Efendicim?" diye sorunca, Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Hiç verilmese tahzir lâzım gelir. Sünnete muhâlefetdir, müekked bir sünnetdir çünkü. Dövmek lâzım imamı, vermezse eğer. Tekidli sünnetdir o. Bak hadîs okudum sana ya, "lakkinû mevtâküm bi'ş-şehâdeteyni" diyor Peygamber, "Ölülerinize telkîn ediniz". Yalnız ihtilaf vardır, kable'l-vefât mı, bade'l-vefât mı, ölmeden evvel mi, öldükden sonra mı? Resûl-i Ekrem öldükden sonra yapmış bazısını. Meselâ oğlu Hazret-i İbrâhim aleyhisselâm öldüğü vakitde, Peygamberimizin oğlu vardı, İbrâhim aleyhisselâm, bizâtihî Peygamberimiz gitmiş, oğluna telkin vermiş. Ufak, altı yedi yaşında. "Yâ İbrâhim, melekler geldiği vakitde, Rabbim Allah, Peygamberim babam de" demiş, Yaa, öyle söylemiş. Hazret-i Ömer de şaşırmış, dedi, "Yâ Resûlallah, bu kadar çocuğa da soru var mı?", "Var" demiş Peygamberimiz. Buhârî-i Şerîf'de var. O gün de gün tutulmuş, gökyüzünde güneş kararmış, herkes demişler ki, "Peygamber'in çocuğu öldü, onun için güneş karardı" demişler. Resûl-i Ekrem duymuş bunu, "Hayır" demiş, "kimsenin ölümüyle güneş kararmaz" demiş Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem.
Hâfız Âsım Bey, "Efendim, Hazret-i Ömer, yandı Ömer diye bağırmış" deyince, Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Zâten hep Ömer bağırıyor yandı Ömer diye, biz hiç yanmıyoruz. Biz elimize almışız vesîkayı, cennete gireceğiz çünkü. O Ömer'ken, yandı Ömer diye bağırıyor. Ömer radıyallahu anh Hazretleri, aşere-i mübeşşereden. On kişi bunlar. Bunlar ne yaparsa yapsın, cennete girecekler. Yani süfliyyat yapmazlar ya, ne yaparlarsa yapsınlar cennete girecekler. Arkasından ehl-i Bedir var. Onlar da öyledir, mafüvvdür, Ehl-i Bedir de. On kişi bunlar. Ebûbekir, Ömer, Osman, Ali, Saad, Saîd, Abdurrahmân ibn Avf, Ubdeyd ibn Cerrah, Talha ve Zübeyr. Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn. On kişi, aşere-i mübeşşere. Böyle olduğu hâlde Hazret-i Ömer ağlıyor. Biz gülüyoruz, elimizde sened var cennete girmeye. Bizim bağırmamız lâzım, Ömer'in bağırması değil. Biz bağıracağız. Ama bizi bağırtmak için bir yerimizi ısırtmak lâzım kuvvetlice. Biri ısırmalı bir tarafımızı ki ciyak ciyak bağıralım.
Yaa, ufak çocuğa Efendimiz telkîn vermiş. Bazı zevât demişler ki, kable'l-vefât demişler, ölmeden evvel telkîn vermeli. Yaa, ölmeden evvel öleceksin, mûtû kable en temûtu. Yani tövbekâr olacaksın, elini eteğini dünyâdan çekeceksin, ehl-i dünyâdan ve dünyâdan yüz çevireceksin demişler. Bunun manâsı malı mülkü bırakmak manâsına değil, muhabbet olmayacak mala mülke, Allah'a Peygamber'e olacak.
Bir zât-ı muhterem geçiyormuş, dervîşleriyle berâber, bir imâm efendi de telkîn veriyormuş. İmam da benim gibi dümbelekmiş. (Estağfirullah). Mezarın kenârında, "üzkürü'l-ahdellezî haracte aleyhi mine'd-dünyâ" diye bağırınca, Hazret-i Şeyh gülmüş. Demişler, "Efendi, bu gülünecek bir şey değil, niye güldünüz?" demişler ihvânı. "Ölü" demiş, "ölü diriye telkîn veriyor" demiş, "ölü diriye" demiş. Çünkü ölen uyanık adammış, yani altdaki bulunan veliyyullahmış, imam efendi de zavallı benim gibi maaşlı imam. (Estağfirullah). Maaş için, maaşını alsın diye o, ne yapsın fukarâ, işte öyle geçiniyor. Benim gibiymiş yani, maaş için. Mevâşîden.
"Kaç kişi mevâşî var" diye yazmışlar Biga vâlisine. Biga vâlisi de kızıyormuş müftüye, Biga müftüsüne, cevâb yazmış, "Müftüden gayrı hepimiz mevâşîyiz" demiş. Mevâşî neye derler, bilir misin? Hayvana derler, dört ayaklı hayvana. Vâli mevâşîyi maaşlılar diye anlamış da müftüye kızıyormuş, müftünün maaşı artmasın diye cevâb yazmış, "Müftüden gayrı hepimiz mevâşîyiz" demiş, yazmış göndermiş pâdişaha.
Şimdi, kul hakkı düşmez. Biz şimdi oraya geleceğiz, davâ orada. Kul hakkı. Kul hakkı. Aldınsa vereceksin. Bir de aleyhinde konuşma meselesi var. Bunlar da hakdır. Meselâ ekseriyâbizim müslümanların yapdığı işdir, bir ahlaksızlıkdır bu, hepimiz yapıyoruz maalesef, hepimizde var bu hastalık. Adam çekişdirmek, adam eti yemek oluyor bu.
Hattâ bir gün Huzûr-i Risâlet'de, bir zât, isim vermeyeyim ben ki iyi olmuyor isim vermek, eskiden vâizken verirdim ismini, şimdi veremiyorum, korkuyorum isim vermeye. Bir kadın gelmiş Huzûr-ı Saâdet'e, uzun boyluymuş kadın, uzun boylu böyle. Efendimiz'e bir şey sormuş, sallallahu aleyhi veselleme, Ramazan'mış. Efendimiz ona cevâb vermiş. Sonra o gitmiş, orda bulunan bir hanım daha varmış, Efendimizin yanında. "Yâ Resûlallah, ne kadar uzun boylu kadın, değil mi?" demiş. "At ağzından! At ağzından! At ağzından!". Tükürmüş, bir et parçası. "Az kalsın yutacakdın, gidiyordu orucun, kadının etini yedin" demiş. "Ama ben doğrusunu konuşdum yâ Resûlallah, boyu uzundu" demiş. "İşte bu gıybet" demiş, adam çekişdirme. Olmayanı söylesen o bühtan o, iftirâ o. O daha berbad.
Gene bir kerre böyle bir şey olmuş. Cenâb-ı Peygamber, iki kişinin yanına, iki sahabenin yanına Selmân-ı Fârisî'yi vermiş, bir yere gidiyorlarmış. Cenâb-ı Peygamber iki zenginin yanına bir fukarâ verirmiş, onlar geçinsinler diye. Çünkü iki kişinin yemeği ile üç kişi doyar. Gidiyorlarmış, bir yere varmışlar. Ramazanmış, o iki sahabe sıcakdan fenâlaşmışlar. İkisi zengin, içlerinde fukara olan Selmân-ı Fârisî, hem de çok yaşlı. Selmân-ı Fârisî'ye demişler ki, "Yâ Selmân, Medîne yakın, git Resûl-i Ekrem'e, git sor gel, biz helâk olduk, öleceğiz, gideceğimiz yere varamayacağız, öleceğiz. Orucu açalım mı?". Selmân-ı Fârisî dönmüş Medîne'ye, gelmiş huzûra, "Yâ Resûlallah, o iki zât, oruçdan fenâ halde bunaldılar, orucu açalım mı diye soruyorlar" deyince, Efendimiz Selmân'a, "Onlar iftarı yapdılar" demiş. "Yâ Selmân, onlar iftarı senin etinle yapdılar, oruç açmaya hâcet kalmadı" demiş. Meğerse ikisi konuşurken demişler ki, "Selmân da gitdiği yerden gelmez" demişler. "Selmân'ın ayakları ağırdır, ağır gider" demişler.
Bir de bühtan var. Meselâ, Allah muhâfaza, senin aleyhinde, sende olmayan bir şeyi söylüyorum, sende olmayan fenâ bir şeyi, kötü bir sıfatı. Sende yok ama öyle bir sıfat. O, bühtan. Onun tövbesi daha ağır. Nerde konuşdum? Burda değil mi? Bu adamları bulup söyleyeceğim ben, diyeceğim ki, "Efendiler, ben Hâfız İsmâil Efendi hakkında böyle konuşdum. Ben yalancıyım, onda öyle bir ahlâk yokdur. Ben yalan söyledim, adama iftirâ etdim". Sonra gideceğim seni bulacağım, "İsmâilcim" diyeceğim, "ben senin aleyhinde böyle böyle konuşdum, sana iftirâ etdim, seni kimlere karaladımsa, onlara haber verdim. Şimdi hakkını bana helâl et" diyeceğim. Sen de bana hakkını helâl edeceksin. Sonra ben Cenâb-ı Hakk'a yöneleceğim, "Yâ Rabbi, rabbenâ zalemnâ enfüsenâ ve in lem tağfirlenâ ve terhamnâ le nekûnenne mine'l-hâsirîn" deyip ağlayacağım, sızlayacağım Allah'dan mağfiret dileyeceğim. Öyle kimseye söylemeden tövbe olmaz. Yevm-i kıyâmetde lap diye yakasına sarılır.
Hele iffet, nâmûs meselesi. Lu'ine'd-dünyâ ve'l-âhire, iffet meselesinde konuşulursa, dünyâ âhiretde Allah'ın lanetine uğrar. Gözüyle görse dahi söyleyemez, dört kişi görecek. Anlatamaz, söyleyemez. Ekseri bizim mahallelerimizde vardır, "Bu kadın iyi giyiniyor, herhalde bunun bir şeyi var galiba, hımm" filan diyen, mutlakâ lanete uğrar, Allah'ın lanetine uğrar. Erkek, giyinmiş, iyi giyiniyor filan, "Bunda bir şey var ki böyle iyi giyiniyor" diyerek arkasından haber yokken iffetiyle oynuyor, Allah'ın lanetine uğrar. Onun için çok adam var, câmide namaz kılıyor kılıyor kılıyor, kılmayanlara lafım yok, onlar ne yaparlarsa yapsınlar, kılıyor, alnı secdede delinse yarın yevm-i kıyâmetde paçayı kurtaramaz.
Onun için bak, görün, görün rüyâlarda, görüyoruz ölenleri, hep çirkin vaziyetde. Kim varsa göstersin bakalım bir tâne, "ben cennete gitdim" diyenlerden, haydi! Akrabâlarınızdan, bildiklerinizden. Şeyhinden tut, hocasına, imamına varasıya kadar, hepsi bir belâya mübtelâ olmuş âhiret âleminde bizimkiler, müslümanlardan. Yaaa! O zannediyor ki namaz kılmakla iş bitiyor. Öyle değil.
Bir takım mesûliyyetler var dünyâda insanlar için, çok mesûliyyet var. Bir takım böyle günahlar var. Onlar onu kaldırmaz. Meselâ ben senin yedi dirhem arpanı çalsam. Böyle açık konuşayım ben de, aslında câiz değildir böyle konuşmak ama anlatmak için böyle konuşacağım. Yedi dirhem arpanı çalsam ben senin, yarın yevm-i kıyâmetde bu yedi arpaya karşılık ne verilecek sana biliyor musun sana? İmam arkasında yedi yüz vakit namaz kılmışım, kabûl olmuş, bu yedi yüz vakit namaz sana verilecek, yedi arpaya. Hukûk-i ibâd bu kadar mühim mesele.
Hazret-i Ömer'i âlem-i ma'nâda görmüşler, yüzü sapsarı. Aşere-i Mübeşşere'den Hazret-i Ömer. Sormuşlar "Allah sana ne muâmele etdi?" demişler, "Daha şimdi yakayı kurtardım" demiş. "Neden?", "Bir hayvan yuları vardı, bir defa kopdu dikdirdim, bir daha kopdu dikdirdik, bir daha kopdu dikdirdik, bir daha kopunca, 'artık takmayın, kopuyor bu' dedim. Hakk Teâlâ buyurdu ki, 'O bir defa daha takılırdı hayvanın boynuna, niçin sen Ümmet-i Muhammed'in malını helâk etdin' diye onun hesâbını bana sordu" demiş. Vefâtından altı yedi ay sonra, yüzü sapsarı, Hazret-i Ali görmüş. Ömer gibi adam, âdil Ömer.
Var sen şimdi, "ben şuyum buyum" diye ortada dolaş. Öyle kolay iş değil. İşimiz, Allah'ın rahmetine, mağfiretine kalmışdır. Çok ağlamak, yalvarmak lâzım Cenâb-ı Hakk'a. Hani bazı adam, "Namaz kılıyorum, kurtulurum" diyor. Nereye kurtulacaksın namazla filan. Ne namaz, ne oruç, ne zekât, bunlarla bitmez, irfân lâzımdır. Ârif olmak, kemâl ermek lâzımdır. "Namaz kılma" demedim hâ! Sözümü yanlış anlama! Namazsız olmaz. İslâm'ın erkânıdır, rüknüdür, Peygamber'in gözünün nûrudur, mü'minin mi'râcıdır namaz. Namaz filan, onlar hep erkân-ı İslâm'dan, yapacaksın ama bunları imhâ etmeyeceksin.
Çünkü diyor ki Peygamber sallallahu aleyhi vesellem, sormuş ashâbına, "Müflis kim?" demiş. Meşhûr hadîslerden. "Müflis kim?" demiş. "Allah ve Resûlü bilir" demişler, "men lâ dirheme velâ metâ', malı mülkü olmayan" demişler Peygamber'e. "O dünya müflisi" demiş. "Müflis şuna derler. Savmıyla, haccıyla, zekâtıyla..."
Allah muhâfaza yâ Rabbi, Allah Yâ Rabbi, ağzımız oruçlu Yâ Rabbi, Habîbin Muhammed hürmetine, zât-ı ecell-i a'lân hürmetine, affet bizi Yâ Rabbi. Yani suçlarımız varsa hazîne-i ilâhiyyenden öde.
"Bir adam namazıyla, zekâtıyla, orucuyla gelir" diyor, "fakat ötekini çekişdirmiş, ötekini incitmiş, ötekine vurmuş, ötekine sövmüş, bütün bu hayır hasenât taksîm olunur, kıldığı namazlar, tutduğu oruçlar, verdiği zekâtlar, yapdığı haclar, hak sâhiblerine taksîm olunur. Yetişdi ne a'lâ. Yetişmedi. Hak sâhiblerinin günahları alınır, ona yükletilir. Ondan sonra cehenneme yüz üstüne atılır" diyor, "işte müflis derler ona" diyor Peygamberimiz. Bu hadîs, sahîh hadîslerden yani.
Bir de bakıyorsun, hiç korkduğu yok herîfin, kahkaha atıyor herif. Aman Allah. Bildiğin gibi değil, bildiğin gibi değil hâdise.
Hakîkati bilen bir mü'min, bir yeşil yaprağı koparamaz, yere tüküremez, duvara işeyemez, mü'min. Çünkü işediği vakit, orada bir şehîd yatıyordur, üstüne işer, suratına işer. Her taraf şehîd kanıyla yoğrulmuş buraları. Yüz yirmi bin şehîd vermişiz hendeklerin içerisine, İstanbul kalesi önünde. Altı sefer sarmışlar Osmanlılar burayı, İstanbul'u. Altıncısında nasîb olmuş, babamız girmiş, Fâtih Sultan Mehmed Han içeriye. Yaa, işeyemez yere. Çünkü mutlakâ bir şehîd var yerde. Tüküremez, mutlakâ bir şehîdin yüzüne tükürür. Bir ağacın dalını koparamaz, zikrullah yapıyor çünkü, Allah'ı zikrediyor. Bir şey yok ki Allah'ı zikr eylemeyen. Yeşil yaprağı koparamazsın, ağacı kesmek ne demekmiş! Çöp atacaksın câminin bahçesine hâ! Komşunun bahçesine, kapısının önüne. Kirâcının suyunu keseceksin, çıksın kirâcı diye, kirâsı az diye. Hacı Efendi suyunu kesmiş kirâcının, "Kirâyı artırmadı ben de suyunu kesdim Efendi" dedi, "günah mı yapdım sevap mı yapdım". "Çok iyi yapmışsın. Ramazan gününde çok iyi etmişsin, bayıldım" dedim "yapdığın işe". Suyunu kesmiş kirâcının da. Ulan suyu kesenden daha zâlim var mı alçak herif! Yezid'den ne farkın var senin, Hazret-i Hüseyn'i kesen, susuz bırakan Yezid'den ne farkın var!
Hâfız İsmâil Efendi, "Belediye de her gün kesiyor Efendicim" deyince, Efendi Hazretleri "Belediyeye sözümüz yok bizim, oraya karışmayız, onlar siyâsî şeyler" buyurdular.
İkâbe olunduğunuz gibi ikâbe ediniz. Sana bir tokat vurana bir tokat vurursun ama onun vurduğundan fazla vuramazsın. O ölçüyü de sen yapamazsan, zâlim olursun. Ölçüyü nasıl aynı yapacaksın, imkânı var mı onun? Yok. Sabretmen hayırlıdır.
Sormuş Ömer ibn Hattâb, kölelerine, "İçinizde hiç böyle bi gayrı hak kulağını çekdiğim, vurduğum kimse var mı?". "Var yâ emîre'l-mü'minîn, benim kulağımı çekdin" demiş kölenin birisi. "Gel buraya, çek kulağımı ama benim senin kulağını çekdiğimden ziyâde çekme sakın hâ, zâlim olursun" demiş. Yaaa!
Sonra bakarmış Hazret-i Ömer, kölelerinden kim namaz kılarsa onu âzâd edermiş. Hep köleler namaz kılarlarmış Hazret-i Ömer'i görünce. O da âzâd edermiş. "Yâ Ömer" demişler, "bunların namaz filan kıldığı yok, seni kafese koyuyorlar bunlar namazla". "Biliyorum" demiş, "ben Allah için yapıyorum, Allah için aldanıyorum, onun için bırakıyorum. Hakkıyla kılsalar canımı bile fedâ ederim onlara ben" demiş. Yaaa! "Biliyorum" demiş, "riyâ yapdıklarını. Riyâ yapdıkları için böyle koyveriyorum" demiş.
Şimdi, sen orucu mu seviyorsun, namazı mı? Oruç sevilir. Yenir çünkü.
Câmide cemâat yok. On milyon halk var İstanbul'da, on milyon! Yalan o, oraya bir levha asmışlar, yalan o. Dört milyon bilmem ne falan fıstık. Kafadan atma bir şey o. On milyon halk var İstanbul'da, on milyon! Fazlası da var. Bir ucu İzmit, bir ucu Tekirdağ, bir ucu Çorlu, bir ucu Akdeniz, bir ucu Karadeniz. İnsanla dolmuş her taraf. On milyon var. Câmide cemaat yok!
İstanbul 325 bin kişiydi, ben burada müezzindim, bu câmi-i şerîfde, 938'de. Altı milyon nüfûsu vardı Türkiye'nin yâhud on milyon. On milyon nüfûsumuz vardı. Altı milyondu ya, on milyon çıkardılardı o vakit filan. Neyse. Câmi buraya kadar doluyordu yâhu İkindi namazında. (Efendi Hazretleri sohbetlerini câminin cümle kapsının hemen yanındaki mahfilde yaparlardı, "buraya kadar dolardı" demeleri, câminin tâmemen dolduğunu ifâde etmek içindi).
Birisi, "O 325 binin de 200 bini ekalliyetdi" deyince Efendi Hazretleri, "Evet 200 bini ekalliyetdi, bravo, ceddine rahmet. Rumlar, Ermenisi, Yahudisi vardı. Yaaa! Câmi dolardı, burası, İkindi namazında.
Hep buraya oturanlar, hep büyük zevât-ı âlî-kadrin mütekâidleri. Hâkim mütekâidi, vâliler, vüzerâ, vükelâ burada otururlardı, buralarda. Tabii. Hep büyük adamlar gelir otururlardı buralarda, vüzerâ, vükelâ.
Birisi, "şimdi yazlıklarda oturuyorlar" deyince, Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Oturmuyorlar, orada da oturmuyorlar, Allah orada da rahat vermiyor, sivrisinek ordularını göndermiş bir tarafdan, bir tarafdan hamam böceklerini göndermiş, çâre bulamıyorlar hamam böceklerine.
Hicaz mollaları vardı. Şurada, bak şu şey var ya, müezzinlerin oturduğu yer, orada Ebululâ Mardin ile Necmeddin Molla otururdu, yerleri orası.
Hâfız Âsım Bey, "Esad yukarıda okurdu" deyince, Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Esad okumazdı, Emin Efendi okurdu. Sonra Esad, Esad çok sonra. Emin Efendi, Lâleli Câmisi imamı. Emin Efendi vardı, efendi bir adam. Hani böyle hürmetle anarım kendisini. O okurdu orada ondan dinlerdik. Esad çok sonra geldi.
Hâfız Âsım Bey, "Emin Efendi'nin bir kardeşi Vâlide'nin imamı değil mi?" deyince, Efendi Hazretleri buyurdular ki :
Emin Efendi'nin bir kardeşi Vâlide'de imamdı. Kendisi Lâleli'de imamdı. Sonra Ferhad Efendi vardı imam, Lâleli Câmisinde. Sonra efendime söyleyeyim, Necâti Efendi vardı. Bir imam Necâti Efendi, bir imam Emin Efendi'ydi. Necâti Efendi, pâdişah imamıydı. Tabii. Hünkâr imamıydı.
Hâfız İsmâil Efendi "Bir de Boşnak Mustafa Efendi varmış" deyince, Efendi Hazretleri buyurdular ki :
O Çemberlitaş'da, Atikali'de. Sonra Lâleli'ye verdiler onu. Hocaefendi, Allah rahmet eylesin, artık gıybet sayılmaz, maşallah çok iştahlıydı. Lâleli imâretine girer, iki su kovası makarna alır, pişdiği vakitde. İki kovayı böyle yanyana getirir. Ben gözümle gördüğüm için söylüyorum. İki eline iki kaşık alır. İki eline iki kaşık, böyle. (Efendi Hazretleri elleriyle kaşıkları nasıl tutduğunu tarif ediyorlar). Boyacı ayakkabı boyar gibi, böyle iki kova makarnayı yer hoca. Evet, Allah rahmet eylesin.
Hâfız Âsım Bey, "Ama o nisbetde cömertdi, sahî idi" deyince, Efendi Hazretleri buyurdular ki
Canım ben tamahkâr demedim yâhu! Hoşuma gitdi herifin yemesi. İştahlı adam yani bizim gibi değil. İnsan yedi mi öyle yemeli. İnsan yemek yediği vakitde ölmeli. Doymalı yani. Öldü mü doydu demekdir o. Kalkdı mı ayağa bir şeye yaramaz. Yüzükoyun yatacaksın yere, doymanın ölçüsü de bu, yüzükoyun yere yatacaksın, burnunun ucuyla ayağının ucu yere deymeyecek, göbeğin ucunda duracaksın, o vakit doydun demekdir. Ölçüsü bu.
Sonra, İmam Mustafa Efendi orada, ermeninin kayınvâlidesi için yirmi beş bin lira istemiş Ermeni Patrikhânesi, ermeni verememiş. Mustafa Efendi demiş, "Sen bırak onu" demiş, Allah rahmet eylesin, "Sen iki yüz kağıt ver, ben kaldırırım cenâzeyi" demiş ermeniye. İki yüz kağıdı almış, kocakarıyı kaldırdı, islâm mezarlığına gömdü. Yirmi beş bin lira istemiş ermeniler, cenâzeyi kaldırmak için. Bizim Mustafa Efendi Allah rahmet eylesin, götürdü, iki yüz liraya. Ama kadın müslüman olmuş, Lâilâheillallah Muhammedü'r-Resûlullah demiş. Şâhid getirdiler. İsmi Hagonoş. Resmî kayıt yok. İki yüz lirayla. "Ne papazlara para vereceksin ulan" demiş, "yirmi beş bin lira. Ne lüzum var" demiş, "imam beş kağıda ölüyü kaldırır" demiş, "ver sen beş kağıdı oradan". Ama beş lira çok para o vakit. Biz burada on dört lira kırk iki kuruş maaşla bir ay çalışıyorduk.
Ramazan'a bir hafta, on beş gün kaldı mı evkafa kağıt verilir, câminin ihtiyaçları bildirilir. Bayezid Câmisinin ihtiyâcı. Dinle! 500 süpürge, 500 süpürge sopası, 200 kova, 200 metre salaşpur, silmek için camları filan. Almaya gidiyoruz. İki tâne süpürge, iki sopa, yarım metre salaşpur, bir kova. Bazen bir kova alırsın, yoksa alamazsın, hava alırsın. Beş yüz tâne yazdın diye o kadar, öyle çıkarıyoruz ki bir tâne alalım diye. Kömrü vermezlerdi, kömürü cemâatin hayır sâhibleri verirdi, Allah râzı olsun. Cemaatden burada bir Eczâcı Mehmed Bey vardı, Allah rahmet eylesin, o zât-ı muhterem verirdi kömür parasını buraya.
Ben burada yatardım, kış yaz. Yatdığım yer burası. Bak bak, işte burası, burada, yatağım oradaydı. (Efendi Hazretleri, oturduğu mahfilin tam karşısında kalan müezzin mahfilinin altını göstermişlerdi)
Hâfız İsmâil Efendi, "Efendicim elektrik yokken neyle ışıklandırıyorlardı?" diye sorunca Efendi Hazretleri, "Kandille, yağ kandiliyle" buyurdular. "Zeytinyağı mı kullanılıyordu?" diye sorunca, "Hâlis zeytinyağı" buyurdular. "Pekala koku vesâire yapmaz mıydı?" deyince, "Yapmaz. Hayır" buyurdular. "Süleymaniye'de biliyoruz ne yapdığını ama" deyince, "Burada da var, delikler var" buyurdular ve ilâve etdiler, "Hâlis yağ. Bütün Ayvalık Vakıf'ındır, başdan aşağı. Yaaa!".