21 Ocak 2021 tarihinde yayınlanmıştır.
Muzaffer Efendi Hazretleri, her Ramazan'da Bayezid Câmi-i Şerîfinde İkindi namazından sonra okunan mukâbeleleri dinlerler, sonra da sohbete başlarlardı. Nice derslerle, ibretlerle ve hikmetlerle dolu tadına doyulmayan o sohbetlerinden birinde buyurdular ki :
Sultan Osman Han, daha Devlet-i Osmaniyye'yi kurmadan evvel, Şeyh Edebâlî Hazretlerini ziyârete gitmiş, o akşam şeyhin evinde misâfir kalmış, sonra yatsın diye bir oda hazırlamışlar, buyur demişler, o odaya sokmuşlar. Osman Han bakmış, duvarda Kur`ân-ı Kerîm asılıymış, onu görünce sabaha kadar Kur`ân'ın karşısında el pençe dîvân durmuş. Sonra sabahleyin kapısını çalmışlar, tak tak, "hadi namaza!" demişler. Osman Han, çıkmış, namaz kılmış. Dervîşin birisi yatağı kaldırmak için içeri girmiş, bakmış, yatak hiç bozulmamış. Anlaşılıyor ki Osman Han gece yatakda hiç yatmamış. Dervîş, şeyhe haber vermiş, "Osman Bey gece yatakda hiç yatmamış, gece hiç uyumamış" demiş. Şeyh Efendi Hazretleri Osman Bey'e sormuş, "Osman, yatakda bir kir ya da başka bir şey mi gördün de yatmadın?" demiş. Osman Bey, "Yok efendim, estağfirullah" demiş, "duvarda Kur`ân-ı Kerîm asılıydı, biz ceddimizden ve sülâlemizden böyle gördük, hiç bir zaman Kur`ân-ı Kerîm'in olduğu odada ayağımızı uzatıp yatamayız, babalarımız da böyle bizim, onun için biz böyle yatamayız, ondan" demiş.
Şeyh Efendi, "Peki öyleyse" demiş ve başka bir odaya yatak yaptırmış. Namazdan sonra yemek yemişler, "biraz istirahat et" demiş. İstirahate çekilmişler. Bir rüyâ görmüş. Rüyâsında, göğsünden bir ağaç çıkmış, çınar ağacı, tâ semâvâta uzanmış, sonra dallarını şarka ve garba uzatmış. Denizler, deryâlar, nehirler, göller, dağlar, ovalar, milletler, çeşit çeşit rengârenk insanlar, o ağacın gölgesine girmişler. Sonra kalkmış, acâib bir rüyâ. Şeyh Efendi ile buluşdukları vakit, "Efendim, namazdan sonra biraz yattım, bir ma'nâ gördüm". "Ne gördün?".
"Duvar üstünde bir karga, gak gak diye bağırdı". Öyle rüyâ olmaz, anlatılmaz öyle rüyâ. Hayâl o. Âlem-i misâl var, âlem-i hayâl var. Efendime söyleyeyim.
"Bir ağaç çıkdı göğsümden, semâya uzandı, dalları şarkı garbı kapattı. Çınar ağacı. Ağacın altında milletler, çeşit çeşit insanlar, elsine-i muhtelife, rengârenk insanlar, çeşmeler, dağlar, bayırlar, denizler, ummânlar filan. Böyle bir rüyâ gördüm, hayırdır inşallah" demiş. Şeyh Efendi, "Osman, kızımı alırsan, rüyânı tabîr ederim" demiş. Böyle yek tahtadan. Osman Bey, "Aman Efendim" demiş, "Siz kerîme-i muhteremenizi bize verdikden sonra, bizim ne haddimize, en büyük şeref bizim için" demiş. Öyleyse söyleyeyim Osman demiş, "Allah sana bir mülk verecek, üç kıtaya yayılacaksın, beş kıtaya da hükmün gidecek, yani ismin işitilecek, onun altında denizler, deryâlar, milletler, filan olacak, böyle bir devlet kuracaksın" demiş. Mâl Hatun'u vermiş, dervîşlerini de asker olarak Osman Bey'in yanına vermiş, işte Devlet-i Osmâniyye'yi kurmuşlar. Yedi yüz sene. Afrika, Asya, Avrupa, Avusturalya'ya kadar hükmü gitmiş, tâ Amerika'ya kadar hükmü gitmiş. Yedi asır, yedi yüz sene. Neden? Diyor ki işte, "Kur`ân'a yaptığın hürmetden dolayı Allahu Teâlâ seni bu makâma çıkardı" diyor.
Onun için Kur`ân-ı Kerîm okunurken konuşulmaz. Îcâb ederse, konuşmak îcâb eder ya, insanlık hâli, yavaşça söylemek lâzım. Har har har, gır gır gır gır, dır dır dır dır, zır zır zır zır konuşulmaz. Bak şunu söyleyeyim sana. Gelse buraya devlet reisi konuşmaya başlasa, sen burda konuşabilir misin? Soruyorum. Devlet reisi gelse şuraya dursa, şurda otursa, sen de burda otursan, mühim de işin olsa, konuşabilir misin?Kimseden ses gelmeyince Efendi Hazretleri, "Söyleyin yâhû, erkekçe konuşun" buyurdular. Bunun üzerine herkes "Hayır, konuşamayız" deyince buyurdular ki :
Niye konuşamıyorsun? O da senin cinsinden adam. Ne olmuş yani, eti kanı aynı insanoğlu o da bizim gibi, ne olmuş. Tabii konuşmayacaksın. Edeb meselesi. Senin âmirin, tabii edeb etmen lâzım. Bak, o bizim cinsimizden olduğu halde böyle, Allah'ın kelâmı okunurken konuşulur mu hiç! Allah konuşuyor hâfızın ağzından. Hâfız hâdis, Kur`ân kadîmdir. Kelâm-ı kadîm diyorsun ya. Kadîm nasıl olur da hâdisin ağzından zuhûr eder, çıkar? Cenâb-ı Hakk okur hâfızın ağzından Kur`ân'ı. Yaaa! Elfâzını halk eder, kelimâtını, elfâzını halk eder, Cenâb-ı Hakk okur Kur`ân'ı hâfızın ağzından. Bizimki tıt tır tır tır konuşuyor burda. Saymamak Kur`ân'ı. İşte Allah onun için zelîl etti bizi, sefîl etti, zelîl olduk. Çocuklarımız bizi dövdü. Kur`ân-ı Kerîm bu. Ha, mühim bir işin var, îcâb etti, kimseyi rahatsız etmeden, arkadaşının kulağına yavaşça söylersin, iki kelime filan. Mühim bir şey varsa. Tramvayın kaçacak, tayyaren kaçacak, gideceksin, onu söylemek lâzım filan, iki kelime, fısıltıyla "ben gidiyorum" dersin, o kadar.
Kur`ân'a ne kadar hürmet edersen o kadar yükselirsin. "Efendim, şerîat kitabında biz bunu görmedik de falan filan" diyerek bana müftülük yapma. Allah'ın kelâmına bir adam ne kadar hürmet ederse, Allah onu o kadar yükseltir, bitti! Bunun ruhsatı vardır, azîmeti vardır. Dâimâ azîmetle git. Âşıkpaşazâde târihinde diyor ki, okudum ben orda, "Bu Âl-i Osman ki bunların hasletleri takvâ idi, takvâ ile iş görürlerdi bunlar, şimdi işi dökdüler fetvâya" diyor. Âşıkpaşazâde Târihi'de, Bayezid Velî'nin zamânında yazılmışdır. Fâtih'in oğlu zamânında. "Bunların hasletleri takvâ idi, bunlar şimdi dökdüler işi fetvâya" diyor, "fetvâya dökdüler, korkarız ki Mülk-i Osmân yıkıla" diyor. Nitekim de Kanûnî'den sonra duralama devri başlıyor, ondan sonra gerileme devri, ondan sonra alçalma devri, ondan sonra çukura batma devri, böyle gidiyor. Bir türlü ııh. "Kitâbda görmedim" diyorsan, kitâbı da senin gibi benim gibi birisi yazmışdır, eksik bırakmışdır, Kur`ân değil ya bu. Ne olmuş. Edeb, edeb meselesi, edeb. İslâm demek edeb demek, âdâb demek, edeb demek.
Bak şurda daha namaz kılan bir müslümanın önünden geçilmyeceğini dahi bilmiyoruz. Ne kadar günahı var biliyor musun? O namaz kılan müslümanın ibâdeti, kırk sene devam etse, başka da yol olmasa, orda beklemekle mükellefsin. Yani günahının ne olduğunu bilsen geçmezsin, durursun orda. Ama namaz kılan müslüman da bilmiyor. Neden? O da ortada duruyor, halkın geçeceği yerde duruyor. O da kabak gibi ortada. Demiyor ki bir kenara durayım, bir sütrenin arkasına geçeyim. Yolun ortasına duruyor böyle. Bir çok halkın önünden geçmesine sebeb oluyor. Hangi birini anlatalım?
Dünya kelâmı câmide konuşulmaz. Câmiye girerken de itikâfa niyet ederek gireceksin ki o vakit dünya kelâmı konuşursan mesûl olmazsın. "Neveytü'l-itikâf" diyeceksin. Yâhud Türkçesini söyle, "İtikâfa niyet ettim" diye gir câmiye. Çünkü câmiye gelip dünyâ kelâmı konuşdun mu, sevâba gireceğim derken günaha girersin. Bir de günah olur bu sefer. Tersine.
Hani herifin biri şeyhin birine demiş, "Şeyh Efendi Hazretleri, ben ne yapayım ki, cehennemden kurtulayım, cennete gideyim" demiş. "Cennete gitmek istiyorsan, sen sakın ha câmiye gitme. İki şişe al, evine git, orda kafayı çek, otur evde" demiş. "Yat kalk, namaz da kılma, evinde otur" demiş. "Yâhu ben kime sordumsa, hepsi bana câmiye gel, cemâate git, namaz kıl, diyorlar, içki içme diyorlar. Sen bana şeytânî yol gösteriyorsun". "Yok" demiş "Evlâdım, o değil. Sen iyi düşünürsen söylediğim sözün sebebini bulacaksın" demiş. "Sen zâlim adamsın, câmiye gittin mi ötekinin berikinin canını yakarsın" demiş. Akrep çünkü, insan sûretinde akrep, diliyle sokuyor. "Sen akrepsin" demiş. Sûretâ insan hakîkatde akrep yâhud kobra yılanı. "Senin içinde bir kobra yılanı var, câmiye gittin mi ötekini berikini incitirsin. İmamla uğraşırsın, müezzinle uğraşırsın, cemaatle uğraşırsın, kalb kırarsın. Onun için gitmezsen, evde oturursun, Allah senin şerrinden herkesi mahfûz eyler, tek başına evinde oturursan" demiş. Sonra demiş, "İki rekat da namaz kıldın mı, kendini cennette zannediyorsun, herkesi gavur zannediyorsun, kendini müslüman zannediyorsun. Onun için kafayı çek ki, hiç olmazsa, 'Eyvah, ben ne halt karıştırdım' diye biraz ağlarsın, günah işledim diye, belki Allah seni affeder, cennete girersin" demiş. "Yoksa böyle gidersen cehenneme gidersin, felâket olur senin için "demiş. Yaa! Herkes câmiye çağrılmaz. Dün söylüyordum da, herkes nasıl oluyor diyor bana.
Şeytan, hani bir şeytan var ya, şeytan, milyonlarca insanı hacca çağırmışdır o. Hocalık yapmışdır, "hacca gelin, hacca gelin, hacca gelin, hacca gelin" diye hacca çağırmışdır. Milyonlarca insanı. Şeytan. Milyonlarc ainsanı sabahleyin namaza kaldırır şeytan. Aklın ermez öyle şeylere. Sen sopayı kırık görüyorsun. Kırık değil sopa. Durgun suya sopayı sokdun mu kırık görünür o, sopa kırık değildir, senin rüyetin bozukdur.
Allahu Sübhânehû ve Teâlâ Hazretlerinin emriyle, vaktâ ki İbrâhim Peygamber, Kabe'yi yapdı, Kabetullah'ı...
İyi dinle! Dün akşam söyledim, bak bana sormadınız siz. Çünkü dalga geçiyorsunuz, benim konuşduklarım da bedâvaya gidiyor. Çenem duracak konuşa konuşa.
Cenâb-ı Hakk Kabe'yi yapdırınca davet etdi, ervâha seslendi. "Gelin, beytimi tavâf edin" dedi. "Lebbeyyyyyk!" dediler. "Lebbeyk Allahümme Lebbeyk!" Bunlar Allah'ın çağırdıkları şimdi. Onlar dünyaya geldiler mi, hacca giderler, haclarını yaparlar ve orda ölürler onlar, gelmezler bu tarafa. Allah davetlileri orda kalır. Arkasından İbrâhim Halîlullah çağırdı, "Gelin Beytullah'ı tavaf edin" diye. Ona da "Lebbeyk Yâ İbrâhim" dediler. Onlar da giderler Kabetullah'a, haccederler, kötü ahlâklarını orda bırakırlar. Şeytana taş atıyoruz ya, yedi tâne taş. İnsanda yedi tâne kötü ahlâk var, Allah'ın sevmediği. Taş şeytanın kafasına gitmez, o taşlar, o yedi ahlâkı orda terk ettiğine remizdir. Ucub, kibir, riyâ, gadab, hased, hubb-i câh, hubb-i mâl. Sonra, "Lebbeyk" dediler onlar da gittiler hacca, yani İbrâhim Peygamber'in davetine icâbet edenler de hacca gittiler, kötü ahlâklarını attılar, iyi insan oldular, sâlih adam oldular, memleketlerine döndüler. Dünyanın her tarafından, yani Türkiye'ye mahsûs değil. Şeytan durur mu, o da çıktı ortaya, "Gelin Kabe'ye!", haydaaa, milyonlarca insan şeytanın davetiyle gitti, geldiler daha bombok oldular. İsimlerini hacı koydular, adam kandırmak için, kazıklamak için. İsmini hacı koydurdu herif, hacı efendi maşallah! Yâ hâcce'l-harameyn. Yâ sârike'l-cemeleyn. O da şeytanın çağırdıkları. Ahlâklarını bozdular, yani gitti oraya gittiği gibi geldi yâhud ggeldi azıttı yâhud ismini hacı koydurdu. İsmi hacı oldu onun. Şeytanın çağırdığıdır o. Yaa!
Cemaatden birisi, "Bıçak gitti, ustura geldi" deyince, Efendi Hazretleri, "Bıçak gitti ustura geldi. Zehir geliyor, zehir. Neûzübillah. Kör testere. Yaa!" buyurdular ve sohbetlerine şöyle devâm ettiler :
Şeytan bir velîye sabahleyin gelmiş, "Kalk, kalk, kalak namaz" demiş. Bir de kalkmış bakmış ki, on dakîka var güneşe. Hemen yakalamış şeytanı, "Gel bakayım buraya, sen beni niye kaldırdın namaza?" demiş. "Sen hayra adam çağırmazsın. Senin beni namaza kaldırmanın altında bir domuzluk var. Söyle bakayım" demiş. "Bırakmam seni "demiş, o vakit söylemiş. "Sen uyuyup kalacaktın" demiş, sonra uyanacaktın, sonra öyle ağlayacaktın ki, nâdim olacaktın ki, 'Aaahh! Nama zvakti gitti, eyvâh ben ne yaptım' diye ağlayacaktın. Vaktinde kıldığın namazdan o ağlayıp sızlamanla kıldığın namaz Allah'a daha sevgili olacaktı. O ecirden seni mahrûm bırakmak için kaldırdım" demiş. Allah şerrinden korusun.
Onun için böyle, iç tarafına değil, ters tarafına bakacaksın. "Aman namaz kıl, namaz kıl" der, namaz kılarken riyâ yaparsın, gösteriş yaparsın, gitti. Şeytanın çağırdığı namazdı o. Riyâ yaparsın. Mürâî. Allah'ın sevmediği şey. Mürâî. Namaz gösterirsin.
Hani demiş ki sahabeden birisi, "Yâ Resûlallah, ben namaz kılarken müşrikler gelip bakıyorlar, benim de hoşuma gidiyor" demiş, "onun için bol bol namaz kılıyorum" deyince, yaa, esteîzübillah, "قُلْ إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ مِّثْلُكُمْ يُوحَى إِلَيَّ أَنَّمَا إِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ فَمَن كَانَ يَرْجُو لِقَاء رَبِّهِ فَلْيَعْمَلْ عَمَلًا صَالِحًا وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّهِ أَحَدًا kul innemâ ene beşerün mislüküm yûhâ ileyye ennemâ ilâhüküm ilâhün vâhid, fe men kâne yercû likâe rabbihî fel ya'mel amelen sâlihan velâ yüşrik bi ibâdeti rabbihî ehadâ". Bu âyet nâzil olmuş. Yaa!
Efendi Hazretleri bu sırada saatine bakarak, "Söyleyin de, unutturmayın, dün akşam, az kalsın zor gidiyorduk. Yolda top patladı. Haber verin. Sekizde kalkalım. Kırk beş dakîka kalıyor ki hepimiz yetişiriz. Sekize çeyrek var" buyurdular ve sohbetlerine kadıkları yerden şöyle devâm ettiler :
Çünkü evvelâ gelir, söyleyelim hîlelerinden bir kaç tâne. Bir kere ben bunu cemaate söyledim de, şeytan geldi beni taşladı. Allah'a kasem ederim, bak oruçluyum. Ok attı benim üzerime. Bir ağacın arkasına gizlendim. Atıyor, çunn, benim saklandığım ağaca vuruyor oklar, sırayla böyle. Evvelâ gelir, "Sen genç adamsın, senin ne işin var camide, daha önünde uzun günler var, sonra namazını kazâ edersin, biraz dünyânın tadını çıkar, biraz dolaş, nefs-i emmârenin isteklerini, arzularını yerine getir. Dünyadan hiç zevk almayacak mısın" filan der. Ooo sen kulak asmazsın, fenâ halde ona bozulursun, "Bana bak" dersin, "Aklını başına topla, ölüm var" dersin. "Ölüm geldiği vakit ne gence bakıyor ne ihtiyara. Ne yapıyorsun bakayım". "Canım sonra kılarsın". "Ya ecel gelirse" dersin. Şeytandır bunu sana söyleyen. Baktı ordan kandıramadı, namaz kılarsın sen, hemen iç tarafa geçer, "ne güzel namaz kılıyorsun, senin gibi kılan yok hiç, maşallah, maşallah" diyerek koltuklarını kabartıyor şimdi. Yaa! "Sen kılıyorsun cennetliksin, kılmayanlar var, onlar cehenneme gidecek". Ordan devirir.
Böyle bir Ramazan günü, Hazret-i Abdülkâdir Geylânî gidiyormuş, çok sıcak hava Bağdad tarafında, giderken yolda, kendisi geri kalmış. Abdest mi tâzeleyecekdi Hazret, yoksa namaza mı durdu. Mürîdleri önden gidiyor. Birdenbire bir emir : "Eftiruuu eyyühe'l-âşıkûn", yani "iftar edin ey âşıklar" diye bir nidâ gelmiş. Herkes kırbaya sarılmış, su içmeğe. Hazret-i Abdülkâdir arkadan koşmuş, "Dur, dur, dur! Ulan şeytan o" demiş. "Allah cezânızı kaldırsın sizin". Dervişler, "Ama efendim emir geldi Allah tarafından" demişler. Cenâb-ı Hakk'ın emri harfle, sadâ ile olmaz. "Hayır emir filan değil, olur mu öyle şey, şeytân o" demiş Hazret. Hop şeytan zâhir olmuş. "Yâ Şeyh, bu emrin şeytânî olduğunu nerden bildiniz?" demiş. Cenâb-ı Pîr Efendimiz, "Bir defa, ben üç ilim bilirim" demiş. "Birisi tevhîd ilmi, birisi fıkıh ilmi, bir de tasavvuf bilirim" demiş. "Bir defa Cenâb-ı Hakk böyle cihetden seslenmez. Sen cihetden seslendin. İkincisi bir adam ölüm hâline gelmeyince orucunu bozamaz, ne zaman ki artık ölüyor, o vakit orucunu açabilir. Baksana bunlara, hepsi aslan gibi bunların". Sofrayı çıkarsalar hepsi hücûm edecek. Ölüm hâline gelen adam sofraya da el uzatamaz.
Hastahâneye gitdim, hastahâneye götürdü Niyâzi beni. Sabahleyin erkenden. Senin kafan hasta dedi, hastahâneye gitdik sabahleyin. Niyâzi götürdü hastahâneye. Bir de bakdım bir alay adam orda duruyor. Bir elinde oturak, bir elinde sidik şişesi. Ne oluyor bu? Kazurat muayenesine gelmişler, sabahın kör saaatinde. Allah Allah! Sonra yukarı çıkdık oturduk biraz. Doktor gelsin diye bekliyoruz. Doktor geldi, ben doktorun yanına girdim. Niyâzi de arkamdan girdi. "Bu kim?" dedi bana, dedim "Niyâzi Efendi bana hizmet edecek, ceketimi tutar benim filan". "Olmaz, o dışarı çıkacak" dedi. "O çıkamaz, ya ikimiz beraber çıkarız" dedim. "Peki ikiniz beraber çıkın öyleyse", "Eh olur çıkalım, nereye?", "Karşıda bir kadın var" dedi. "O kadına girin sorun o size direktif verecek" dedi. Karşıya kadına gitdik, o dedi, "Kan muayenesi, idrar muayenesi, kazurat muayenesi, kalb muayenesi, göz muayenesi, bilmemne muayenesi" filan. Eyvaaah! Her yere kuyruk olmuş böyle herkes. Ama çoğu hasta değil. Sopalık hasta. "Acaba hasta mıyım" diye gidenler. Sonra, dedim "Peki idrarı nerede muayene olacağız?". "Aşağı Gurabâ" dedi. Bir de bakdım orda birini gördüm. "Yâhu ben buraya yirmi sene evvel gelmişdim, on yedi sene evvel mi ne, sen burdaydın, elinde şişeyle, gene devam ediyor musun?", "Ediyorum", Eyvah! "Niyâzi arabayı tut sen bana. Tut tut tut arabayı. Haydi, yürü, dışarı. Sen devam et oğlum" dedim.
Şimdi, Hazret-i Şeyh demiş ki, Allahu Teâlâ'nın hitâbı cihetden olmaz. İki, bu şekilde cisim olmaz. Üç, ölüm hâline gelmeyince bir adam orucunu bozamaz. Bunların hepsi sağlamlar" demiş. Şeytan, "Mâşallah, mâşallah, mâşallah! Mâşallah Efendim, ne kadar âlimsiniz, ne kadar fâdılsınız" demiş. "Sus kâfir!" demiş, "Beni ilmime mi mağrûr edeceksin" demiş. "İlim menfaat verseydi sana verirdi" demiş. "Cehennem ol!"demiş. Şeytan, hâib u hâsir gitmiş.
İyilik yapmaya da gelmez Şeytan'a. Çünkü herkese Fâtiha okunmaz. Meselâ bazı adam var, ben mezarlığa giderim, oraya çıkarım, "Heeeyt" diye bağırırım. "Ne bu Efendi?", Fâtiha okuyoruz, "Nasıl Fâtiha bu?", Pezevenk bundan anlar. Bir sâlih müslüman için üç İhlas bir Fâtiha okuruz, o ondan anlar. Sarhoş adam Fâtiha'dan ne anlar. Bağıracaksın ona, nara atacaksın. Orda birisi var, Süleymâniye avlusunda, gitdiğim vakit bazen ona böyle Fâtiha okuyorum. Şevket Bey gördü, "Hocaefendi n'apıyorsun?" dedi. Dedim, "Fâtiha okuyorum". Utanmaz kerhanacı gelmiş oraya yatmış. İstiâze et. Eûzübillahimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm.
Bekrî Mustafa, Samatya kilisesine gitmiş. Her resmin önünde bir mum yanıyor. Mum yakıyor hıristiyanlar, malum ya, resimlerin önüne mum yakıyorlar. Dolaşırken dolaşırken böyle işte, "Bu kim?", "Hazret-i Yakûb aleyhisselâm, ağlıyor, elinde mendili". "Ya bu kim?", "Yûsuf Peygamber, kuyudan çıkarılıyor". Peygamber resimleri var böyle. "Peki bu sakallı kim, yaşlı, beli bükülmüş", "Allah". Beyaz sakallı böyle beli bükülmüş. "Bu Îsâ Peygamber, bu Meryem, kucağında Îsâ Nebî". Kapının arkasına gelmişler, karanlık bir yerde bir resim, "Bu ne?, "Şeytan", "Buna niye mum yakmıyorsunuz" demiş papaza. Papaza, "Aman efendim, bu cenâbete mum yanar mı?" demiş. Bekrî Mustafa, "Şu parayı al, bu pezevenge her gün mum yak, ben yakacağım bunun mumunu" demiş. Papaz Şeytan'ın önüne mumu yakmış. "Her gün için para vereceğim, bir ay Şeytan'a mum yakacaksın" demiş. "Nasıl ki Îsâ'ya, Mûsâ'ya yakıyorsun mumu". O gece gelmiş Şeytan, "Kalk Bekrî" demiş. "Sen kimsin be?", "Ben Şeytanım demiş. "Ne arıyorsun?", "Sen bana iyilik etdin yâhu, resmime mum yakdırdın, bütün ay mum yakacaklar benim resmime. Şimdiye kadar bana kimse mum yakmadı böyle, sen yakdın, sana bir iyilik edeceğim ben". "Ne yapacaksın?", "Seni zengin edeceğim" demiş, "Nereden bulacaksın parayı", "Sen karışma, gel benimle beraber" demiş Şeytan, gelmişler buraya, Kapalıçarşı'ya. Şeytan çarşının üstüne bir kemend atmış, çıkmış yukarıya, demiş, "Sar beline", Bekrî sarmış, Şeytan Bekrî'yi yukarıya çekmiş. Kubbelerden atlaya atalya bedestana gitmişler. Bedestanın penceresini açmış, altın bedestanı, cevâhir bedestanı, "Haydi aşağı in, ne kadar bulursan paraları mücevherleri al" demiş. Bekrî dört köşe olmuş, aşağı inmiş, ordan doldur burdan doldur derken, "Fırrrr, ula hırkız vaaar! Yakalayın kerhanacıyı!" filan, bekçiler koşmuşlar. "Bekrî, çek geliyorlar" demiş. Çekmiş yukarı ama, bekçi gelmiş Bekrî'nin bacağına yapışmış. Bekrî ortada böyle, "Yâhu bacağıma yapışdı bekçi bırakmıyor" diye seslenmiş Şeytan'a. "İşe yüzüne" demiş Şeytan. Bekrî işemiş, "Bırakmıyor". "Büyüğünü yap" demiş Şeytan. Büyüğünü yaparken, suratına bir tokat, bir de gözünü açmış, karısı, "Allah cezânı versin herif! Yatağı idrarla kirletdin yetmedi, bir de şimdi gâitini yapıyorsun, gözü kor olasıca herif seni!" demsin mi! "Vay nâmussuz" demiş Bekri, ordan kalkdığı gibi, doğru kiliseye, "Söndür pezevengin mumunu!" demiş.Efendi Hazretleri hikâyeyi bitirince, hâfız efendilerden birine dönüp, "Ve'l-asriyi oku sonra kalkalım" buyurdular. O hâfız efendi Sûre-i Asr'ı okudukdan sonra da, şu duâ ile sohbete hitâm verdiler :
Afv-ı taksîrât, mahv-ı seyyiât, husûl-i murâdât, def'-i beliyyât, kabûl-i hâcât, kabûl-i duâ, kabûl-i niyâz, hayırlar fethi için, şerler def'i için, rızâen lillah ve rızâ-yı Resûlillah, âşıklara vuslat, el-Fâtiha!