Bayezid Câmiinde Sohbet - 29 Haziran 1984

1 Mayıs 2022 tarihinde yayınlanmıştır.

Namaz

Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri, âdetleri olduğu vechile, her Ramazan-ı Şerîf'de Bayezid Câmi-i Şerîfinde ikindi namazından sonra okunan mukâbeleleri dinlerler, mukâbeleler bitdikten sonra da sohbet ederlerdi. Bu sohbetler çoğu zaman iftara on-on beş dakika kalana kadar devâm ederdi. Bu sohbet, 1984 senesinin Ramazân-ı Şerîfinin son gününde yapılmış olup, Efendi Hazretlerinin son Ramazan sohbetidir.

Yâ Rabbi. Okunan aşr-ı şerîfleri, Kur`ân-ı Mübîn'i ve salavât-ı şerîfeleri dergâh-ı mecd-i ulûhiyyetinde "fe tekabbelehâ rabbuhâ bi kabûlin hasen" sırrına mazhar eyle. Hâsıl olan ecr ü sevâbı, evvelen ve bizzât, hâce-i kâinât, hulâsa-i mevcûdât, Fahr-i risâlet Efendimiz Hazretlerinin ravza-yı ıtırnâk-i Muhammediyyelerine hediyye etmek cür'etinde bulunduk. Rabbim sen îsâl eyleyüp, Seyyidü'l-Enâm'ı cümlemizden hoşnûd ve râzı, âlem-i dünyâda ziyâretine, âlem-i ma'nâda gül cemâlinin müşâhedesine, âlem-i âhiretde şefâ'at-i uzmâsına bizleri nâil eyle yâ Rabbi. Resûl-i Ekrem Efendimizden Hazret-i İbrâhîm'e kadar giden âl-i İbrâhîm'in de rûhlarını haberdâr eyle yâ Rabbi.

Hâssaten ebeveyn-i Resûlullah, Cenâb-ı Hazret-i Abdullah ve Cenâb-ı Hazret-i Âmine radıyallahu anhümâ Efendilerimizin rûhlarına vâsıl eyle yâ Rabbi. Ve cemî' enbiyâ aleyhimüsselâmın dahî rûhlarına vâsıl eyle yâ Rabbi. Hâssaten Hamse-i Âl-i Abâ, Aşere-i Pür-vefâ, Ashâb-ı Suffe, Ashâb-ı Bedr, Ashâb-ı Uhud, Ashâb-ı Hendek ve Şühedâ-yı Kerbelâ ve sâir ashâb u ensâr, tâbiîn, tebe-i tâbiîn, ecille-i dîn-i mübîn, eimme-i isnâaşer, ondört ma'sûm-i pâk, eimme-i erbaa, kutbü'l-aktâb, bâhusûs hayru't-tâbiîn Üveys el-Karanî, Reîsü't-tâbîîn Hasen el-Basrî, Habîb-i Acemî, Dâvûd-i Tâî, Ma'rûf-i Kerhî, Süreyr-i Sakatî, Cüneyd-i Bağdâdî, Bâzullahi'l-eşheb Cenab-ı Abdülkâdir, Seyyidinâ Ahmed el-Bedevî, Ahmed er-Rıfâî, İbrâhîm el-Düssûkî, Hasen el-Şâzelî, Sa'deddîn el-Cibâvî, Ebu Medyen el-Mağribî, Muhyiddîn İbn Arabî, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Hacı Hünkâr Velî, Muhammed Bahâeddîn Nakşbendî, Şeyh Şa'bân-ı Velî, İbrâhîm Gülşenî, Hacı Bayrâm Velî, Sünbül Sinân Velî, Azîz Mahmûd Hüdâyi, Seyyid Yahyâ Şirvânî, Pîr Muhammed Molla Erzincânî, Seyyid Ömer el-Halvetî ve cemî' turuk-i şettâ-yı seniyye-i halvetiyyândan ve sâir turuk-i aliyyeden güzerân eden meşâyih-i azîzân, fukarâ-yı dervîşân,  âşıkân, nâşidan, sancaktarân, bâcıyân, ashâb-ı birr  ü ihsânın rûhlarına vâsıl eyle yâ Rabbi.

Hâssaten, ulemâ-yı Osmâniyyenin ve ulemâ-yı İslâmiyyenin rûhlarını haberdâr eyle yâ Rabbi. Huffâz-ı kirâmın rûhlarını haberdâr eyle yâ Rabbi. Hattâtîn, sarfiyyûn, nahfiyyûn ve cemî' müctehîdînin dahî rûhlarını haberdâr eyle yâ Rabbi. Bu beldenin fâtihi Ebu'l-Feth ve'l-megâzî Sultân Muhammed Hân aleyhi rahmeti ve'l-gufrân ve feth için cânlarını kânlarını esirgemeyen şehîdlerin ve gâzîlerin rûhlarını da haberdâr eyle yâ Rabbi. Hassaten, bu câmi-i lâmînin bânîsi Bayezid-i Sânî Hân'ın ve bu câmiden güzerân eden meşâyih-i azîzân, fukarâ-yı dervîşân ve bilcümle eimme, hutebâ, müezzinîn, kayyûmîn, vâizîn, ferrâşîn ve bu kubbe altında bir kerre Allah diyen ve zât-ı ulûhiyyetine secde eden bilcümle ehl-i tevhîdin rûhlarını haberdâr eyle yâ Rabbi.

Bizler de onların hâli ile hâllendikde sekerât-ı mevtimizi âsân, son kelâmımızı Kelime-i Tevhîd ve Kur`ân-ı Mecîd eyle yâ Rabbi. Âkıbetimizi hayr eyle yâ Rabbi. El-vedâ el-firâk diyen Ramazân-ı mağfiret-nişânı cümlemize şefî' eyle, şikâyetinden eyle yâ Rabbi. Hulûlü ile müşerref olduğumuz ıyd-i sa'îd-i mübâreki cümlemiz hakkında müteyemmin ü mübârek eyle yâ Rabbi. Duâlarımız kabûl eyle yâ Rabbi. Fâtiha.

Bu akşam ehemm-i mühimm gecelerden bir gecedir. Bilmezler bizim müslümanlar. Kadir Gecesini bilir bayram gecesini bilmez. Bir çok ahmak herif vardır, bu akşam gider içki içer, bayram gecesi, Ramazan bitdi diye. 

Halbuki Hazret-i Hasen, Hazret-i Hasen...Haaa Hasen deyince aklıma bir şey geldi, bir hikâye.

Benim bir hocam vardı, Allah rahmet eylesin, Alasonyalıydı kendisi. Ondan da ders okudum ben, Alasonyalı Cemal Efendi'den. Ondan da ders okudum ben. O vakit Alasonya bizde, Yunanistan filan. Düne kadar bizdeydi, altmış sene evveline kadar. Hürriyetçiler kaybetdiler hepsini. İttihad Terrakkîciler filan. Tâ Kânûnî Sultan Süleyman zamânından Sultan Abdülhamid Hân zamanına kadar arazilerimiz yüzde on eksilmişdi. Kânûnî zamanındaki arazimiz, Sultan Hamid zamanına kadar yüzde on eksilmişdi. Batum'da bizdeydi, Romanya'da bizdeydi, Kuveyt de bizdeydi, Mûsul da bizdeydi, Libya da bizdeydi, Fas, Tunus, Cezayir de bizdeydi, Mısır da bizdeydi, Cezîretü'l-Arab da bizdeydi, her taraf bizdeydi. Altmış-yetmiş sene evveline kadar. O İttihadçılar yok mu o hürriyetçi İttihadçılar, gözü kör olasıca, Rumeli'den hürriyeti buraya getirdiler de Rumeli'de hürriyet kalmadı, gitdi, gavurun eline geçdi.

Hocam diyor ki, "O vakit Selânik'e iniyoruz" diyor. "Burdan vapurla Selânik'e gidiyoruz" diyor, Selânik. 

Selânik İstanbul'un anahtarıdır. İstanbul'u fethetmek isteyen evvelâ Selânik'i alır, sonra İstanbul'u alır arkasından. Unutma bunu, kafaya koy. Rumeli'nin anahtarı Belgrad'dır. Vaktiyle babalarımız "Kâfir Belgrad'a giremez" diyorlarmış. "Belgrad'a gavur gelemez" diyorlarmış babalarımız. Belgrad'ı alınca kâfir, Rumeli'yi aldılar. Çünkü anahtarı orası, kilidi orası. İstanbul'un kilidi de Selânik'dir. Zâten hazırlandı. Merkez-i hükûmet Ankara olmak münâsebetiyle buraya gavur girerse çıkmaz bir daha. Hukûk-i düvele göre bir milletin başşehri zabtolunmaz, o milletden isterse bir ferd hayatda kalsın. Tek bir ferd hayatda kaldı mı, tek Türk dünyada kalsa, dünyâ yüzünde bir Türk, o memleketin başşehri zabtolunmaz. Ankara'yı alamazlar. Ama burdan gitdik şimdi biz, çıkdık buradan, başşehri Ankara'ya götürdük, buraya gavur girerse çıkmaz. O vakit gavur buradan çıkdı, biz gavuru çıkarmadık, burası başşehir diye çıkdılar İstanbul'dan. Câmiler filan kurtardı İstanbul'u. Tapu çünkü, tapusu. Hangi milletin âsârı çok diye bakdılar bizim câmileri filan gördüler, buradan öyle çıkdılar. 

"Selânik'e iniyoruz vapurla" diyor, "vapurla Selânik", şimdi bu Yunan'da, Selânik. O vakit Türklerdeydi Selânik. Atatürk de Selânik'li. Evi var Atatürk'ün Selânik'de. Gitdim ben ziyâret etdim. Selânik'e gitdim ben. Sonra Kavala'ya da gitdim. Kavala'ya gitdim, Mehmed Ali Paşa'nın evini ziyâret etdim. Bir de kahve içdim, yarıda kaldı kahve. Kahvenin yarısını içdim yarısı kaldı orada. Hâlâ aklım orada, Kavala'da.

 

Birisi, "Niye Efendim" deyince Efendi Hazretleri, "Anlatayım. Hem laf bende çok, hem vakit de geçsin zâten" buyurdular ve o hâtırasını şöyle anlatdılar :

Dediler ki yarım saat burada duracağız dediler, mola vereceğiz, kahve için filan dediler. Peki dedik biz, durduk Kavala'da. Otel'e girdik, yap bir kahve. Aman ne güzel bir kahve. Bizim kahvecilerin kahvesine benzemiyor. Bizimkiler içine karbonat karıştırıyorlar mutlaka. Ulan kör olasınca karıştırma şu boku, ne karıştırıyorsun içine. 

Köpeğe demişler ki, "bok yeme!" demişler. Arslan demiş ki, çağırmış köpeği, "bok yeme!" demiş, "Ayıpdır, utanmaz herif!" demiş. Köpek, "Peki, yemiyim" demiş. Giderken dönmüş, "Bir şey sorabilir miyim?", "Nedir o?", "Temiz taşın üzerine yaparlarsa gene yemiyim mi?" demiş. Yapacak ille, bir bok yiyecek ille. Yapma ulan, sokma şunu içerisine.

Güzel bir kahve yapmış adamlar. Meselâ ben turist olsam Yunanistan'a giderim, Türkiye'ye gelmem. Helâsı yok buranın. İşeyecek yer yok. Orada öyle değil. Yunanistan'a giderim. Meselâ kahveye gidip oturuyorsun değil mi Yunanistan'da, hemen kahveci geliyor, elinde suyla geliyor, su getiriyor evvelâ, sonra "Ne içeceksiniz?" diyor. Evvelâ su geliyor. Bizim burada su dedin mi herifin suratı asılıyor böyle, zurna asılıyor böyle, su istedin diye. Yaa, gidiyorsun, ama nereye gidersen git, hangi kahveye gidersen git, gitdin oturdun mu su geliyor evvelâ, buz gibi su. Sonra kahve diyorsun yâhud çay istiyorsun. Evvelâ su getirirler, evvelâ su. Bizim burada su yok. Su vermez. Çünkü Yezid var burada. Hazret-i Hüseyin düşmanı var, Yezid vermez suyu, vermez. Hâin oğlu hâin. Köpek. Hacı bile öyle. "Kiracının suyunu kesdim" diyor, "çıksın diye pezevenk dışarı". Yezid'e bak. Ulan su kesilir mi! Hacı Efendiymiş bu, hac yapmış. Kör olasıca seni.

Deve hacı olmaz gitmek ile Mekke'ye
Eşek dervîş olmaz taş çekmekle tekkeye
Taş çekmiş eşek dervîş olur mu tekkeye? Olmaz. O da Mekke'ye deve gibi gitmiş gelmiş. Ne olacak o adam olmadıkdan sonra. Yazık paralar gitdi bedavaya, yazık oldu paralara adam olmadıkdan sonra. Dört yüz bin lira. Evet taşı toprağı ziyaret etdi geldi adam olmadan. 

"Selânik'e" diyor, "iniyorduk, oradan bir Hasan Ağa var" diyor...

Hocaefendi'nin babası zenginmiş, Hocaefendi'yi husûsî olarak dîn adamı olarak yetiştirmiş. Para kazansın, ekmek yesin oradan diye yetiştirmemiş, "Oğlum dîn adamı yetişsin, yarın yevm-i kıyâmetde benim kafama taç koysunlar" demiş. Çünkü hâfız-ı Kur`ân olanların babalarının başına bir taç koyacaklar yevm-i kıyâmetde. Böyle o sahra-yı mahşeri ışıldatacak böyle o Kur`ân'ın nûru. Okutmuş oğlunu, hâssaten, husûsî olarak yetiştirmiş, bizim gibi hıyar yetiştirmemiş, adam yetiştirmiş. Yaa şimdi öyle olduk maalesef. Ekmek yedirdiğimiz adama sözümüz geçmiyor. Âlim yetiştirmiş oğlunu. Husûsî olarak okutuyor. Şimdi bizimki, "Para kazansıni doktor olsun, para kazansın". Demiyor ki, bir doktor yetiştireyim de fukarâya bedava baksın. Diyen yok görmedim hiç ben. Pezevengin milyonları var hâlâ doymadı kör olasıcanın gözü, toprak doldurasıca. çocuğu doktor yetiştireyim, "Oğlum, hakkımı helâl etmem sana, fukarâ-yı müslimîne, bütün fukarâya bedava bakacaksın, ölünceye kadar. Hattâ sana para bırakıyorum bak buraya, ilacı olmayanlara da benim bırakdığım paradan ilaç parası vereceksin". Görmedim bir adam yâhu! Yok. Fukarâyı kazıkla, hastayı dürt, ölüyü becer, abdestini boz, kefenini çal, böyle. Allah sonunu hayretsin, geliyor belâ! Göreceksiniz bak. Yazıyorum buraya, göreceksiniz. Yakında, geliyor. 

Şimdi efendime söyleyeyim, "oraya Selânik'e geliyoruz" diyor, "Hasan Ağa geliyor atla" diyor, "eşkiya gibi bir adam. Yolda Yunan eşkiyası var" diyor. 

Rumlar cesur adamlardır. Bildiğiniz gibi değil. Yunanlılar cesur adamlardır. Burada bir adam çıkdı işgalde, bilir Âsım Bey, neydi o, Hiristantos, kaç tane polisi yedi bizim. Ödü patlıyordu bizim polislerin, delik arıyorlardı kaçmaya, Hiristantos geliyor diye. Sonra gene bizim kahraman polisler öldürdüler Hiristantos'u, vurdular evinde basdılar filan. Anlatırız onu da antreparantez.

"O geliyor" diyor, "kahraman bir adam" diyor, "beni götürüp getiriyor Alasonya'ya" diyor. "O kadar 'Hasan Ağa! canım namaz kılsana sen müslüman insansın, bak anan baban müslüman, namaz kıl' dediysem de, 'Bırak be molla efendi, a be molla bırak, benim kalbim temiz. Neymiş o yatıp kalkmak, başını yere koyup, kıçını kaldır yukarı doğru. Onunla adam adam olmaz, kalbim temiz benim. Kalbim temiz, kalbim temiz'. Bir türlü herife namaz kıldıramadım" diyor. "Bir akşam gelirken yolda, bir papazın evinde kaldık" diyor. "Papazın evinde misâfir kaldık" diyor. "Papaz bizi karşıladı. Ben abdest aldım namaza durdum. Papaz şimdi konuşuyor Hasan Ağa'yla" diyor. Demiş "Niye sen namaz kılmıyorsun?" demiş papaz Hasan Ağa'ya. "Kalbim temiz" demiz. "İsmin ne senin?" demiş. "Hasan" demiş. "Haaa" demiş papaz, "namaz kılmadıkdan sonra ha sen ha ben" demiş papaz. "Aramızda bir fark yok ki" demiş, "ben de kılmıyorum, ben papazım, ben Hıristiyanım kılmıyorum, sen de kılmıyorsun, ne fark var aramızda. İsmin de Hasan, ha sen ha ben". "Sabahleyin kalkdım" diyor, "Hasan Ağa kolları sıvamış abdest alıyor" diyor ve "namaza başladı" diyor. "Benim sözüm tesir etmedi, papazın vaazı tesir etdi" diyor, "Hasan Ağa namaza başladı" diyor.

Nerede kaldı dersimiz?

Gitdik oraya yarım saat dediler, indik aşağı. İki yudum kahve içdik. Aman ne güzel bir kahve. Mis gibi. Babasıyla, kulakları çınlasın, Muzaffer Bey'le beraber. Otobüsün içinde de bir o Türk var, ikimiz Türküz, bir Türk daha var, üç Türk varız otobüsde. Geri kalan hepsi Rumlar, buranın Rumları filan. Yolda da kavga çıkdı aramızda, bir Rumla, madamla. Ben merhamet etdim madamı aldırdım arabaya. Evvelâ rezerve yapıyorlar arabaları, otobüsün sâhibi de benim arkadaşım, bana hürmeti var, gelmiş oraya bir madam, bir kokana, "Aman beni de alın" filan dedi. Dedim ki ona, "Yer varsa koy bu fukarâyı buraya, ihtiyar, gelmiş". Zâlime yardım etdim, o hıyâneti aldım içeriye koydum. Yunanistan'a geçer geçmez hemen benim yerime gelip oturdu. "Madam kalk oradan" dedim ben. "Hey bre kalkmacayim" dedi, "burasi Türkiye değil şimdi" filan dedi. Vay köpoğlu! Ulan ben oturtdum onu, arabaya sokdum. "Bana bak madam" dedim "Kokana sen bak dinle bakayım beni". Babalarımıza rahmet olsun bak ne güzel isim bulmuşlar, kokuyor karı zâten leş gibi. Bok kokuyor kerata. "Ulan kokana! Dinle beni! Ben Türkiye'de kuzudan daha yumuşak bir adamım. Fakat burada ben seni oradan kaldıracağım. Bak bunu kulağına küpe koy. Ama karakol, ama mahkeme, kalkacaksın buradan". Bütün Rumlar ayağa kalkdılar, "Efendim, burada yer var, gelin burada oturun". "Olmaz! Bu kalkacak bu. Davamız oturmak değil, bu kalkacak buradan". Kaldırdılar. Tongolos mongolos gitdi, aldılar götürdüler. 

Kahveden üç yudum içdik, "Otobüs gidiyor, kalkın" dediler. "Ne oldu?". "Selânik yolu virajlı" dediler, "gece karanlığa kalırsak kaza filan olur, gidelim" dediler. Kahve kaldı orada. Hâlâ aklım orada. Duruyor mu acaba o kahve? Böyle güzel bir kahve. Bizim burada öyle kahve yok, bizim buralarda. Bizimki içine ya nohut karıştıracak, mutlaka karbonat karıştırıyor, köpüklü olsun diye. İstemem köpüklü ulan, karıştırma şunu.

Hazret-i Hasan Efendimiz diyor ki, "Senede dört akşam var, dört gece var" diyor. Müslümanlar bunu bilmezler, hocaefendiler söylememişlerdir. İki bayram arasındaki nikahı söylüyorlar da bunu söylemiyorlar. Receb ayının birinci akşamı. Kandil yanıyor, ilk Cuma gecesi, ayrı, Leyle-i Regâib, o ayrı. Birinci akşamı Receb'in. Receb ayı şehrullah çünkü, Allah'ın ayı Receb ayı. Şaban da şehr-i Resûlullah. Ramazan da bizim ayımız. Bu, tevhîd-i efâl, tevhîd-i sıfat, tevhîd-i zât üzerine kurulmuşdur, tertîb öyledir. Receb ayının birinci akşamı. Berat Kandili, on beş Şaban. Ne oldu? İki. Bayram Gecesi bu akşam. Üç. Bir de Kurban Bayramı Gecesi. Dört. 

Çünkü o Kurban Bayramı Gecesinde mesele var, o on gün içinde. "وَالْفَجْرِۙ * وَلَيَالٍ عَشْرٍۙ ve'l-fecri ve leyâlin aşr". Ne demek o "وَلَيَالٍ عَشْرٍۙ ve leyâlin aşr"? "On geceye yemîn ederim" diyor, Allah yemîn ediyor on geceye. Mühim o çok. On gece. Zilhiccenin on gecesi. O geceler çok mühim geceler. Ama biz burada bilmiyoruz. Unutmuşuz biz burada. Araplar bir takım şeyleri unutmuşlar orada. Biz burada bazı şeyleri unutmuşuz. Elhamdülillah kendimizi de unutduk. Meselâ Receb ayı olduğu vakitde, eskiden Kabetullah'ı açarlar Araplar. Kabe'yi gülsuyuyla yıkarlar ve açık bırakırlar Kabe'nin içerisini. Âdâb-ı Kabe. Derler ki, "Bu ay şehrullah, burası beytullah, bunlar da ibâdullah, Allah'ın kullarını Allah'ın evinden men etmeyiz Allah'ın ayında" derler, bırakırlarmış eskiden. Şimdi kapatıyorlar, kapanıyor. Kitliyorlar, tamam. Mevlid Kandili, hiç katiyyen koymuyorlar. Mevlid-i Nebî. Dünyâda Mevlid-i Nebî kadar ehemm-i mühimm bir gece yokdur. Kadir'den daha yücedir, yüksekdir Kadir'den. Kadir Kur`ân-ı Mübîn'in nüzûl etdiği gecedir. Mevlid-i Nebî, Resûl-i Ekrem olmasa ne Kur`ân nâzil olur, ne semâ olur ne ard olur yâhu! Canlı Kur`ân Peygamberimiz. Kim söylüyor bu sözü? Benim sözüm değil ki. Ümmü'l-Mü'minîn Hazret-i Âişe söylüyor. Demişler, "Anne" demişler, Cenâb-ı Hazret-i Âişe'ye, "Bize Peygamber'i tarîf et" demişler. "O" demiş, "canlı Kur`ân idi" demiş. "Kur`ân'ı okuyun, işte Peygamber o" demiş, "canlısı" demiş. Mevlid-i Nebî'yi biz bilmiyoruz burada. Vaktiyle kırk gün yapıyorlar, donanma yapılıyor bütün âlem-i islâmda. Kırk gün! Yemekler, ikrâmlar, yetîmleri giydirmeler. Nasıl biz bayrama hazırlanıyorsak, ki şimdiki hiç bir şey değil, kırk gün böyle meclisler kuruluyor, mevlidler okunuyor, Kur`ân'lar okunuyor, yemekler yediriliyor, elbiseler giydiriliyor filan, bayram yapılıyor. Kırk gün. Efendimizin doğduğu ay. Rebîulevvel. 22 Nisan, 12 Rebîulevvel. 

Receb ayının birinci akşamı, bir. Şaban'ın on beşinci gecesi, Leyle-i Berat, iki. Bayram Gecesi bu gece, üç. Kurban Bayramı gecesi, dört. "Bu dört gecede" diyor Hazret-i Ali, Efendimiz'den rivâyet ediyor, "semâdan rahmet-i ilâhî böyle yağar. Hiç bir ferd kalmaz ki, bu geceye hürmet edenlerden, rahmet-i ilâhîden istifâde etmesin". İmâm-ı Ali söylüyor, Efendimiz'den. İmâm-ı Ali'den Hazret-i Hasan rivâyet ediyor, İmâm-ı Ali Hazret-i Peygamber'den işittim diyor.

Şimdi, bayram namazından evvel fitreleri vermeli. Bak efdaliyyetine bak. Hazret-i Osman fitre vermiş, unutmuş bayram namazından sonra vermiş fitreyi. Sonra Efendimize gelmiş demiş ki, "Yâ Resûlallah ben ne olduysa unutturuldum, fitreyi bayram namazından sonra verdim" demiş, "Oldu mu benim fitrem?". "Oldu yâ Osman ama" demiş, "şu fazîletini kaybetdin" demiş. "Bayram namazından sonra verdiğin fitreyle beraber bir de köle âzâd etseydin ancak bayram namazından evvelki vermiş olduğun fitrenin sevâbına nâil olurdun" demiş. O kadar mühim Ramazan meslesi. Onun için diyor ki Cenâb-ı Peygamber, "Semâvât ve ard ağlar" diyor. "Ümmet-i Muhammed bilselerdi, bütün gündüzlerin ve gecelerin Ramazan olmasını Allah'dan temennî ederlerdi" diyor hadîs-i şerîfde. Çünkü duâlar müstecâb nefesler tesbîh, günahlar mağfûr, mâsebakdaki günahları da temizlemiş, tertemiz, mis gibi. 

Yarın sabahleyin kalkdığımız vakitde yapacağımız işler. Gusül abdesti almak lâzım. Su bulursan eğer, olmadı teyemmüm edersiniz. İki darb bir niyet, teyemmüm. 

Efendi Hazretleri bu sözleriyle o günlerde İstanbul'da yaşanan su sıkıntısına işâret etmişlerdi. Dinleyenlerden birisi, "İstanbul'da teyemmüm olur mu? Deniz var" deyince Efendi Hazretleri "Olur, su yok. Deniz uzak, yürüyemezsin ki. Ben meselâ cadde kadar yerde olsa ben gidemem denize, yürüyemiyorum ben meselâ. Teyemmüm edilir, edersin, niye edemeyesin?" buyurdular ve sohbetlerine şöyle devâm etdiler.

Gusül abdesti almak lâzım güzel. Sonra câmiye gelirken tatlı yemek lâzım. Baklava, bal, tatlı bir şey. Zekâya keskinlik verirmiş ve sünnet-i müekkede. Resûl-i Ekrem Efendimiz mutlakâ böyle yaparmış. Zâten ondan kinâye Şeker Bayramı diyorlar. Peygamber zamanında şeker yok ki. Eğer öyle olsaydı, Peygamber zamanında Bal Bayramı olurdu, Iydü'l-Asal. Asal Arapça bal demek. Bir de basal var, o soğan. Asalla basal arasında fark var, biri soğan biri bal.

Türk demiş Araba, "Biraz soğan versene" demiş. Arap demiş ki, "Basal". Yani Arap zannetmiş ki bunun ismi nedir diye soruyor Türk. Türk soğan almak istiyor, Arap anlamadı, nedir bunun ismi diye soruyor zannetmiş, Arap demiş ki "Basal" demiş. Basal deyince Türk de anlamış ki çık da tezgahın üstüne al diyor. Basdığı gibi paldır küldür hepsi aşağı devrilmiş. Haydi gırtlak gırtlağa karakola. "Ne oldu?". "Ben yarım okka soğan ver dedim, Arap dedi ki bana basal. Ben basdım tezgaha yıkıldı soğanlar aşağı doğru, bu da gırtlakladı beni buraya geldik". Araba sormuşlar. "Bu nedir diye sordu bana. Ben basal dedim" demiş. "Haa anlaşıldı" demişler barıştırmışlar.  

Şimdi, sabahleyin câmiye gelirken, tatlı yemek lâzım. Ondan kinâye. Öyle Şeker Bayramı, Kamış Bayramı, Gül Bayramı, Hamursuz Bayramı onlarda olur. Bizde Ramazan Bayramı, Iydü'l-Fıtr, Yardım Bayramı, Fıtra Bayramı. Müslümanlar birbirlerine yardım edecekler, Yardım Bayramı. Bir gün. Orucu birinci gün tutamazsın haramdır, ikinci, üçüncü gün oruca başlanabilir yeniden. Çünkü senede beş gün oruç tutmak haramdır. Birisi Ramazan Bayramının birinci günü, dört gün de Kurban Bayramı, beş gün oruç haramdır. Ramazan Bayramı üç gün değildir. Duymasın büyükler, bir güne indirirler aşağı doğru. Üç gündür, yetişmiyor çünkü. Yetişmez ziyâretler miyâretler onun için üç güne çıkarmışlar. Bir de namaz meselesi. Yağmur yağarsa namaz ikinci gün kılınır. İkinci gün kılınmazsa üçüncü gün kılınır, câizdir. Ben bizim câmide öyle yapdım. 

Sabahleyin bayram namazında vaaz ediyorum ben, adamın birisi çıkarmış bana saat gösteriyor. Ben de bizim saati çıkardım ona gösterdim. Birbirimize saat gösteriyoruz, nümâyiş yapıyoruz, gösteri. Ben sordum, "Ne marka seninki?". "Şimendifer". "Benimki Mavado". "Kaça aldın sen?". "Yâhu" dedi "vakit geliyor". "Ne vakti bu? Ahir zaman mı, ne vakti bu, ecel vakti mi?". "Yok kardeşim, bayram namazı vakti". "Ben sizi bulamıyorum ki hergün burada". "Ne olacak?". "Öğlene kadar anlatacağım" dedim. Yaa öğlene kadar. "Bakdık vakit geçdi, zevâl vakti girdi, yarın gelirsiniz yarın kıldırırım. Çünkü câizdir. Ben fıkıh bilirim, fıkıh okudum. Yarın da gene lafa daldık öğlen geçdi, üçüncü gün gelirsiniz, gene kıldırırız". Dedim, "Allah müstehakını versin be. Senede bir gün geliyorsun, kalkıyorsun hocaya vakit öğretmeğe". Vakit geldi, bir saat sonra da namaz kılınır, iki saat sonra da kılınır. Hattâ bana müsaade olsa, Müftü Efendi Tayyar Altıkulaç Bey'le samîmî olsam yani ahbâb olsam, gidip gelebilsem eskisi gibi, gidip söyleyeceğim. Bayram günü ilân etsin, saat on birde bayram namazı kılınacak diye. Herkes yatsın, tıraşını olsun, hamamını yapsın, uyusun muyusun, kalkıp sonra camiye on birde gelsin, bayram namazını kılsın gitsin. Herif sabah namazında geliyor bayram namazı diye, erkenden geliyor, hiç uyumamış, hamamdan çıkmış. Bekle Allah bekle bitmez. Bekle Allah bekle bitmez. Bayram namazı zannediyor o sabah namazını. Ayakları kopuyor herifin, hiç dizüstüne oturmamış fukarâ. Hoca oradan bangır bangır bağırıyor uyumasınlar diye. Patırtı gürültü yapıyor, gümbürtü, çünkü uyursa abdesti bozulacak. Ben öyle diyordum kürsüye çıkıp, "Sen benim vaazımdan bir şey anlamazsın hemşerim, ben de sana bir şey anlatamam zâten. Şimdi abdestin bozulmasın diye, çünkü konuşmazsam yellenirsin uyurken, onun için bağırıyorum, uyumayasın diye". Ne lüzum var ona. Amerika'da öyle yapmışlar. İlân ediyorlar radyolardan, saat dokuzda bayram namazı diye, herkes saat dokuzda câmiye geliyor, yâhud onda, bayram namazını kılıp çıkıp gidiyorlar. O gün de açarsın sabah namazına, sabah namazına gelen gelir. Dört beş kişi gelir kılarlar, dört beş kişi. Fazla yok. Yeter o kadar. Çok bile. Ondan sonra bayram namazına saat onda millet dolar buraya üstüste, kıldırırsın gider millet. Neden eziyet cefâ ediyorlar, günahdır. Câizdir. Güneşin tulûundan kırk üç dakîka sonra bayram namazı kılınır. Yarım saat sonra kılınmaz, kırk üç dakîka. Bir saat sonra kılınır, iki saat sonra kılınır, üç saat sonra kılınır, dört saat sonra kılınır. Tâ öğle namazına yarım saat kalıncaya kadar kılınır, zevâl vaktine kadar. Halka ne eziyet cefâ ediyorsunuz. 

Zâten sünnet diyen var bayram namazına, vâcib diyen var. Birisi bana dedi ki, "Vâcib mi sünnet mi?" dedi bana sordu. Diyânet riyâsetine düşdük biz burada, bu kürsünün üzerinde. Ben dedim ki, "Vâcibdir mezheb-i Hanefî'de" dedim, İmâm Efendi kalkdı beni tekzîb etdi burada, "Şâfîi mezhebinde sünnet diyen de vardır" diye. Sonra yazdılar ben haklı çıkdım. O benden daha yüksek olduğu için, "Böyle ihtilaflı şeylerle uğraşmayın ibâdullahın karşısında" diye kağıt geldi Diyânet'den. Yaa, "ihtilafa düşürmeyin milleti" dediler. Biri sünnet biri vâcib derken, kavga çıkacakdı az kalsın. Biri geldi bana, "Sünnet mi vâcib mi?" diye sordu. "Oğlum Mezheb-i Şâfîi'de sünnet, Mezheb-i Hanefî'de vâcib". "Öyleyse ben farzı kılmıyorum sünneti niye kılayım" dedi. "Güle güle" dedim ben. Allah razı olsun, bir kişilik yer açıldı, rahat eder bir kişi, rahat oturur câmide, üstüste namaz kılacağına, gitsin. Öbürü de "Ben kılacağım" dedi. "E kıl, sen de kıl, sünnet. Farzı kılmıyorsun diye sünneti de terkedip gavur mu olacaksın" dedim ona da. "Farzı kılmazsan kılmıyorsun, hiç olmazsa sünneti terkedip de gavur olma" dedim "gel kıl sünneti", o da sünneti kıldı, tamam, mesele kalmadı, anlaşıyoruz. 

Çağırmış Mahmûd-i Gaznevî Firdevsî'yi, "Gel bakayım buraya, şu kitâbı yazacaksın" demiş. "Yazmam" demiş. Şâir bu dinler mi pâdişahı. Dinlemez, sanatkâr adam. Sanatkâr bu dinler mi pâdişahı. Dinlemez, sanatkâr adam. "Yazdırırım ben sana o kitâbı" dedi. "Yazmam" dedi. "Yazdırırım inad etme" dedi. "Yazmam" dedi. "Götürün, atın hapsihâneye". Doğru zindana götürdüler atdılar. Mahmûd-i Gaznevî de büyük evliyâullahdandır kendisi, haber vereyim sana, büyük velîdir. Atdılar zindana. İnsan ne yapar zindanda?

Birisi "ibâdet eder" deyince, Efendi Hazretleri buyurduklar ki :

Tabii, başka ne bok yiyecek. İçki yok ki içsin, yemek yok ki, yesin, meyhâne yok ki dolaşsın, tabiî ibâdet yapacak öyle yerde. Halbuki ibâdeti her yerde yapmalı insan. Hürken de yapmalı. Çıkarmış hoca cebinden Kur`ân-ı Kerîm'i okuyor. Karşıda bir adam ağlıyor. "Ühü ühü ühü". Allah Allah. Hocaya dokunmuş onun ağlaması. Sadakallahü'l-Azîm deyip kapamış kitâbı, o da ağlamayı kesmiş. Demiş, "Evlâdım, gâliba manâ-yı Kur`âniyyeye âşinâsınız, okuduğum Kur`ân size tesîr etdi, ağlıyorsunuz". "Ben ona ağlamıyorum" demiş. "Niye ağlıyorsun?". "Benim bir keçim vardı, sen Kur`ân okuduğun vakitde sakalın oynuyor böyle, benim keçimi hatırlatıyor, ben ona ağlıyorum" demesin mi! "Hay Allah cezânı versin. Söyleyin pâdişaha yazacağım istediği kitâbı" demiş. Kitabın ismi neydi? Şehnâme'yi. "Yazacağım" demiş, "Çıkarın, beni bu ahmak herifin yanında oturtmayın, çıkarın yazacağım" demiş.

Mahmûd-i Gaznevî dolaşıyormuş, yanında sadrazamı, sivil giyinmişler, dolaşıyorlar. Eskiden pâdişahlar sivil giyinirler halkın içine girerlermiş, bakalım halk ne diyor bizim hakkımızda, aleyhimizde ne konuşuyorlar, ne yapıyorlar, halk memnûn mu bizden değil mi diye. Sultan İbrahim bile demiş, "Yâ Rabbi, şimdi ben tahta oturuyorum, şu benim dudağımdan çıkacak olan bir sözle, binlerce insanın mahvına sebeb olabilirim ben, milletimle benim aramı hoşnûd et, onları benden, beni onlardan râzı kıl yâ Rabbi" demiş Sultân İbrahim. 

Birisi "Deli İbrahim" diyorlar ya deyince Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Ne Deli İbrahim'i. Ona deli diyenlerin Allah belâsını versin. Kim biliyor musun o pezevenk? Abdurrahim Efendi vardır, hoca, şeyhülislam. Deyyûs, dürzü. Kara Ali bile onu boğmak istemedi de, Kara Ali, cellâd, "Bre kelb, boğ!" deyip kafasına asâyla vurdu. "Bre ben sadrazam boğdum, paşa boğduk, çocuk boğduk ama padişah, halîfe boğmadım" dedi. "Bre kelb, haydi" dedi, vurdu kafasına. Sultan İbrâhim de zavallı, çakşırları aşağı düşmüş, bir elinde çocuk bir elinde Kur`ân-ı Kerîm, "Bre müfsid hoca! Hangi âyete istinâden beni öldürürsünüz, Allah'dan korkmaz mısınız! Ne yapdım ben, ne suçum var?" diyor. "Göster Kur`ân'daki hangi âyet" diyor. Öğle boğdular adamı, bağırta bağırta. Allah bu milletin iki yakasını biraraya getirmedi işte böyle oldu. Yıkıldı Âl-i Osman, ağlasın bütün cihân. 

Gidiyorlarmış beraber. Sivil giyinip dolaşırlarmış, halkı öğrenmek için. 

Bir gün Sultan Mahmud Leblebici kıyâfetiyle gelmiş buraya, Bayezid'e, imâretin önüne. Orada bir eskici varmış. Onun yanına gelmiş oturmuş. Biliyor musun, eskiden leblebicilerin elinde bir elek vardı, omuzunda bir kıl torba, "Leblebüüü", filan, Çankırılı, Çorum'dan değil, Çankırı'nın Karapazarından. Oraya koymuş leblebileri. Öteki çalışıyor, eskici. Leblebici pâdişah ama. "Hemşerim nasılsın bakalım, ekmek paranı kazanıyor musun?". Çok şükür, elhamdülillah" filan. "Sultan Selim Efendimiz zamanı mı iyi, merhûm cennetmekân, Sultan Mahmud Efendimiz zamanı mı iyi, ne dersin?" filan demiş. Eskiciye soruyor. Eskici demiş ki, "Hem Sultan Selim'in anasını, hem Sultan Mahmud'un anasını" demiş. "Neden?" demiş pâdişah. "Yâhu banane be" demiş eskici, "o inmiş, o çıkmış tahta, bana ne. Ben Sultan Selim zamanında da eskiciydim, şimdi de eskiciyim, yarın da eskiciyim. Bana ne, bana ne soruyorsun! Onlara sor sen, tahta çıkanlara. Sonra demiş ki padişah yazmış "Halkdan dinlemeli insan" diyor, "halkı dinlemeli" diyor. Bir şey yapmamış ona. İltifat etmiş, "Ben Sultan Mahmud'um" demiş, parayı koymuş oraya, torbayı böyle. 
Lillahi'l-Fâtiha.
www.muzafferozak.com

Efendi Hazretlerinin bütün sohbetlerine şu sayfadan erişebilirsiniz.
Listeye geri dön