Bir İyiliğe En Az On İyilik Yazılır - Hutbe - 21 Ağustos 1981

26 Nisan 2024 tarihinde yayınlanmıştır.

Tövbe

HUTBE

Kâlallahu Teâlâ fî Kitâbihi'l-Azîz.
Eûzübillahimineşşeytânirracîm.
Bismillahirrahmânirrahîm
مَنْ جَٓاءَ بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ عَشْرُ اَمْثَالِهَاۚ  
Men câe bil haseneti felehû 'aşru emsâliha.
Sadakallahü'l-Azîm.

Mü'minler! Hakk'ın cemâline âşık, cennetine tâlibler! Kıyâmet gününe inananlar! Allah huzûruna cem olurp Allah'a hesâb vermeyi kabûl edenler, bu nimete erenler! Bu âlemden Hakk'ın cennetine girenler ve cemâl-i Hakk'ı görenler!

Saltanat-ı ilâhî olmak üzere Cenâb-ı Allah, her kulun, yani mü'minlerden her kulun, berâberine iki melek halk etmişdir. Buna kirâmen kâtibîn derler. Sûret-i Fatarat'da, "كِرَامًا كَاتِب۪ينَۙ * يَعْلَمُونَ مَا تَفْعَلُونَ kirâmen kâtibîne ya'lemûne mâ tef'alûn". Biz ne yaparsak hayır ve şerden yani Allah'ın emretdiklerinden, Allah'ın yasaklarından her ne icrâ edersek, bu iki melek bunları tesbît eder. Bunların manevî kitâbları vardır, o kitâblara, o defterlere bunlar tesbît olunur. Yapdıklarımız. Ve senede bir defa bu defterler, Berat günü kaldırılır, hazîne-i ilâhiyyeye teslîm olunur. Yevm-i kıyâmetde o kimsenin defteri okunmak üzere. Bu iki melek kirâmen kâtibîndir. Yani iki kâtib melek. 

"Niye böyle yapmış Allah?" Niye diye sorulmaz. "لَا يُسْـَٔلُ عَمَّا يَفْعَلُ lâ yüs'elü ammâ yef'al". Allahu Teâlâ niçin böyle yapdı diye sorulmaz. "lâ yüs'el" makası, insanların dilini kesmişdir. Terbiyesi, edebi olanların. Terbiyesi edebi olmayanlar Allah'a karşı, böyle şeyleri sorabilirler. "Niye beni fakîr yaratdın?", "Niye çirkin yaratdın?", "Niye hasta yaratdın?" diye. Bunlar terbiyesiz olanlardır. Bir müddet için irâdeleriyle bu isyânı yapabilirler. Bir gün gelir, ahd-i karîbde, yakın bir zamanda yani, böyle konuşan dilleri uzar, cehennemin makasıyla kesilirler. Mü'minlere düşen vazîfe, Allah'a kul olanların vazîfesi, Allah'a itâat ve Allah'dan râzı olmakdır. Sonra Allah rızâsını beklemekdir. 

Saltanat-ı ilâhî böyle cereyân etmişdir, böyle olmuşdur. Bunda büyük rahmet vardır. Yalnız Cenâb-ı Hakk hadîs-i kudsîde, "Sebekat rahmetî alâ gadabî, gadabımı rahmetim geçmişdir, rahmetim daha ziyâdedir. Gadabım, azâbım vardır, celâlim vardır ama cemâlim celâlimi geçmişdir" buyurduğundan ve bâhusûs bizler, iki cihân serveri, ins ü cin peygamberi Hazret-i Mahbûb-i Kibriyâ Muhammed Mustafâ'ya ümmet olmak nimetine erdiğimizden dolayı, günah işlediğimiz vakitde, bir günaha bir günah yazılır ve yirmi dört saat tehîr edilir. Yapdığımız sevâbın mükâfâtı akibinde deftere kaydolunur, hiç fırsat ve vakit geçirilmez, derhal defter-i a'mâle kaydolunur, sevâb yapdığımız vakitde. Ve Allah bir sevâba en ekall, en az, en ekall demek en az demek, en az on sevâb verir, o nhasene verir. Bu on hasene, yetmiş olabilir, yedi yüz olabilir, yedi bin olur, Allah dilerse bu haseneyi, bir sevâba yani, yüz bin de sevâb verebilir, "vallahu vâsi'un alîm"dir. Bu Ümmet-i Muhammed'e bahşolunmuş bir nimet-i ilâhî. Bunun da sebebi Hazret-i Muhammed'e, sallallahu aleyhi veselleme bizim bende olmamız ve ümmet olmamız bu nimete bizim ermemize sebeb olmuşdur. 

Hattâ şimdi tarihi biraz karıştıralım, sonra dersimize dönelim. Bizden evvel geçen ümmetler, günah işlediği vakitde, derhal...Her günah bir hayvan sûretidir. Karısını kıskanmayan kimse domuz amelindedir. Cinsî münâsebetsizlik yapan kimseler, bunlar, domuz amelindedir. Vaktiyle Benî İsrâil'de bir adam böyle bir kabahat yapsa, hangi hayvanın amelini iritkâb etdiyse, Allah onu o şekle koyardı. Domuz olurdu adam yani. Hepsi mi? Allah bazen bazen onları öyle yapardı. Akşamdan adam, sabahleyin domuz olurdu. Akşamdan insan sabahleyin eşek olurdu. Müstehzî bir adam, halkla istihzâ ediyor, halkı taklîd ediyor, maymun olurdu sabahleyin. Cenâb-ı Hakk Benî İsrâil'e böyle yapardı. Ümmet-i Muhammed'e Allah bu neshi kaldırdı. Yalnız manevî olarak yapdı bu işi bize. Cenâb-ı Peygamber'e ümmet olmak münâsebetiyle bunu zâhiren yapmadı, bu neshi, bâtınen yapdı. Yani insan akşamdan bir suç irtikâb etse, sabahleyin bu adam adam şeklinde görünür ama ameli domuz olmuşdur. Ümmet-i Muhammed'e bu verildi. Gizli yani halkın içinde ayıpları ortaya konmadı, Allah gizledi ayıplarını, tövbe ederler diye. Cenâb-ı Peygamber'in zuhûruyla, Hazret-i Muhammed aleyhi's-salâtü ve's-selâmın zuhûruyla. 

Cenâb-ı Hakk Ümmet-i Muhammed'e büyük salâhiyyetler ve rahmetini fazla fazla verdi bizim üzerimize. Meselâ beş vakit namaz kılan bir mü'min, elli vakit namaz kılmış ecrini aldı. Çünkü namazın farziyyeti elli vakitdi. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, "Yâ Rabbi, ümmetim zayıfıdır, kılamazlar, sana âsî olurlar" dedi, Allah beş vakti farz kıldı. Her kim beş vakit namaz kıldı, Allah on mislini verdi ona, elli vakit kılmış gibi ecrini aldı. Acaba anlatabildim mi? Ve defter-i a'mâline de öyle yazılıyor, melekler öyle yazıyorlar. 

Ama bir günaha bir günah yazılır ve tehîr olunur. Sağ melek der ki sol meleğe, "Yazma, bırak, Ümmet-i Muhammed'dendir, belki aklı başına gelir, Allah'a tövbe edecekdir, Allah'a rücû edecekdir". Günahı yapdın, eğer tövbeyi arkasından bastırırsan, tövbe edersen yani yapdığına nâdim olup ağlarsan, sızlarsan. Ama öyle bri tövbe ki bu irtikâb etdiğin günahı bir daha yapmamak üzere niyet etmendir ve nâdim olmandır ve pişman olmandır. Yoksa "Tövbe Yâ Rabbi" demek değildir. Acaba anlatabildim mi?

Yani tövbeler şöyle olacak mü'minler. Resûl'ün yani gözlerimizin nûru, gönüllerimizin sürûru, sebeb-i hilkat-i âlem olan Muhammed aleyhi's-salâtü ve's-selâmın tarîfiyle. Bir hayvandan sütü sağdık, nasıl ki süt tekrar o memeden içeri girmediği gibi, insan günahdan tövbe etdiği vakitde, o günah dönmemek üzere tövbe etmesi şerâitdendir. Yoksa böyle hemen yapdı "Estağfirullah tövbe", hemen yapdı, "Tövbe", gönlü gene günahda ama, irtikâba hazır ama lisânen böyle söylüyor, bu iyi değil. Hayder-i Kerrâr kerremallahu vecheh diyor ki, "Böyle yapanlar Allah'la istihzâ etmiş olurlar" diyor. Tövbede sâbit olunacak. Ama tövbede sâbit oldun, tövbe etdin, bir daha yapmamaya cezm ü kasd etdin, gene de senden zuhûra geldi bu günah. Gaflete geldin, günah zuhûra geldi, gene tövbe edersin, Allah tövbeni kabûl eder. Acaba anlatabildim mi?

Gidiyoruz, güneş gurûba erdi. İki hafta sizinle sohbet edemedik, konuşamadık, size hitâb edemedik, sizden ayrı kaldık, size hasret kaldık yani câmimize ve cemâatimize. 

Şimdi, melekler, hemen yazarlar sevâb kısmını, hiç tehîr etmez. Bire on. Bire yedi yüz. En ekall ondur, dokuz olmaz. Misâllerini inşâallah vereceğiz. 

Şimdi, günah irtikâb edildiği vakitde...

Dikkat buyur, dikkat et! Gene iki cihân serveri, şefâat-i kübrâ sâhibi, cümle enbiyâ O'nun sancağı altında cem olacak, O'nun şefâtiyle şefâate mezûn olacaklardır. Cümle enbiyâ aleyhimüsselâm, peygamberler yani. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem. 

Efendiler! Necât, refah, saâdet, felâh, peygamberimiz olan Muhammed aleyhi's-salâtü ve's-selâmı sevmekledir. Ona ne kadar muhabbet edersen, Allah'a o kadar yaklaşırsın, Allah'a o kadar sözün geçer, Allah indinde o kadar kıymetin olur. Çünkü Cenâb-ı Allah O'nun hürmetine kâinâtı halk etmiş, O'nu kendi nûrundan halk u îcâd buyurmuşdur. Nûrullahdır Hazret-i Muhammed Mustafâ, Allah'ın nûrudur, sallallahu aleyhi vesellem. 

Günâh irtikab etdiğin vakitde, kalbin üzerine bir siyah, kara damla peydâ olur. Tövbe edersen, hemen Allahu Teâla o karayı siler oradan, kaldırır. Hattâ onunla da bırakmaz, günahına nâdim olan, bir daha yapmamak üzere ağlar, sızlarsa eğer, günahı affolduğu gibi o günah sevâba tahvîl olur, sevâba döndürülür yani. Bir adamın o kadar günahı var ki, denizlerin katresi kadar, kumların sayısı kadar, o kadar günahı var. "Efendi, bu adam affolur mu?". Allah'ın affetmeyeceği hiç bir günah yokdur ancak şirk, Allah'a müşrik olan, Allah'a şirk koşanlar, onlar müstesnâdır, onlar istifâde edemezler. Ekseriya biizm halkın içinde bu oluyor, bunu söylemek katiyyen doğru değildir. "Efendim, siz ona bakmayın şimdi sofu olduğuna, onun gençliğinde sen onu görseydin". O geçdi o. Bitdi o iş. Defter kapandı. Mâdem ki tövbe etdi, Allah ile mülâkat etdi, Allah'la sevişdi. Tövbenin manâsı o. Allah sevmediği kuluna tövbe nasîb etmez. Hangi kulunu seviyorsa tövbe nasîb eder. Ama tövbekâr olan kulun günahı kumların sayısınca, denizlerin dalgalarının sayısınca olsa, havanın zerrâtı kadar olsa, affolduğu gibi bazen de, eğer tövbesinde sâbit olur, Allah'a tam bir kul olursa, Allah emreder ve fermân buyurur, Rahmân ve Rahîm olan Allahımız, rahmeten-lil-âlemîn hürmetine, "Onun günahlarını siliniz, ne kadar günahı varsa, sevâba kalb ediniz" der Allah. Bu, Ümmet-i Muhammed'e verilmişdir. Kimin hürmetine? Hazret-i Muhammed hürmetine, sallallahu aleyhi vesellem. 

Onun için peygamberinin kadr u kıymetini bil. Resûlullah'ın kadr u kıymetini bil. Kim ki Resûlullah'ın kadr u kıymetini bilmez, başından tâc-ı îmân alınır, alnına küfür damgası basılır. Kalbinden Allah, Muhammed muhabbetini çıkaranların kalbleri taşdan katı olur.  Ve onların gideceği yer âhirete âleminde, hem dünyâda hem âhiretde, yalnız âhiretde değil, nârdır, cehennemdir. Dünyâda hasret ve îmânsızlık ateşiyle yanar, âhiretde cehennem ateşiyle yanar. Îmânsız bir adam dünyâda hiç rahat edemez müslümanlar. Allah'sız bir gönül dünyâda rahat edemez. Muhammed'i sevmeyen bir gönül, dünyâda safâ süremez. Ben manevî safâdan bahsediyorum, senin safâ dediğin safâ değil, cefâdır o. O nimet değildir, o necâsetdir o. 

Günah işledi mi mü'min, dikkat buyur, kalbin üzerine bir kara peydâ olur. Tövbe edersen Allah o karayı oradan siler, kalb tathîr olur. Tövbe etmezsen, o kara büyümeye başlar. Nasıl ki bir elmanın üzerindeki bir çürük, ufak bir çürüğü oyar çıkarırsan belki kurtarabilirsin onu, misâli böyle, bırakırsan bir gecede yâhud iki gecede simsiyah ediyorsa, çürütüyorsa, o günah damlası kalbi karartır tamâmen. Kalbin kara olması, Allah ile kul arasında perde olmak demekdir. Çünkü Allahu Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri semâvâta ve arda sığmamış, insanoğlunun, mü'minlerin lâyık olan kalblerine tecellî etmişdir, lâyık olan kalblere tecellî etmişdir. Allah'ın tecellî etmesi, lâyık olan kalblere Allah tecellî etmişdir. Bak ne konuşuyorum, dikkat buyur. 

Şimdi, kalb kararınca, Allah ile kul arasında bir perde olur. Bir perde olmaz. Bize göre bir perde olur. Zâten yetmiş bin perde vardır, kul ile Allah arasında. Bu perdeleri ref' etmek isteyen kimseler, "Lâilâheillallah"a devâm etmelidir. "Lâilâheillallah Muhammedü'r-Resûlullah"a devâm ederse bir kimse, dilini alışıtırırsa buna, yetmiş bin perdeyi ref eder, Allah'la mülâkât eder, Allah'la sevişir, Allah'la buluşur. Gâye de budur zâten. Her şey elimizden çıkıcıdır. Güzelliğimiz solar, sıhhatimiz gider hasta oluruz, hayatımız elimizden alınır, ölürüz. Fakat ölmeyen dâimâ genç ve dinç duran nedir bilit misin? Allah sevgisidir, Allah'a olan ibâdet u taâtin, Allah'a olan muhabbetindir, Resûlullah'a olan muhabbetindir. 

Tövbe edersen, kara silinir. Tövbe etmezsen, kalb kararır. Nasıl yapacağız tövbeyi? Gözyaşıyla yapacağız. Denizin suları bu günah karasını çıkarmaz. Nehirlerin suları, yağmurların suları bu karayı çıkaramaz. Ancak gözyaşı çıkarır. Kim ki gözyaşını akıtır, yüzünün karasını siler, gönlünün yarasına devâ bulur. Allah korkusuyla. 

"Yâ Rabbi, elimde olmayarak yapdım, ben âciz bir kulum, beni bir katre menîden halk etdin. Zelîldim, çirkindim, iğrençdim, beni şekl-i insâna koydun, bana nimetler verdin, yedirdin, içirdin, a'zâ ve cevârih verdin. Ama ben bilemedim onların kıymetini. Senin yasaklarına ben tecâvüz etdim. Ömrümü senin istemediğin yerlerde, sevmediğin kimselerle geçirdim. Beni affet Yâ Rabbi. Geldim kapına, sen kapından hiç bir kulunu geri çevirmezsin". Ağlayacaksın böyle. O vakit Cenâb-ı Hakk, "Ey kulum, gözyaşını sil, başını secdeden kaldır, seni makbûl kullarım arasına aldım" der. Rahmeti çok genişdir. Allah diyen mahrûm olmaz. Kim ki Allah der, Allah ona cevâb verir. "فَاذْكُرُون۪ٓي اَذْكُرْكُمْ fezkürûnî ezkürküm"

Sevâba gelince. Sevâb, bir sevâba on sevâb yazılır. Şimdi bunun bir misâlini verelim, keselim bu hafta. İnşallah haftaya gene anlatırız. Sana bir canlı misâl vereyim ki konuşduğum dersin komprimesi olsun, kafanda kalsın yani. Dinlemekle kalma, iyi öğren. Ve bulunduğun yerde arkadaşlarını Allah'a çağır. Bak hepinize söylüyorum, mesûlsünüz. Bir baba evlâdını, iyâlini, yani karısını, akrabâsını, kardeşlerini, evladlarını Allah yoluna çağırmazsa, onlara Allah yolunu göstermezse mesûldür. İsterse alnı onun taşda delinsin, secde ede ede alnı delinsin secdede. Yani taş üzerine secde etsin, alnı delinsin, mesûldür. Onun için hepiniz mesûlsünüz. Hepimiz mesûlüz, herkes. Tâ devletin en yüksek kademesinden, en ufak neferine kadar, en ufak bir köylüsüne kadar, bulûğa eren zevât, Allah'ın emirleri kime terettüb etdiyse, tekâlif, onlar hepsi mesûldürler. Onun için arkadaşlarınızı, yoldaşlarınızı, ahbâblarınızı, fuhşiyyâtda, Allah'ın yasakladığı yerde, men etdiği yerlerde, onlarla buluşmayınız, Allah'ın emirlerine onları getiriniz ki, dostluğunuz öyle olsun âhiretde, yevm-i kıyâmetde. Yoksa senin fuhşiyyât arkadaşın, içki arkadaşın, kadeh arkadaşın, senin düşmanındır, yarın yevm-i kıyâmetde senin yakana sarılacakdır. "Yâ Rabbi beni bu azıtdı" diyecekdir. Hani zamanımızda iki adam birbirini kandırıp, bir fenâlık yapıyorlar. Sonra onu fenâlığa teşvîk eden adam mahkemede, hâkimin karşısında, "Hakim Bey, bu herif beni bu işe sürükledi" diyerek birbirlerini töhmetlendirdiği gibi, ayıpları birbirine atdığı gibi, yevm-i kıyâmetde böyle içki fışkı üzerine dünyada dost olanlar, orada birbirlerine düşman olacaklardır, birbirlerinden davâcı olacaklardır. 

Söylüyoruz. Bunlar bizim sözümüzdür, zannetmeyin ki aldı, gitdi, kayboldu. Allah bunların hepsini kaydetmekdedir. Ey âşık-ı sâdık, sâlih kardeşim, Allah'a tâlib kardeşim, Allah bunların hepsini kaydediyor. Hiç bir şey zâyi olmaz kâinâtda. Yokdan var olmaz, vardan yok olmaz. Hakk Teâlâ'nın var etdiğinden yani. Lavozyer Kânunu değil bu, Hazret-i Ali'nin sözüdür, Resûlullah'dan aldığı nûr ile bize haber vermişdir. Hiç bir şey zâyi olmaz. Hattâ Molla Câmi şu beytle bunu ifâde etmişdir :

Heme akvâl u ef'âl-i müddehar
Rüveydâ kerdet ender rûz-i mahşer

"Her ef'âlimiz, her işimiz, yapdığımız iş yani, her sözümüz bir şekle bürünerek mahfûz olunur, hıfz olunur, yevm-i kıyâmetde önümüze çıkar" diyor. İster iyilik, ister kemlik. Sana daha Türkçe açayım ben bunu. Manâ tarlasına tohum atıyorsun, yapdığın işler bunlar demekdir. Yani tarlaya tohum atar gibi. Manâ tarlasına atıyorsun tohumu. Yakın zamanda ekdiğin tohum mutlakâ meyvasını verecekdir. İyi ekenler iyi şeyler bulacaklar. Kötü ekenler de kötü şeylerle karşılaşacaklardır. Acaba anlatabildim mi? Yâ Rabbi şâhid ol. 

Hayder-i Kerrar, Cenâb-ı Fâtımetü'z-Zehrâ Hazretlerinin yanına varmış...

Fâtımetü'z-Zehrâ kim biliyor musun? Resûlullah Efendimizin en sevgili kızı, kerîme-i muhteremesi. Ve zürriyet-i Muhammediyye Hazret-i Fâtımetü'z-Zehrâ'dan gelmişdir. Efendimiz Hazret-i Fâtıme'ye, "Yâ Fâtıme, enti bid'atin minnî, sen benim parçamsın" demişdir, bu şerefi bahşetmişdir. 

İmâm-ı Ali onun yanına girdi. 

İmâm-ı Ali, Cenâb-ı Peygamber'in ammisi oğludur, yani Ebû Tâlib Hazretlerinin mahdûm-ı mükerremleridir. Ebû Tâlib Hazretlerinin! Beyinsiz herif! Ebû Tâlib küfür üzere gitmişmiş. Ayıp böyle şeyler. Resûlullah'ın ammisiyle, amcasıyla uğraşılmaz. Sen kendi amcanın, kendi babanın îmânlı gidip gitmediğini nereden biliyorsun? Sen nasıl gideceksin âhirete? Başına sarık sarmış, utanmadan Peygamber'in sevdiği bir zâtın aleyhinde konuşuyor, çıkıp kürsî-i Muhammedîden. "Ebû Tâlib küfür üzere gitmişdir" diyor. Estağfirullahe'l-azîm ve etûbu ileyh. Azîz bir zât-ı muhteremdir. Ve kendi evladlarına demişdir ki, sırası geldi de konuşuyorum böyle, Hazret-i Ali kerremallahu vecheyi ufak yaşda Peygamber'in yanına vermiş, Hazret-i Ali'yi, sonra bir gün namaz kılıyorlarmış, oradan geçiyormuş Ebû Tâlib Hazretleri, Cafer-i Tayyâr'a diyor ki, "Git, Muhammed aleyhisselâmın arkasında namaza dur, sen de git namaz dur" diyor. Ve çocuklarına öyle söylemiş, "Ben gidiyorum âhirete, sakın Muhammed'den ayrılmayınız, O'nun tarîf etdiği yoldan yürüyünüz" demiş. Îmânını ketm etmişdi. Ve hakkında îmân etdiğine dâir, Esne'l-Metâlib fî Necâti Ebî Tâlib diye kitâb vardır. Bilmeden böyle, kendi kendine, terbiyesiz, Peygamber'in sevgili amcasına dil uzatanlar, onların dilleri yakında ateşden makasla kesilir. Resûlullah'ın evlâdına, eshâbına, evliyâsına yan bakanın gözü patlatılır, yakın zamanda. Ebû Tâlib, Hazret-i Peygamber'in amcası, sevgili amcası. Dedesi Abdülmuttalib Hazretleri vefât edince, Ebû Tâlib Hazretleri Peygamber'i üzerine aldı, evladlarından üstün tutdu, öyle büyütdü O'nu, Efendimizi. Hattâ Ebû Tâlib Hazretlerinin vefât etdiği seneye Hazret-i Peygamber "hüzün senesi" dedi, "mahzûniyet senesi" dedi. Küffâr-ı Kureyş'e karşı, "Ammim olsaydı siz bana karşı bu hakâretleri yapamazdınız" dedi. Ebû Tâlib Hazretleri böyle.

Onun için terbiyeli olmalı insan. Senin itikâdın sana âid ama terbiyeni muhâfaza et. Meselâ bir reisicumhurun babası kâfir olsa, hiç reisicumhurun yanında, "Senin baban gavur" diyebilir misin? Edeb edersin değil mi? Terbiye bunu iktizâ etdirir. Hattâ komşun olsa, bırak şimdi reisicumhuru, pâdişahı da, komşun meselâ bir müslüman dönme olsa yani hidâyete erse, babası da kâfir olarak kiliseye devâm etse, "Senin baban gavur denmez", ayıpdır o. 

Hattâ Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, Ebû Cehil ki İslâm'ın en büyük düşmanıdır ve Peygamberimiz onun için, "Benim Firavunumdur" demişdir, "Benim Firavunum bu. Benim Firavunum Mûsâ'nın Firavunundan eşedd" demişdir, oğlu İkrime islâm olunca, "Sakın babasının yapdığı fenâlıklardan bahsetmeyin yanında" dedi Peygamberimiz.

Belki yersiz konuşdum ama sırası geldi. Onun için sakın hâ böyle şeylere kulak vermeyin. İslâm demek, İslâmiyet demek, edeb demekdir, ahlâk-ı hasene sâhibi olmak demekdir. Allah ibâdet ve tâatdan evvel ahlâk-ı haseneye nazar eder. Güzel ahlâkı olmayan kimsenin namazı kabûl değildir, orucu makbûl değildir. Yorgunluğu yanına kâr kalır, açlığı yanına kâr kalır. İllâ ahlâk-ı hasene. Acaba anlatabildim mi? Diline, gözüne, kulağına sâhib ol. Gözünü tathîr et, fenâlıkla bakma halka, ibretle bak. Tathîr olmayan göz, toprakla dolar, cehennem ateşiyle patlar. 

Hazret-i Ali Efendimiz girdi, Fâtımetü'z-Zehrâ'nın yanına, edeble. Peygamber kızı. O da amcasının oğlu, dâmâd-ı peygamberî, Efendimizin dâmâdı. Allahu Teâlâ Cenâb-ı Peygamber'e emretdi ki "Fâtımetü'z-Zehrâ'yı Ali'ye veresin". Allah böyle emretdi. Allah'ın emriyle Peygamber, Hazret-i Fâtımetü'z-Zehrâ'yı Hazret-i Ali'ye verdi, Esedullah'a verdi. Ondan iki evlad dünyâya geldi. Birisi İmâm-ı Hasen, biri İmâm-ı Hüseyin. Zâlimler tarafından İmâm-ı Hasen zehirlendi, İmâm-ı Hüseyin şehîd edildi, zâlimler tarafından. Allah zâlimleri sevmez. Geçiyoruz.

Girdi, Cenâb-ı Fâtımetü'z-Zehrâ'nın yüzü sapsarıydı. O gün rahatsızdılar. "Yâ Fâtıme, nedir hâlin?" diye sordu. "Rahatsızım Yâ Ali".

Efendiler! Dikkat buyurunuz. Demiş ki Seyyidinâ Ebâbekir Sıddîk radıyallahu anh, Cenâb-ı Peygamber'e, Fâtıme'yi Ali'ye verdiği vakitde. "Yâ Resûlallah, çeyiz olarak Fâtıme'ye verdiğiniz bir testi, bir el değirmeni. Allah'a şirk koşan, Allah'ın hasmı olan kisrâ, kızına milyonlarla para vererek, dayalarla, câriyelerle, kölelerle evladını gelin ediyor, saraylar veriyor". "Fâtıme benim kızımdır. Ayaklarını çocuklarına beşik yapar, sallar, bir eliyle de değirmeni çevirir, ne kadar güzeldir". 

Yaaa böyle. Acaba niçin böyle? Şimdi anlatacağız, onları da söyleyeceğiz inşâallah, Allahu Teâlâ müsâade ederse.  

"Yâ Ali, canım nar istiyor?". 

İmâm-ı Ali'nin cebinde nar alacak bir para yokdur. Züğürtlüğünden değil, sakın hâ! Duâ etselerdi dağlar ve taşlar altın olurdu. Tenezzül buyurmadılar. Ellerine geçen metâı Allah yoluna sarf etdiler, infâk etdiler. Allah Kur`ân-ı Kerîm'de onlar hakkında öyle söylüyor, Sûre-i İnsan'da. "وَيُطْعِمُونَ الطَّعَامَ عَلٰى حُبِّه۪ مِسْك۪ينًا وَيَت۪يمًا وَاَس۪يرًا * اِنَّمَا نُطْعِمُكُمْ لِوَجْهِ اللّٰهِ لَا نُر۪يدُ مِنْكُمْ جَزَٓاءً وَلَا شُكُورًا * ve yut'imûne't-ta'âma 'alâ hubbihî miskînen ve yetîmen ve esîrâ, innemâ nut'imüküm li vechillahi lâ nürîdü minküm cezâen velâ şükûrâ". Onlar yoksullara, miskînlere, yetîmlere, her şeylerini yedirirlerdi de karşılığında teşekkür bile istemezlerdi, hizmet değil, teşekkür bile istemiyorlar. Allah öyle medh ediyor. Onun için muhtâc değildi, hâşâ. Eline geleni sarfederdi. 

Sen yapamazsın. Sen rızkından ver. Dayanamazsın sonra, sen rızkından ver. Allah'ın takdîri kadar, kırkda birini mi öyle. Hani sormuşlar, Şeybân-ı Râî'ye "Zekât kaçda kaçdır?" demişler. Şeybân-ı Râî buyurmuş ki, "Size göre mi bize göre mi?" demiş. Demişler ki, "Yâ Şeybân, şerîat böyle size göre bize göre olur mu?". "Elbet" demiş, "size göre kırkda birini vermek, bize hepsini vermek, üste kelleyi vermek" demiş. Onun için uzatmayayım lafı. Hepsini veriyordu.

Ve Cenâb-ı İmâm dışarı çıkdı ve bir nar bulmak üzere gitdi. Bir yahudinin hurmalığında çalışdı ve su çekdi, kuyudan su çekmek şartıyla. Su çekerken, kuyunun kovasının ipi kopdu, kova kuyuya düşdü. O adam geldi, "Ne beceriksiz adammışsın, kovayı kuyuya düşürdün" dedi. Hazret-i İmâm, "Bismillah" deyip elini sokdu ve kovayı çıkardı. Kuyu mu kısaldı, İmâm-ı Ali'nin eli mi uzadı, oraya karışma. "Buyurun" dedi, adamın islâmına sebeb oldu. "Efendim olur mu olmaz mı?". Sana göre, senin kafana göre olmaz ama Allah istediğini yapar. Geçiyoruz. Îmân meselesi bu. İrfân meselesi bu. Allah'a teslîmiyyet bu. 

Aldı narı geliyor, yolda bir fakîr çıkdı önüne. Bu fakîr fakîr değildi. Kimdi biliyor musun? Cebrâil aleyhisselâm. İmtihan. Ve bize Hazret-i Ali'nin ve Fâtımetü'z-Zehrâ'nın imtihandaki muvaffakiyyetini gösterecek. Allah biliyor Ali'nin ne olduğunu. Aslanının bilmez mi ne olduğunu Allah? Hâlıkı çünkü. 

Seni Allah bilmez mi, beni bilmez mi Allah. Hâlıkımız. Ama bizi bazen imtihan eder ki bize bizliğimizi bildirmek ve kullara göstermek için, "Bak benim böyle ârif kullarım var, görün" diye. Acaba anlatabildim mi? İkide birde hocaların ağzında, "Allah kulu imtihan eder". Allah bilmiyor mu, hoca değil ki bu talebenin kuvvet u kudretini bilsin diye imtihan etsin. Bir daha söylüyorum, çok mühim konuşduğum söz. Belki kavrayamıyorsun, zevkine varamadın ama, tekrar dinle, iyi kulağını benden yana ver. Allah kulunu imtihan eder, kendi bilmesi için değil. Kula Allah'a olan bağlılığını bildirmek ve bir de gâfillere onu göstermek içindir, "Bak benim böyle has kullarım var". 

Cebrâil aleyhisselâm, "Yâ Ali, benim canım nar istiyor, hastayım, o narı bana versene" dedi. İmâm-ı Ali şöyle bir durdu, "Fâtıme, Muhammed aleyhisselâmın kızıdır, o tahammül eder, o narı yemese de olur, ümmeti mahrûm edemeyiz" dedi ve ona verdi narı. Ve döndü eve geldi. Cenâb-ı Fâtımetü'z-Zehrâ ifâkat bulmuşdu. Ve buyurdu ki, çok dikkat edin, bir şey söyleyeceğim burada, bir sır söyleyeceğim, "Yâ Ali sen fakîre narı verdin"...Hazret-i Ali diyecekdi, "Yolda narı fakîr istedi" deyip söyleyecekdi, Fâtıme haber verdi. Ve dedi ki, "Yâ Ali, vaktâ ki sen narı fakîre verdin, Allah şifâsını bana verdi" dedi. 

Dikkat buyurun, şimdi çok dikkatli dinleyiniz, bir sır söyleyeceğim size. Burada suya bir karınca düşer, sen bunu görürsün, oradan kurtarırsın, Allah evlâdını denizde boğulmakdan kurtarır. Sen burada fukarâya sadaka verirsin, senin hastana Allah şifâ verir. Doktorlar elini çekmişdir o hastanın üzerinden, "bu iyi olmaz" diye, sen fukarâya ihsân edersin, Allah ona şifâ verir. Mü'minler tek nûrdur. Birine ikrâm birinedir. Anlayana söyledik, geçdik. 

Hazret-i Ali beşûş oldu, mahzûz oldu, memnûn oldu Hazret-i Fâtıme'nin iyi olduğuna, şifâ bulduğuna. Derken kapı çalındı. İmâm-ı Ali kapıyı açdı, bakdı ki Selmân-ı Fârisî. 

Bu Selmân-ı Fârisî, İran halkındandı, Fars halkından. Fakat Cenâb-ı Peygamber'e kendini o kadar sevdirmiş ki "Selmân bizim ehl-i beytimizdir" dedi Peygamberimiz. Ehl-i Beyt'e dâhil etdi yani. Yani Peygamber'in evinin halkına dâhil etdi Selmân-ı Fârisî'yi. Bir de Süheyb-i Rûmî Hazretleri var, o da öyle. "Süheyb min ehli beytî". "Selmân min ehli beytî" buyurdu. O kadar Peygamber'e yaklaşmışlar bunlar. Bir Rûmî, biri Farisî. Ehl-i Beyt'den sayılırlar, Peygamber öyle ilân etmişdir, makâmlarını, derecâtını böyle haber vermişdir. Sen de Resûlullah'ı seversen, Ehl-i Beyt'ini, Allah kişiyi sevdiğiyle haşreder, Ehl-i Beyt ile haşrolursun. Kim kime muhabbet ederse, o onunla haşrolur, o ondan olur. Yani bir memlehaya bir şey gömsek, bir sene sonra açsak, ne olur o gömdüğümüz şey? Tuz olur memlehada. Onun gibi, kim kimi severse onunla beraber haşrolur. Kâfiri seversen kâfirle haşrolursun. Zâlimi seversen zâlimle haşrolursun. Ârifi seversen ârifle, âşıkı seversen, âşıkla. Peygamber-i Zî-şân'ı seversen Resûlullah ile haşrolursun, Ehl-i Beyt'iyle haşrolursun. Söyledik, buradan girip buradan çıkmasın, hıfz eyle. Ve sözümü iyi belle ve âmil ola, kazanacaksın istikbâlde. Burası gelip geçicidir. Câmide bir saat oturdun, şimdi döneceksin menziline, dükkânına, evine. Dünyâda altmış sene oturup, gene menziline döneceksin. Yalnız onunki altmış sene, altmış beş sene, yetmiş sene, bilemedin yüz sene. 

Kapı çalındı, Hazret-i Ali kerremallahu vecheh kapıyı açdı. Bakdı ki Selmân-ı Fârisî, elind ebir tepsi. Dedi, "Yâ Esedullah, Allahu Teâlâ selâm etdi, cennetden bunu Cebrâil aldı getirdi Resûlullah'a, Resûlullah da size gönderdi" dedi. Bir de açdılar gelen tepsiyi, dokuz tâne nar var içinde. İmâm-ı Ali saydı böyle, bir, iki, üç, dört, beş. Dokuz deyince, "Yâ Selmân, bu nar dokuz olmaması lâzım gelir. Çünkü Allah'ın Kur`ân'da va'd-i kerîmi vardır, 'Ben bire on veririrm' diyor, bu on olması lâzım, bu narın bir tânesi nerede?" dedi. Onun üzerine Selmân-ı Fârisî dedi, "Yâ İmâm, bir talebenin hocayı imtihanı, kulun Allah'ı imtihanı, terbiyesizlikdir ama ilminizi halka bildirmek için ben bunu yapdım, onuncu nar burada" dedi, çıkardı oraya koydu. "Hah şimdi oldu" dedi, "Allah bir haseneye mutlakâ en aşağı on verir" dedi, "dokuz vermez" dedi. Bize böyle fiilen gösterdiler. Acaba anlatabildim mi?

Şimdi, mü'minler, toplayalım dersimizi ve sözümüze nihâyet verelim. Bir günaha Allah bir günah yazar. Yirmi dört saat tehîr eder. Neden? Hazret-i Peygamber'e ümmet olduğun için Allah buna mürüvveten, buna muhabbeten yirmi dört saat tehir eder. Tövbe edersen bu yirmi dört saat içerisinde, bu günah senden kaldırılır. Ama bir sevâb yaparsan, derhal Allah bire on verecekdir, dokuz vermez.  On olur, yüksek olur, daha yukarıya çıkar fakat aşağı inmez. 

Bunu niye anlatdım biliyor musun? Receb, Şabân, Ramazân derken, Bayram da geldi geçdi. Hemen Şevval'in yirmi birindeyiz yani. Şimdi, Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem, şöyle buyuruyor bir hadîs-i şerîflerinde, "Bir kimse Ramazân-ı Şerîfi tam tutup, Şevval'den de altı gün oruç tutarsa...". Ne yapıyor? Otuz altı. Onla çarp. Üç yüz altmış. Bir sene kaç gün? Üç yüz altmış beş gün. Beş gün bayram. Bayramı çıkarırsak üç yüz altmış beş günden, üç yüz altmış kalıyor. "Seneyi oruçla geçirmiş gibi Allah ecir verir" diyor. Bu müjdeyi size verdim. 

Allah'ın senin aç durmana ihtiyâcı yok. Farz olan başka, emre itâaten yapacaksın. Kuvveti, kudreti yerinde olanlar bu altı gün orucunu tutsunlar ve bu nimete ersinler. "Efendi, ben biraz oruçdan sıkılıyorum yani nefsime ağır geliyor". O vakit dilini tut. Kötü konuşmaz, hayır konuşursan gene oruçlusun. Lisân orucu derler ona. Lisânına oruç tutdur kötü söyleme. Kimseyi çekişdirme. Yüzüne karşı konuşup kalbini kırma. Tatlı konuş. Allah'a davet et. Şeytan'a, İblîs'e davet etme. Kötü yerlere davet etme. Hayıra götür. Dilini tut, oruç tutamazsan eğer. O Ramazân-ı Şerîf'de farz o. Ondan kurtuluş yok. Allah'ın emri o. Namaz da öyle. Kurtuluş yok. Beş vakit namaz farz. Ama Allah'ı seviyorsan, nâfiler oruçlar tut, nâfile namazlar kıl. Çünkü Allah'a en büyük kurbiyyet, nevâfilledir. Nâfile yani Allah'ın emretmediği ibâdetleri yapan kimseler, Allah'a yaklaşırlar. Öyle diyor Cenâb-ı Hakk hadîs-i kudsîde. Nâfile demek yani bedâvaya gitdi manâsına değil. Senin anlayacağın, Allah emretmediği hâlde, Allah'ı sevdiğinden dolayı, O'na olan aşkını, muhabbetini izhâr için yapacağın ibâdet ve tâatdır. Acaba anlatabildim mi? İşte insanı Allah'a yaklaşdıran da bu nâfile yani bu izhâr-ı muhabbetdir. "Bana kulumu en çok yaklaşdıran nevâfil ibâdetdir" diyor Cenâb-ı Allah. O Allah'ın emirleri ki beş vakit namaz, senede bir ay oruç, malının kırkda birini tasadduk etmek, ömründe bir defa mevsim-i hacda hacca gitmek, bu senin îmânının erkânı, dîninin temelleridir. Bunları yapmazsan mesûl olursun. Ama nevâfil olan ibâdetler, Allah'a olan muhabbetin izhârıdır ki Allah'a kurbiyyet peydâ olur. Anlatabildim mi?

Yâ Rabbi, bu benim dersimi dinleyen kullarını ve beni de aralarında, benden günahkâr yok, beni de affet ve yapmış olduğumuz dersin tesîrini halk eyle, konuşduklarımı ihlâs ile yapmak ve âmil olmak sizlere ve bizlere nasîb ü müyesser eyle Yâ Rabbi. Âhir kelâmımızı Kur`ân-ı Mecîd ve Kelime-i Tevhîd eyle. Îmânsız bizim çenemizi kapama Yâ Rabbi. 

Vallahu yed'û ilâ dâri's-selâm ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin müstakîm. 

www.muzafferozak.com

Efendi Hazretleri, bu hutbeyi, Cuma namazlarını kıldırdığı Kapalıçarşı'daki Câmili Han Mescidinde 21 Ağustos 1981 (20 Şevval 1401) tarihinde îrâd buyurmuşlardır. Efendi Hazretlerinin yayınlanmış bütün hutbelerine şu sayfadan erişebilirsiniz.
Listeye geri dön