12 Mayıs 2022 tarihinde yayınlanmıştır.
HUTBE
Kâlallahu Azze ve Celle fî Kitâbihi'l-Azîz.
Eûzübillahimineşşeytânirracîm.
Bismillahirrahmânirrahîm.
Sadakallahü'l-azîm
Receb, Şaban, Ramazan, Bayram derken, bu kaleleri, bu akabeleri, bu ayları atlatdık ve bayram haftasında bulunuyoruz. Tabii düşünenler için ve akılları başlarında olup da, gözlerinde ibret almak nasîbi olanlar için, bunlarda büyük ibretler vardır. Nasıl ki böyle serîan gelip geçdiyse hayâtımız, Receb, Şaban, Ramazan, Bayram derken, hayât da bu şekilde geçmekdedir. Yani çocukluk, gençlik dinçlik, ihtiyarlık derken, bir de bakıyorsun bir gün kapıya cansız at gelip dayanıyor, cansız at, cansız binek. Biliyorsun ne olduğunu değil mi cansız bineğin? O binek ki sevgilileri birbirinden ayırır, çocukları yetîm bırakır, sevgili âileleri dul kılar, sevdiğimiz malları sevmediklerimize teslîm eder, o cansız at. Ona teneşir derler, tabut derler.
Tabii Allah'a îmân eden ve Cenâb-ı Hakk'ı seven ve Allah yolunda bulunan kişiler için, bu ölümden korkmak yokdur. Çünkü mü'minler için ölüm bâbında yani ölümde vuslat-ı cemâl vardır, Allah'a mülâkât vardır, Allah'a kavuşma vardır. İşte bayram o vakitdir. Allah rızâsını kazandın, cennet yollarına düşdün mü, Hazret-i Muhammed sallallahu aleyhi vesellem sana ümmetim dedi mi, işte o vakit bayramı yapdın demekdir.
Korkanlar ve korkmaları lâzım olanlar, hakîkaten Allah'ı bilmeyenler, Allah'ı bilip de Allah'a âsî olanlar, Peygamber'e itâat etmeyenler, Kur`ân-ı Kerîm'e bağlanmayanlar, onlar korksunlar, onlar ağlasınlar. Ağlayamazlarsa niçin ağlayamıyoruz diye ağlasınlar. "Bizde ağlamak hissi, insanlık hissimiz yok mu oldu?" diye ağlayamadıklarına ağlasınlar.
Ramazanları makbûl olan kişiler, Ramazan'da evvel câmiye geldikleri gibi Ramazan'dan sonra da câmiye gelmeye başladılar. Bu adamlar Ramazanları kabûl olan kişilerdir. Ramazan'dan evvel câmiye geliyordun yâhud gelmiyordun, Ramazan'da câmiye geldin ve Ramazan'dan sonra da câmiye gelmeyi, Allah huzûruna çıkmayı devâm etdiriyorsun. Bil ki Ramazan'ın kabûl oldu, Allah'ın dostları arasına girdin. Müjde veriyorum sana. Ramazan'dan evvel gene geliyordun, Allah'ın sevgilisiydin, Ramazan'da sevgi bir daha artdı, şimdi gene âşıklar yolunda devâm ediyorsun. Yakın bir zamanda işte o korkulu gelici olan geldiği vakit, senin için korku yok. Bırakdıklarına, geriye bırakdıklarına da nedâmet etmek yok. "Eyvâh! Mallarım kaldı evlâdım kaldı" demen de yok. Ne gitdiğin yerden korku, ne bırakdıklarına mahzûniyyetin var. İşte bunlar, mü'minler, Allah'ın dostları, Allah'ın sevgilileri, Allah sevgililerine bu müjdeyi vermekde. Esteîzübillah. "اَلَٓا اِنَّ اَوْلِيَٓاءَ اللّٰهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَۚ elâ inne evliyâallah lâ havfün aleyhim velâhüm yahzenûn". Âgâh olunuz Allah'ın dostları, Allah'ı sevenler! Sizin için korku yok, gitdiğiniz yerden.
Teker teker gidiyorsun, görmüyor musun, birer birer gidiyor. Ama kâfir gitdiği vakit, âsî gittiği vakit, daha kabrin başına varır varmaz, melekler kendisiyle alay edecekler. Hizmetçileri varmış, adamları varmış, kendine hizmet eden taraftarları varmış, tâifesi varmış, işte böyle bir zâlim tek başına kabre gittiği vakit diyecekler ki, "Yalnız mı geldin? Hani arkadaşların? Dünyâ benim zannediyordun, ordularım var diyordun, adamlarım var diyordun, silahşörlerim var diyordun, muhâfızlarım var diyordun, yalnız mı geldin? Gel bakalım buraya! "ذُقْ إِنَّكَ أَنتَ الْعَزِيزُ الْكَرِيمُ zuk inneke entel azîzül kerîm". Tat bakalım şimdi Allah'ın azâbını! Sen büyük adamsın sen!" İşte böyle alay edecekler. Efendiler! Bu konuşduğum sözler size alay gelmesin, şaka da gelmesin, yalan da gelmesin! Vallâhi böyle olacak, billâhi böyle olacak! Çünkü Kur`ân-ı Kerîm böyle söylüyor, muhbir-i sâdık Hazret-i Muhammed Mustafâ, sallallahu aleyhi vesellem, böyle haber veriyor. Ne malın, ne paran, ne kasan, ne kesen, ne evlâdın, ne kisbetdiğin, hiç bir şey sana fayda ve menfaat vermez ancak kalbinde Allah muhabbeti, Allah aşkı, Muhammed muhabbeti, Muhammed aşkı varsa kurtuldun demekdir. Böyleleri için ne bırakdıklarına mahzûniyyet var, ne de gitdikleri yerden korku vardır. Sana âgûş-i Muhammedî açılacakdır.
Sonra neyini inkâr ediyorsun! Bir katre menîden halk olmadın mı, bir katre sudan? Ana rahminde, kudret fırçasıyla, hayız kanıyla Allah seni yoğurmadı mı? Tekrar seni halk etmek Allah'a güç olacak zannediyorsun yani? Büyük ibret var, ilkbahara bak, neşir gününü düşün yani kıyâmetde ölümden sonra kalkmayı düşün, ilkbaharı gördüğün vakitde. Receb, Şabân, Ramazân, Bayrâm geçdi, bil ki ömrün gidiyor süratle.
Ey mü'minler! Ey gençler! Ey bizimle yaşdaş olanlar! Bizden yaşlılar! Bilmiş olunuz ki yakın bir zamanda korkduklarımız başımıza gelecekdir. İnkâr etdiklerimiz meydâna gelecek, ikrâr etdiklerimiz yok olacakdır. Malım mülküm var derken elinden çıkacak, yok olacak. "Âhiret var mı? Mahşer var mı? Kıyâmet var mı? Kabirde suâl var mı" diye inkâr etdiklerimiz önümüze çıkacakdır.Şimdi mü'minler! İnsanların omuzunda iki melek vardır. Bunlar senin yoldaşındır, arkadaşlarındır. Nereye gidersen git, ne yaparsan yap, senin yapdıklarını onlar kaydederler. İze's-semâün fetarat sûresinde, esteîzübillah, "كِرَامًا كَاتِبِينَ يَعْلَمُونَ مَا تَفْعَلُونَ kirâmen kâtibîne ya'lemûne mâ tef'alûn". Ne yaparsan onlar kaydederler. Sağ omuzdaki melek hayır ve hasenâtı yazar. Yani yapdığın hayırları yazar. Ama bu hayırda, riyâ var mıdır yok mudur, onu bilmez. Kullar seni nasıl görüyorsa, o melek, gördüğü gibi yazar ve yapdığın hayır ve hasenâta en aşağı bire on yazar ve hemen yazar.
Meselâ bir bardak su verdin bir fukarâya, yâhud ahbâbına, yâhud komşuna, bir bardak su. Senin için su gâyetle ucuz olduğu için burada onu misâl olarak gösteriyorum. Halbuki bir bardak suya bütün dünyâyı verirsin. Bütün dünyâ senin olsa, bir bardak suya verirsin. Sana göre küçük görünür o ama esâsında büyükdür. Bir bardak su verdiğin vakitde, en aşağı on bardak su vermiş gibi sevab yazılır. Acabâ anlatabildim mi? Bir kuruş verdin, on kuruş vermiş gibi yazılır. En aşağı ama. Allah dilerse, bunu yetmişe, yedi yüze, yedi bine, yedi milyona yüceltir, yükseltir.
Sana bir müjde daha vereyim. Bir adam günah işledi, işledi, işledi, dikkat buyurunuz, günah işledi, işledi, öyle günahlar yapdı ki bu zât-ı muhterem, düşünmedi hiç Rabbini, Allah'ın gördüğünü, meleklerin bunu kaydetdiğini bilmiyor bu, gaflet içerisinde, günahlar işledi. Sonra, günahları denizlerin köpüğü kadar oldu. Sonra aklı başına geldi. "Eyvâh! Ben ne yapdım?" dedi. Çünkü zâten aklı başında olanlar kendisinden bir günah da zâhir olsa, zuhûr etse, bir günah işlese, hemen akılları başına gelir, "Ben ne yapdım!" diye Allah'a rücu' ederler. İşte bu kemâle gelmen lâzımdır. Bundan daha yüksek bir mertebe vardır. Günah işlemekden korkarlar.
Meselâ seyyidinâ Ebâbekir Sıddîk Hazretleri, bak Cenâb-ı Hakk'ın ismiyle beraber oraya koymuşlar, ağzında taş taşırdı. Neden biliyor musun? "Söyleyeceğim söz, Allah'ın gücüne mi gider, Peygamber'i mi incitirim" diye, evvelâ düşünürdü, sonra eğer hayırlı konuşacaksa çıkarır konuşurdu ve illâ ağzına taş koyardı. O kadar!
Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinden bahsedeceğim. Onun için yani günah işlemek meselesi bu. O yapdı, haberi yokdu, isyandan filan. Allah'ı sevenler günah işlemezler, günah işlemekden kaçınırlar. Kazâ-yı Rahmânî zuhûr ederse, Allah'a döner, istiğfâr eder, Allah'a rücu' eder.
Sonra aklı başına geldi tövbe etdi. Tövbe de, "Tövbe yâ Rabbi" demek değil mücerred. Biz ekseriyâ öyle biliyoruz. Tövbemiz bu bizim, "Tövbe yâ Rabbi", sonra gene işliyoruz. Bu istihzâ olur. Tövbe demek, bir daha yapmamak üzere cezm ü kasd ederek Allah'a söz vermek. Ve bunu da elfâzıyla izhâr etmek, sözle izhâr etmek. "Estağfirullah, Yâ Rabbi ben affet, tübtü ilallah, ben sana tövbe etdim Yâ Rabbi, söz veriyorum bir daha günah işlmeyeceğim" demek. Eğer onun üzerinde kazâ-yı Rahmânî varsa, tekrar unutur bu verdiği ahdi, unutabilir, gene günah işler. Hemen aklı başına gelip gene Allah'a dönmek lâzımdır. Ama aklı başındayken böyle "Tövbe Yâ Rabbi" gene işledi, "Tövbe Yâ Rabbi" gene işledi, bu tövbe sayılmaz. Acaba anlatabildim mi? Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem, yani Peygamberimiz, kerîm olan Resûl, bütün resûllerin en ekremi, en kerîmi olan Muhammed Mustafâ, diyor ki, tövbe şöyle olacak diyor efendiler! Hayvandan sütü sağdığımız vakitde, aynı sütü aynı memeden içeri verebilir miyiz? Veremeyiz. Tövbe böyle olacak.
Tövbe etdi. İyi dinle! Sonra Cenâb-ı Hakk bunu ne yapar? Günahlarını affeder. Eder mi? Eder. Cenâb-ı Hakk dilerse günahlarını affeder. O adam bu af üzerinde durursa, yani tövbesinde sâbit olursa, Allah'a ibâdet ve tâatda bulunursa, ne olacak, Cenâb-ı Hakk gene meleklerine emreder, "Ne kadar günahı vardı?", "Yâ Rabbi yüz bin günahı vardı", "Yüz bin günahını affedin, defterini silin onun, temizleyiniz, tathîr ediniz", "Etdik yâ Rabbi". Gene adam tövbesinde devâm ediyor, ibâdet ve tâatında. Sonra Cenâb-ı Hakk buyurur ki, "O yüz bin günahı sevâba çeviriniz, sevab yapmış gibi yazınız". Acabâ anlatabildim mi? Esteîzübillah. "يُبَدِّلُ اللَّهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ Yübeddilullahi seyyiâtihim hasenât". Allah seyyiâtı, günahları hasenâta tebdîl eder, tövbekâr olan mü'minlerin.
Bunun da en ekalli, ondur, okuduğum âyet-i kerîmede, "مَنْ جَٓاءَ بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ عَشْرُ اَمْثَالِهَاۚ men câe bi'l-haseneti felehû aşru emsâlihâ", onla başlar. Günahlarda bire birdir. Bir günah işleyene bir günah yazılır ve yirmi dört saat tehîr edilir. Allah'ın rahmetine bakınız. Kul sevâb işledi, bir sevâba en aşağı on sevâb yazılır, hemen yazılır. Günah, deftere kaydolmaz, bir günah yazılır fakat yirmi dört saat tehîr edilir. Neden? Belki tövbe eder diye. Yani Allah kuluna fırsat verir. Acabâ anlatabildim mi?
Şimdi, bu iki melâike, senin her ef'âl ve harekâtını görürler. Bazı yapdığımız hareketlerle onları incitebiliriz. Nitekim gene Cenâb-ı Hakk Kur`ân-ı Kerîm'de böyle söylüyor, yani âşıklar için, sâdıklar için, sâlihler için, zâhidler için söylüyor. Esteîzübillah. "إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللَّهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلَائِكَةُ أَلَّا تَخَافُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَأَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّتِي كُنتُمْ تُوعَدُونَ* نَحْنُ اَوْلِيَٓاؤُ۬كُمْ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا innellezîne kâlû rabbünallahe sümmestekâmû tetenezzelü aleyhimül melâiketü ellâ tehâfû velâ tahzenû ve ebşirû bil cennetilletî küntüm tû'adûn, nahnü evliyâüküm fil hayâtid dünyâ". Rabbim Allah dedi ve istikâmetde bulundu yani günah işlemedi. Allah'dan korkarak, Allah'ın celâl sıfatından korkarak, günahlar yapmakdan kaçındı. Allah'ın yasaklarından kaçındı, emirlerine imtisâl etdi. "اِنَّ الَّذ۪ينَ قَالُوا رَبُّنَا اللّٰهُ innellezîne kâlû rabbünallah", Rabbim Allah dedi, inandı, lisân ile ikrâr etdi, kalb ile tasdÎk etdi ve Allah'ı sevdi, yasaklarından kaçındı ve emrilerini yerine getirdi. Şimdi, bunlar ölürken melekler geliyor, " تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلٰٓئِكَةُ tetenezzelü aleyhimül melâike", onlara ölüm ânında biz melekleri göndeririz. " وَاَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّت۪ي كُنْتُمْ تُوعَدُونَ ve ebşirû bil cennetilletî küntüm tû'adûn", vaadolunan cenneti onlara tebşîr ederler yani müjdelerler ve derler ki, "نَحْنُ اَوْلِيَٓاؤُ۬كُمْ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا nahnü evliyâüküm fil hayâtid dünyâ", biz sizin dünyâda arkadaşınızdık, sen bizi görmüyordun ama sizle berâberdik biz. Sözümün isbâtını söylüyorum. Dünyâda iken sizinle berâberdik bundan sonra da yine berâber olacağız. Çünkü iki kirâmen kâtibin Allahu Sübhânehû ve Teâlâ Hazretlerine der ki, "Yâ Rabbi, kul öldü, bunların defterleri kapandı, şimdi ne olacak?". Hakk Teâlâ buyurur ki, "Tövbe üzerine mi öldü, ibâdetli mi öldü, âşık u sâdık mı öldü, oturun onun kabrine, kabrinde ona arkadaş olunuz, kıyâmet gününe kadar onun için istiğfâr ediniz ve ona salât ediniz, ona duâ ediniz, ona enîs ve yoldaş olunuz" der. Kabir ya cehennem çukurlarındna bir çukurdur, ya cennet bahçelerinden bir bahçedir. Acabâ anlatabildim mi?. Sen üstünü istediğin gibi tamir ettir kabrin, altı harâb olursa felâket olur.
Şimdi, bu kirâmen kâtibîn seninle berâber dolaşır, söylediğim gibi, ölüm ânında senin karşında zâhir olurlar. Daha başka melekler var. Hafaza melekleri var, salavat melekleri var insanın vücûdundan, beraber, seninle beraber dolaşıyor. Hakk cânda, Şeytan kandadır. Şeytan da sana yakındır hâ! "Ey mü'min korkma! Seninle berâberiz, bundan sonra da berâber olacağız" derler, müjdeyi verirler, "Bak, Allah'ın vadetdiği cennete". Herkesin makâmına göre. Cennet isteyene cennet vardır, rızâ isteyene rızâ, rıdvân isteyene rıdvân, cemâl-i ilâhî isteyene cemâl-i ilâhî vardır. Hazret-i Muhammed'e âşık olanlar da, ölüm ânında, Resûlullah'ın kucağına düşerler. Ama âsîler, ibâdeti yok, taâti yok, tahâreti yok, insanlara hıyâneti çok, hâinlik etmiş, herkese zarar vermiş, bunların işleri felâket olur.
Bire on, bire bir. Şimdi anlatacağım, misâlini vereceğiz. Niçin söylüyoruz bunu? Cenâb-ı Peygamber sallallahu aleyhi vesellem buyuruyor ki, "Bir kimse otuz gün oruç tutarsa, yani bir ay oruç, bazen yirmi dokuz, bazen otuz oluyor, Allah bire on verdiğine göre otuz günü onla çarparsak ne olur. Üç yüz olur. Altı da bu aydan, Şevval ayından ilâve edilirse, altıyı da onla çarpalım, ne yapar, altmış, ne olur, üç yüz altmış. Beş gün de bayram, dört gün kurban bayramı, bir gün Ramazan bayramı, beş gün bayram, ne olur, üç yüz altmış beş. Ne demek istiyorum? Ramazan'ı tutup, arkasından altı gün oruçlarını tutarsa bir adam ki Resûlullah Efendimizden Ebâ Hureyre haber veriyor, bütün seneyi oruçla geçirmiş gibi olur, o sevâba erer. Acaba analatabildim mi? Yani otuz gün Ramazanı onla çarpdık, üç yüz. Ramazan yirmi dokuz geldiyse, yedi gün tutarsın orucu, ilâve edersin. Diğer aylarda da bu altı gün, yedi gün tutulabilir ama Şevval'de turmalısın, oruca alışmışken. Bırakırsan eğer nefis ister yemeği, unutursun ve gider.
Ama dillerini tutmayanların, oruç tutmalarının hiç faydası yokdur. Ramazan orucu ayrıdır. Dilini tutmayan, adam çekişdiren, gıybet eden, kalb kıran, insanlara kötülük yapan diller ki onlar akrep sıfatdır, yılan sıfatdır, dilleriyle halkı incitiyorlar, amelleri onların yılandır ve akrepdir. Yani zâhirde insan da görünseler, hakîkatde yılandır kendileri ve akrepdir. Lisânla insanları incitiyorlar, lisânlarıyla. Böyle olursa bir adam o vakit lisânını tutsun daha iyi, hayırlı. Ama otuz gün oruç mutlaka farz. İslâm'ın biNâsı beşdir. Savm u salât, hacc u zekât kelime-i şehâdet. Geçiyoruz.
Böyle olunca otuz gün oruca üç yüz. Bire on, üç yüz. Altı gün de sitte-i Şevval yani Şevval ayından.
Ha bir de şey var aklıma gelmişken söyleyeyim sizlere. Soruyorlar, "Efendim iki bayram arası nikah olur mu olmaz mı? Uğursuzluk varmış" filan. Sakın hâ böyle bir şey düşünmeyiniz. Böyle bir şey yokdur. Resûlullah sallallahu aleyhi vesellem Ramazan ayından sonra gelen bu ay, içinde bulunduğumuz ay, arabî ay, Şevval ayıdır, arabî aylardan Şevval ayıdır, Hazret-i Ümmü'l-Müminîn Âişe radıyallahu anhâyı Cenâb-ı Peygamber bu ayda almışdır. Onun için bazı zevât soruyor, "Efendim nedir bu iki bayram arasındaki nikah meselesi?". Cuma ile bayram bir araya gelirse, ikisi de bayramdır, hem Cuma Namazı hem Bayram Namazı, arada vakit olmadığı için, o anda nikah olmaz. Ondan sonra, öğleden sonra nikah kıyabilirsin. Acaba analatabildim mi? Onun için bir çok nikahları böyle ne yapıyorlar, Ramazan içinde kıyıyorlar, Ramazan'dan evvel kıyıyorlar, "Aman Ramazan'dan sonra Şevval ayında olmasın" filan diye. Bu bir teşe'eüm meselesi, bazı düşünceleri az olan kişilerin ortaya koyduğu bir takım dedikodulardır bunlar. Dînde böyle bir şey yok. Evlenecek olan adam iki bayram arasında da evlenir, yani Şevval ayında ve Zilkade'de. Daha evvel de evlenebilir, daha sonra da evlenebilir. Ayrı, sözümüz yok ona.
Otuz gün gün Ramazan, altı Şevval, otuz altı. Onla çarp, üç yüz altmış. Beş de bayram, üç yüz altmış beş. Senenin de günleri üç yüz altmış beşdir. Bir adam bu orucu böyle tutarsa üç yüz altmış beş gün Allah'a oruç tutmuş gibi ecre nâil olur. Dediğim gibi işte tutmağa kâdir olamayanlar, dillerini tutsunlar, kâfî onlar için. Yani Şevval orucundan bahsediyorum, Ramazan orucundan değil. Ramazan orucu, farzdır o. Şimdi misâlini verelim geçelim, sonra bitirelim işi.
Günlerde bir gün Cenâb-ı Fâtımetü'z-Zehrâ, Allah misâlini vermiş bize böyle hikâyeyle, rahatsızlanmış.
Fâtımetü'z-Zehrâ kimdir? Hazret-i Peygamber'in sevgili kerîmesi, yani kızı, yani bizim annemiz. Ve onun hakkında Cenâb-ı Peygamber buyurmuş ki, "Yâ Fâtıme enti bid'atin minnî, sen benim parçamsın" demiş. Cenâb-ı Fâtımetü'z-Zehrâ yani Fatma Annemiz. Ve Peygamberimizin zürriyeti onun tarlasından gelmişdir. Peygamber Efendimizin yedi çocuğu oldu, bunların altı tânesi Efendimizden evvel vefât etdiler. Bir tânesi, Fâtıme, Cenâb-ı Peygamber'den altı ay sonra, altı ay kadar yaşadı. Şimdi zaman dar olduğu için bu kadar kâfî. Sonra anlatacağım inşallah. Söylemişimdir ama gene anlatırım. Fâtımetü'z-Zehrâ Hazret-i Ali ile evlendirildi, Allah emriyle.
İmâm-ı Ali kim? Peygamberimizi büyüten, Peygamberimizi malıyla canıyla müdafaa eden Ebû Tâlib'in oğlu Hazret-i Ali'dir. Peygamberimizin amcası oğludur. Cenâb-ı Allah'ın emriyle Fâtımetü'z-Zehrâ Hazret-i Ali'ye verildi. Sonr ao tarladan Peygamberimizin zürriyeti geldi. Peygamberimizin evladları Peygamberimizden evvel vefât etdiler. Altı ay sonra kalan Cenâb-ı Fâtıme'dir. Zürriyet-i Muhâmmedî de oradan gelmişdir.
Hastalandı, Cenâb-ı Ali yanına girdi.
Fâtıme kimdir? Biraz daha anlatalım. Bir kaç söz daha. Kaç defa Resûlullah'ın yanına girerse Cenâb-ı Fâtıme Cenâb-ı Peygamber ona ayağa kalkardı. Onu bağrına basar, mübârek ellerini öperdi onun. Çünkü zürriyyet-i Muhammedî oradan geldi. Hasan ve Hüseyn'in annesi yani. Rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmaîn.
Hastalandı. Cenâb-ı İmâm-ı Ali Hayder-i Kerrâr huzûra geldi, bakdı ki Fâtıme'nin yüzü sapsarı olmuş, rahatsız. "Yâ Fâtıme, rahatsız mısın?". "Yâ Ali, bugün çok rahatsızım, canım da nar istiyor, bana bir nar bulamaz mısın?". Koskoca Peygamber'in kızının evinde nar alacak para yok. Fakîr miydi bunlar? Hayır. Allah bunlara dünyâ ve âhiret hazînelerini vermişdi. Fakat dünyâ hazînelerini kabûl etmemişler, ellerine geçen malı ve mülkü ve emlâki fukarâya tasadduk etmişlerdi.
Diyor ki ezvâc-ı tâhirât, "Biz on sekiz kişiydik, Peygamber'in evinde sabahleyin kalkdığımız vakitde sofrada bir lokma ekmek bulamazdık. Peygamber hepsini dağıtırdı". Sallallahu aleyhi vesellem. Sen yapamazsın öyle şeyi. Yapanlarınız vardır belki içinizde, erkekler, ama sen ben yapamayız, kolay iş değil. Hattâ Cenâb-ı Hafsa ile Hazret-i Âişe demişler ki, "Yâ Resûlallah, ashâbın eskiden fakîr idi, bizim rızkımızı kesip onlara veriyordunuz, şimdi onların hepsi hâli vakti yerinde oldu, Medîne'ye geldiler, burada mal mülk sâhibi oldular, artık senden dünyâ metâı bir şey istemiyoruz, sabahleyin kalkdığımız vakitde ekmek tenekesinde yâhud ekmek sepetinde bir parça ekmek bulalım". Efendimiz darıldı onlara, kırk gün mescide girdi çıkmadı dışarıya. Kırkıncı günü Hazret-i Ömer geldi, dedi, "Yâ Resûlallah işittim ki kızım Hafsa, sana böyle yapmış, eğer yüzünü göstermezsen bana, gideceğim Hafsa'yı öldüreceğim" dedi. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem Bilâl'e dedi ki, "Bırakın, Ömer'i alın içeriye" dedi. O gün kırkıncı gündü. Neyse, bu da böyle kalsın bu kadar. İnşallah başka bir zaman bunu da anlatırız, üzerinde dururuz. Onun için Cenâb-ı Peygamber hepsini verirlerdi.
Cenâb-ı Ali dışarı çıkdı. Uzatmayalım. Bir nar kazandı, nar parası. Bir nar aldı, Fâtımetü'z-Zehrâ'ya geliyordu. Yolda bir fakîr çıkdı önüne İmâm-ı Ali'nin, "Yâ Ali, rahatsızım, hastayım o narı bana versene" dedi. Hazret-i İmâm düşündü, biri Peygamber kızı Fâtımetü'z-Zehrâ, biri ümmetden bir garîb. "Fâtımetü'z-Zehrâ, Peygamber kızıdır o sabreder, biz ümmete verelim bunu" dedi, o fukarâya narı verdi ve huzûr-i Fâtıme'ye geldi. Cenâb-ı Fâtıme iyi olmuşdu.
Burada bir incelik vardır. Doktorlar bir hastadan elini çekdi mi, sadakayla o tedâvî olunabilir. Dikkat edin, bir şey daha söyleyeceğim, çok mühim. Bir şey yediğiniz vakitde sizi seyreden kişiye tattırmazsanız o yediğiniz şeyi o sizin için derd olur, çâresi bulunmaz. İkincisi fukarâya verilen tasadduk ile insanın üzerindeki bulunan belâ def' olur, hastalık def' olur. Bazı hastalıkları sadakayla tedâvî ediniz. "Devvû merdâküm bi's-sadaka". Peygamber diyor ki, "Sadaka ile hastalarınızı tedâvî ediniz" diyor Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem. Kulağında bulunsun böyle. Geçiyoruz.
İyi olmuşdu. Dedi, "Geçmiş olsun, ne oldu?". "Yâ Ali sen fukarâya narı verdin", demek ki görmüş Fâtımetü'z-Zehrâ, maneviyyatla, yani manevî radarla, "Allah bana şifâsını verdi" dedi. Bir müddet sonra kapı çalındı. İmâm-ı Ali kapıyı açdı. Selmân-ı Fârisî ki sahâbeden ve bu zât-ı muhterem Fars olduğu hâlde Peygamberimiz, "Selmân min ehl-i beytî" buyurmuş, "Selmân-ı Fârisî benin ehl-i beytimdendir" demiş Cenâb-ı Peygamber. Selmân gelmişdi, elinde bir tabla vardı, tepsi, üzeri kapalıydı. İmâm-ı Ali Efendimiz çıkdı kapıya, "Nedir ya Selmân?". "Allahu Sübhânehû ve Teâlâ Cebrâil'le Cenâb-ı Peygamber'e, Resûlullah da sana gönderdi bunları yâ Ali". "Nedir, ne var bunun içerisinde?". Bir açdı ki dokuz tâne nar var. Bir verdi, dokuz. İmâm-ı Ali buyurdu ki, "Yâ Selmân, bu nar dokuz olmaz, on olması lâzım. Çünkü Allah bire on veririm diyor. Nasıl dokuz olur" deyince Selmân-ı Fârisî şurasından narı çıkardı, "Yâ İmâm senin ilmini imtihan etdim, beni affet" dedi. "Evet nar ondu" dedi çıkardı, koydu.
İşte anlaşılıyor ki, Cenâb-ı Hakk bir en ekall on verecekdir. Bunu böyle itikad et, itikâd-ı tâmmeyle, Resûlullah'a tâbi ol, O'nun sünnetiyle yürü, iki cihânda ihyâ olursun.
Efendi Hazretleri, bu hutbeyi, Cuma namazlarını kıldırdığı Kapalıçarşı'daki Câmili Han Mescidinde 30 Temmuz 1982 (10 Şevval 1402) tarihinde îrâd buyurmuşlardır. Efendi Hazretlerinin yayınlanmış bütün hutbelerine şu sayfadan erişebilirsiniz.