Bir Rüyâda Gördüğümüz Eyüb
13 Temmuz 2019 tarihinde yayınlanmıştır.
Türklerin ölüm şehri Eyüb, Avrupa toprağının bittiği sâhilde İslâm cennetinin bir bahçesi gibi yeşil duruyor. Bu ölüm şehrini bir defa görenler, kendilerini bir servi ve çini rü’yâsı içinde kaybolmuş gibi hissettikleri zaman biliyorlar mı ki hakîkaten bir rü’yada bulunuyorlar? Çünki Eyüb, İstanbul’u fethetmeye gelen Türk ordularının hicretin 857’inci senesi bahârında, surlara karşı gördükleri bir rü’yâ idi. İşte o rü’yâ, Halic’in kenarında, şimdi gördüğümüz yeşil şehir oldu.
Epey seneler evvel İstanbul’u görmeye gelen şâir Henri de Regnier, Eyüb mezarlıklarının bir yokuşunda durmuş, Türk ölümünün derin bir vecdiyle, Türk ırkından doğup, bizimle berâber yaşayıp, öldükten sonra, mezarına sarıklı bir taşın dikilmeyeceğine acımış ve “İstanbul! mü’minlerin o kadar sevdiği Eyüb servilerinin altında kendimi senin ölülerinle kardeş hissettim.” demişti. Bir Katolik şâirini böyle söyleten Eyüb, bizi de içine aldığı zaman fazla düşündürmüyor, orada âhiret havasını teneffüs ederken müsterih oluyoruz, zihnimizi yormuyoruz.
Fakat Eyüb’ün bu servi ve çini rü’yâsından uyanan bir zâir diyebilir ki: "Neredeyim!...Bulunduğum yer İslâm cennetinin yeşil bir bahçesini andırıyor. Maamâfih ne kadar garip ki Rum kayserlerinin “Vlaherna” dedikleri meşhûr saraylarının harâbesi burada!…Upuzun giden bu surlar o kayserlerin müdâfaa siperleriydi…Bu toprakta Medîne’de doğmuş, Hz. Muhammed’le görüşmüş ve konuşmuş olan bir sahâbe yatıyor ki ismi Ebâ Eyyûb Hâlid!…Medîne nerede? Bizans sarayının burçları nerede? Bunların arasında ne münâsebet var? Bu toprağa İslâmın yeşil nuru niçin böyle bol yağmış?…”

Ben de bu sualleri kendi kendime sordum. Düşünmeye başladığım zaman Eyüb’ün maverası gözlerime bir kat daha nurlu göründü. 857 senesinin baharında Edirne’den Kostantaniyye surlarına doğru boşanan Türk ordusu, anlı şanlı ve kuvvetli idi. Başında yeni tahta çıkmış, yirmi iki yaşında bir padişah vardı, onun devrini açmaya geliyordu. Fakat birkaç sene evvel o padişahın babası Murâd-ı Sânî ile Varna’da ve Kosova’da iki defa Ehl-i Salîb’in zorlu ordularını yenmiş, dağıtmış, kaçırmış ve galebenin en sarp zevkiyle mest olmuştu.
Her zaferden daha kuvvetli çıkan bu ordu, o zamana kadar taşlarına dayanan bütün barbar sellerini kırmış olan o müthiş surları sararken kendi azametini, kendi şan ve şerefini, kendi kudretini görmüyordu, yalnız 857 sene evvel Hicaz çöllerinde geçmiş bir gazveyi, Bedir gazâsını düşünüyordu, çünkü o gazvede Peygamber’in yeşil sancağını taşımış olan sahâbî Hâlid Ebâ Eyyûb, seksen yaşında bir pir iken, İslâm ordularıyla Kostantaniyye’ye gelmiş bu surları sarmış, sonra Eğri Kapu burçları yanında şehid düşmüştü, rivayete göre mezarı oradaydı.
Ah!… Îmân devirlerinin hâli. O zamanki Yeniçeri ortaları kendi büyük ve müthiş maceralarından zevk almazdılar, kışlalarda kendilerine hikâye edilen Bedir, Uhud, Huneyn gazvelerini, İmâm Ali’nin yararlıklarını, kamaşmış gözlerle dinlerdi. İstanbul’un fethi için surların önüne geldikleri zaman da gözlerini Peygamber’in Bedir gazâsında yeşil sancağını taşıyan Hâlid kamaştırıyordu.

Peygamber’in Mekke’de Medîne’ye hicret ettiği o hazîn senenin hikâyesi fetih askerlerinin kalbindeydi. Peygamber muhâcirînle Medîne’ye girerken çocuklar sokaklarda: “Resûlullah geldi!” nidâsiyle çığırışıyorlarmış. Medîne düğün bayram edercesine şenlik ediyormuş, halk Resûlullah’ın devesinin yularına sarılıyormuş, fakat Resûlullah, onları “Ona dokunmayınız, Allah tarafından me’mur olduğu mahalle gidiyor durunuz bakalım, nereye gidecek?” diye men' ediyormuş, devenin yularını bırakmış o nerede durursa oraya ineceğini söylüyormuş, o mübârek hayvan gitmiş, önce hâlî bir arsada çökmüş, lâkin çok durmamış, kalkmış, tavus gibi süzülerek Hâlid yani Ebâ Eyyûb Ensârî’nin evi önünde çökmüş ve sonra boynunu uzatmış, bağırmış, Resûl-i Ekrem de: “İnşallah konağımız burasıdır” demiş, Halid’in evine girmiş. O gün Medîne halkı Hâlid’in evi önünde Resûlullah’ı görmek için ayakta bekliyormuş, mü’minlerle berâber Yahudi ulemâsından Abdullah bin Selâm da gelmiş, Peygamber’in yüzüne bakmış, “Bu yüz yalancı yüzü değildir” demiş, o da müslüman olmuş.
Sonra Resûlullah, devenin çöktüğü o yerde bir mescid bina edilmesini arzu etmiş, bu mescid bina edilirken eshâbiyle beraber çalışmış, kendi mübarek elleriyle kerpiç taşımış. Şimdi Mescid-i Nebevî dediğimiz yer Halid’in evinin yeri imiş; Allah'ın insanlara gönderdiği son peygamber orada yatıyormuş. Kendi evi Ravza-i Mutahhara olduktan sonra Kostantaniyye’de bir burcun yanında garip bir şehîd olarak vücûdu bırakan Hâlid, yeniçerinin Rumeli ve Anadolu ocaklarının gözlerinde tütüyordu. Bâhusûs ki Hâlid, Resûlullah’ın Bedir gazâsında yeşil sancağını taşımış, Hz. Muhammed’in asker kavmi olan Türkler, bunun için millî bir temâyülle Hâlid’i daha ziyâde seviyorlardı. Çölde o mübârek Bedir gazâsı…O yeşil sancak, müşriklerin o hezîmeti. İslâm’ın ilk galebesi…
İşte o rûhânî gazâda yeşil sancağı taşıyan Hâlid seksen yaşına girdikten sonra Arap ordularıyla Kostantaniyye’yi muhâsaraya gelmişti. Kostantaniyye’nin müslümanlar tarafından ikinci muhâsarası diye anılan o sefer ne hazîndir. Uzun bir muhâsaradan sonra şiddetli bir kış olur, güneş çocukları olan Araplar, Ayastafanos’tan Halic’e kadar kesîf bir kar altında kalırlar, kırılırlar, ölürler. Şimdi Türk ölülerinin sur boyunca yattığı o mezarlıklara o zaman Peygamber’i görmüş, yahut da Peygamber’i görenleri görmüş olanların kemikleri gömülmüştü.

Kostantaniyye’nin son muhâsarası, surların aşılmaz, kırılmaz, yıkılmaz, geçilmez metâneti önünde bir müddet gevşer gibi oldu. Sadrazam Halil Paşa'yla birçok ulemâ bu muhâsarının ref’ine taraftardılar. Akşemseddin ve Zağanos Paşa şiddetle harbe devam etmeyi istiyorlardı. Muhâsaranın ref’ine temâyül arttığı günlerde Akşemseddin fecî bir sıkıntı geçiriyormuş, bir zaman murâkabeye varmış, Resûlullah’ın alemdârı Hâlid Ebâ Eyyüb’un mezarını keşfetmek için ter döküyormuş. Akşemseddin’i bu murâkabede görenler: “Efendi kabr-i Eyyûb’u bulamadığı için hicabından hâba vardı” diye tacîz etmişler. Bir saat sonra Akşemseddin secdeden başını kaldırmış, mübârek gözleri kan çanağını andırır bir halde, başında bekleyen genç Fâtih’e: “Beğim, hikmet-i Hudâ, seccâdemizi tâ kabr-i Eyyûb üzre döşemişler. Hemen şu mahalli kazsınlar.” demiş. Toprak üç zürra’ derinliğinde kazıldıktan sonra, üzerinde kûfî hatla “Hazâ kabrü Ebâ Eyyûb” kitâbesi olan bir sanduka çıkmış.
Âh o saatte sûrun bir ucundan bir ucuna sirâyet eden sevinç. Müjde haberleri. Galeyan. Fetih askerleri Hâlid’i yeşil sancakla tecellî etmiş kadar bâriz hissetmiş.
Hâlid’in kabri zâhir olduktan sonra, muhâsaranın ref’ini tavsiye edenlerin dili tutulmuş, surlara son hücum hazırlığı kan ter içinde başlamış.
Fetih gecesi, sabaha karşı, Akşemseddin bir tepe üzerinden kanatlarını açan kocamış bir kartal gibi, kollarını açarak: “Yâ müfettihe’l-ebvâb ” nidâsiyle bağırırken, genç Fâtih, sağ kolunun yumruğuna toplanmış yıldırımlar gibi, sıra ile, büyük topları, Anadolu, Rumeli ocaklarının askerlerini, azepleri, seymenleri, sipâhileri ve son darbe olan Yeniçeri’yi surların üzerine boşaltıyordu. Kurûn-ı Vustâ’nın o son gecesi geçip, şafak sökerken, asırlardan beri yüzlerce Barbar orduları karşısında çözülmeyen surlar birdenbire çözüldüler. Genç ve dinç Yeniçeriler, Topkapı ve Edirnekapı arasındaki Lykos vadisinin ortasından Kostantaniyye’nin içine girdiler.
Fetihten sonra, sahâbî Halid’in kabri etrâfına ilk şehîdler gömüldüler. Akşemseddin’le fetih askerlerinin, muhâsara günlerinde gözlerine görünen sahâbî Hâlid, bir timsâl iken toprakta bir makâm oldu, o makâm bir şehîdlik oldu, o şehîdlik bir ölüm şehri oldu. Ölüm şehri Avrupa toprağında İslâm cennetinin, yeşil ve rûhânî bir bahçesi oldu. Fetihten beri, yumuşak bir Türk söyleyişiyle “Eyüb” dediğimiz bu cennet bahçesine, en büyük sadrâzamlardan en fakîr mü’minlere kadar kâfîle kâfile rûhlar girdiler. Bütün o kabirlerin aralarından geçtiğim bir gün sahâbî Halid’in yanında fetih askerlerinden birinin burma kavuklu taşına vecd ile uzun uzun baktım, tiryâkî bir ocak ihtiyarının vücûdunu haber veren o metîn taş, ölümün ortasında kavuğu yıkmış, hâlâ fetih rü’yâsını görüyor gibi dalgın duruyordu.
Zâten Eyüb, o rü’yânın toprakta mücessem bir devâmı değil mi?
Yahyâ Kemâl Beyâtlı'nın bu yazısı ilk defa, 5 Mart 1922 tarihli Tevhîd-i Efkâr Gazetesi’nde neşredilmiştir.
Listeye geri dön