Büyük Cihâd : Memleket-i İnsâniyyeyi Nefs Elinden Kurtarmak

28 Mayıs 2021 tarihinde yayınlanmıştır.

Zikrullah

Büyük mürşidlerimizden İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri Kitabü'n-Netîce nâmındaki eserlerinde buyuruyorlar ki: 

Şehîd Allah katında hâzır olana derler, düşman karşısında hâzır olana değil. Yani şehîd, ki şâhidin mübâlağasıdır, hâzır demekdir. Huzûrda ise mu'teber olan 'indallâh hâzır olmakdır. Yoksa 'idâ ki a'dâullâhdır, onların 'indinde hâzır olmak değildir. Pes, şol kimse ki 'indallâh hâzırdır, firâşında vefât etse dahi şehîddir. Ve şol kimse ki makâm-ı 'indiyyetde değildir, gazâ edip maktûl olsa dahi şehîd değildir. Şu kadar vardır ki eğer sıdk-ı niyyet ve hulûs-ı taviyyet ehli olup dîn-i Hakk'a huccet ve burhân ile şehâdet etdikden sonra seyf ve sinân ile dahi şehâdet ederse fi'l-cümle huzûr ehli olmakla şehîddir. İşte şühedâ-i ma'reke bu kabîldendir ve illâ garaz-ı dünyâ ile muhârebe edip maktûl olmakda rütbe-i şehâdet yokdur. Ne huzûr ma'nâsına ve ne şehâdet ma'nâsına huzûr ve şuhûdu olmadığı zâhirdir. Zîrâ kârı garaz-ı Hakk üzerine mebnî değildir. Ve şehâdeti dahi böyledir ki muhârebesi dîn-i Hakk'ı i'lâ için değildir. Ve hadîsde gelir ki, "İ'lâ-yı kelimetullah için harb eden kişi var ya, işte odur Allah yolunda olan". Yani şöhret veyâ ızhâr-ı şecâ'at veyâ nehb ü gâret için mukâtele eden fî-sebîlillah değildir. Belki fî-sebîlillah olmak Kelime-i Tevhîdi i'lâ için olmakladır. Zîrâ maksûdun-bi'z-zât olan hizmet-i Hakk'dır, hizmet-i nefs değildir ki hizmet-i nefs tarîk-ı şeytândadır. 

Pes, bundan fehm olundu ki riyâzat ve mücâhede etmek nefs-i emmâreyi katl edip arz-ı vücûdu a'dâdan tahlîs ve ihyâ-i rûh ile memleket-i enfüse nizâm vermekdir. Ve rûhun hayâtı Kelime-i Tevhîd'ledir ki hulûsa mukârin ola. Onun için Kelime-i Tevhîd'i kavl, hâlisan ve muhlisan ile takyîd olunmuşdur. Hâlis olduğu kalbine ve muhlis olduğu kalıbına nâzırdır. Yani kendi nefsinde hulûs ile muttasıf olup mertebe-i lisânda ızhârı dahi öyle bir esâs-ı metîn üzerine mebnî ola. Pes, bunda nifâkdan tahzîr vardır. Ve nifâk dahi iki nev'dir. Biri âfâkda nifâkdır ki şerâi'de nifâkdır. Ve biri enfüsde nifâkdır ki tarâikde nifâkdır. Yani erkân-ı tarîkatle 'âmil olduğu garaz-ı nefse mebnîdir, yoksa katl-i nefs için değildir. Pes, o makûle mücâhedenin sûreti katl-i nefs ve hakîkati ihyâ-i nefsdir. Ve nefsin hayâtı rûhun memâtıdır ve bi'l-'aks. Zîrâ hayât ve memât birdir ki bu dâr-ı âfâk ve enfüsde hayât dedikleri hayât-i Hakk ve memât dedikleri memât-i halkdır. Ve Hakk'ın hayâtı zuhûr etmeğe, halkıyyet cânibi meyyit olmağa mevkûfdur. Onun için kalb hem zinde ve hem mürde olmaz, belki kalb zinde ve nefs mürde olmak gerekdir. Ve onun zebhine âlet Kelime-i Tevhîd-i hakîkîdir ki Hayy-i Bâkî'nin eseri olan rûh-i menfûh elindedir. Onun için rûh hayydır, yani zâtında. Ve kezâlik muhyîdir, yani cesede göre. Ve ba'de't-tezkiye hulûdün ve lâ-mevtdir. Yani kalb hayât-i tayyibe-i bâkıye ile hayydır. Zîrâ nefs 'an-aslin kal' olunmuşdur ki ol dahi memât-i ebedî ile meyyitdir ki mezbûha bir dahi hayât olmadığı gibi nefse dahi yokdur.

Ve asl-ı huzûr-i kalb gaybûbet-i nefs iledir. Zîrâ huzûr-i kalb ile huzûr-i nefs bir yerde müctemi' olmaz ki sultânu’l-müslimîn ile kırâl-ı küffâr bir memleketde müctemi' olmak gibidir ki muhâldir. KâlallahuTeâlâ, "لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ إِلَّا اللَّهُ لَفَسَدَتَا". Pes, arz-ı vücûd nefs elinde olursa harâb olur. Zîrâ nefsin hâli irtikâb-ı me'âsîdir. Ve rûh elinde olursa ma'mûr olur. Zîrâ rûhun şânı ma'rifetullâhdır. Ve muktezâ-yı ma'rifet kuvâ ve a'zâyı tarîk-ı Hakk'da istihdâmdır. Pes, cesedde şerî'at ve nefsde tarîkat ve rûhda ma'rifet ve sırrda meyl-i mâsivâdan inkıtâ' olıcak arz-ı enfüsün salâhı arz-ı âfâka dahi sârî olup zâhir ve bâtın ma'mûr olmak lâzım gelir. Ve bu 'adlin semere ve netîcesi fazl-ı ilâhî ve ihsân-ı rahmânî ve in'âm-ı rabbânîdir ki zâhirde hısb ve rehâ ve bâtında feyz-i nâ-mütenâhî-i Hudâ'dır. Belki bâtında olan hısb ve rehâ kâfîdir ki maksûdun-bi'z-zâtdır. Nitekim hadîsde gelir, "Sultânın adâleti bolluk zamânından daha hayırlıdır". Yani adlde salâh-ı 'âlem vardır. Şöyle ki zâhirde hısb olmasa dahi nizâm-ı vücûd yerindedir.

Ve meşâyih-i tarîkatimizden Şeyh Üftâde Bursevî'den kuddise sirruh istiskâ için hurûc taleb olundukda "Hurûca hâcet yokdur, feyz-i ilâhî eksik değildir" diye "eksik değildir" dedikleri bu makâma nâzırdır. Zîrâ bu makâma vâsıl olan 'indallâh hâzırdır. Ve hâzır olan kalb, gınâ-yı Hakk ile müstağnîdir ve mertebe-i melekiyyetdedir. Melek ise gıdâ-i hissîye muhtâc değildir. Ve şol ki Hakk'dan gâibdir, onun kalıbına gınâ gelmez, belki karnı tok olsa bile açdır. Pes, hısb ve rehâdan ona ne fâide vardır, bâtını kaht üzerine olıcak. Nazar eyle ki kavm-i Mûsâ Hazret-i Mûsâ ile aleyhisselâm tetayyür ederlerdi ve teğayyür-i zâhiri kendi teğayyür-i bâtınlarına nisbet etmezlerdi. Zîrâ câhiller idi. Kâlallahu Teâlâ, "اِنَّ اللّٰهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتّٰى يُغَيِّرُوا مَا بِاَنْفُسِهِمْۜ" Ve Mûsâ ile tetayyürleri kendi nefsleri ile tetayyür idi, velâkin perde-i nefs onlara nefslerin göstermedi ve kendi kendileriyle teşe'üm ve kendilerini sebb ve şetm etdiler. 
Nitekim zâlim ki, "vahzül men hazelel'l-müslimîn" diye bedduâ eder, sû-i duâsı yine kendine râci'dir. Zîrâ sebeb-i hizlân olan yine kendidir. Nice kimseler şeyâtînü'l-insdir ki şeytâna la'net etdikleri yine kendilerine râci'dir. Şeyâtîn olduklarının bir 'alâmeti hasûd olduklarıdır. İşte bir âdem şeytânı görmek isterse o makûle hasûde nazar eylesin. Zîrâ sûret-i âdemde şeytândır. Zîrâ sûret müfîd değildir ki kâfir dahi sûretde mü'min gibidir. Velâkin mü'min makbûl ve kâfir merdûddur. Ve şeytân dahi kâfirdir. Zîrâ ibâ ve istikbâr ve hased ehlidir. İşte bu makâmdandır ki Allahu Te'âlâ insânın sûretine nazar etmez, belki kalbde olan niyyetine ve zâhirde 'amel-i sâlihine nâzırdır. Çün ki hâricde eser-i hased ola, şeytân olduğu mukarrer olur. Ve şeytân merdûd-i ilâhîdir. Ve sultâna lâzımdır ki hasûdları zecr ve tard eyleye. Zîrâ sultân mazhar-ı ism-i a'zamdır ve illâ ism-i ilâhî ile tehalluk bulunmaz ve netîcesi 'uryân olmak olur. Fefhem cidden.

Gel imdi esmâ-i ilâhiyye libâsıyla telebbüs eyle, tâ ki sûret ve sîret-i Hakk'da olasın. Ve evliyâya muvâlât ve a'dâya mu'âdât eyle, tâ ki îmânını tashîh ile derece-i ihsân bulasın. 'Aks eyleme ve illâ hatâ eder ve caddeden çıkarsın ve ehlullâh nazarından düşersin. Onların nazarından sükût ise nazar-ı Hakk'dan sükûtdur. Zîrâ Hakk Teâlâ onların aynı ile nazar eder. Belki sıfatu zâtinâ zâtü's-sıfât mûcebince 'ayn-ı evliyâ 'ayn-ı Hakk'dır. Kâlallahu Teâlâ, "Küntü lehû sem'an ve basaran". Fefhem cidden.

Bu lisâna âşinâ olmayanlar için meseleyi kısaca îzâh edelim :

Sôfiyyeye göre şehâdet, muhârebe meydanlarında düşmana karşı yapılan mücâdelede olduğu gibi, kişinin en büyük düşmanı olan nefsiyle mücahede edip nefsini katletmesi ve rûhu hükümran kılmasıdır. Bir kimse buna muvaffak olabilirse, gayba îmân mertebesinden şehâdet mertebesine geçmiş olur. İşte sôfiyye tâifesinin nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesi için yıllarca riyâzat ve mücâhede ile uğraşmalarının sebebi budur. Zîrâ nefs mağlûb olursa rûh hâkim olur, nefs gâlib olursa rûh mağlûb olur. Rûhu ve kalbi nefsin mahkûmiyyetinde kalan insan da manen ölü demekdir.  Mâdem ki bâkî hayât rûh iledir, öyleyse rûhu hükümrân kılmak gerekir. Nefs ise fânîdir çünkü cesede tealluk eder. İnsan ölür, cesedi çürür gider. 

Nefsin hükümrân olduğu yerde adâlet ve intizam yokdur. Zîrâ nefs zâlimdir, gâfildir, câhildir. Nefsin arzuları insanı dâimâ felâkete götürür. Rûh hâkim olursa, zulum yerine adâlet, gaflet yerine yakîn, cehâlet yerine marifet gelir. Rûhunu nefsi üzerine hâkim kılan insan, Allah'a âsî olmaz, mahlûkata kötülük yapmaz, kötü yollara gitmez, dâimâ Hakk'ın rızâsına uygun işler yapar ve böylece ebedî saadete nâil olur. İşte evliyaullahın yolu budur.

Bir gönülde olmasa envâr-ı aşk-ı Kibriyâ
Serteser eyler ihâta zulmet-i nefs ü hevâ
Bil adüvv-i ekberin ancak nefsdir bî-amân
Def'-i şerrinde gerekdir nûr-i tevhîdden asâ

Listeye geri dön