Ey âşık u sâdıklar! Ey Allah'ın cennetine tâlib, rızâsına râgıb, cemâline âşık olanlar! Hazret-i Fahr-i Risâlet, mefhar-i âlem olan Peygamberimizi herşeyinden ziyâde severek, îmânlarını kemâle erdiren, Resûlullah'a gönül vermekle, bu âlemde cennete girenler!
Rûhla cesedin evlenmesiyle insân vücûdu meydana gelmişdir. Rûhun aslı arşî yani rûhânî ve ulvî, bedenin de hilkati toprakdır, türâbdır. İkisi berâber evlenmişler, rûhu temsîlen dünyâ âlemine zuhûra gelmişlerdir. Vücûd olmayınca rûh görülmez, rûhun görülmesi vücûdladır. İkisinin ictimâından vücûd meydana gelmiş, rûh ayrıldığı vakit, cesed toprak oluyor ve korkuluyor, yanına girmeye korkuyoruz, çekiniyoruz. Ölüden korkuyoruz. Onun için rûhla cesedin ictimâına abd denir, kul denir yani insan denir.Rûh çıkdı mı, rûh ulvîdir, makâm-ı ulviyyetine gider, cesed kuru kalır yani meyyit olur.
Onun için Mi'râc-ı Muhammedî'de, "Resûlullah mi'râcını rûhânî yapmışdır, ceseden gitmemişdir" demeleri hatâdır. "سُبْحَانَ الَّذ۪ٓي اَسْرٰى عَبْدِه۪ sübhânellezî esrâ bi abdihî" âyet-i kerîmesinde, "Noksan sıfatlardan Allah'ı tenzîh ederim, kemâl sıfatlarla muttasıf kılarım". Yani Sübhân, Allah her istediğini yapar ma'nâsına geliyor. Allah abdini gecenin bir nısfında Mescid-i Haram'dan yani Kabetullah'dan aldı ve Kudüs'e ve oradan da maşâllah semâya urûc ettirdi" diyor. Yani burada, bu kelimeden murâd, abdiyyet, vücûdun ve rûhun ictimâı ile abdiyyetdir. Rûh çıkdı mı, vücûd abd sayılmaz, meyyit sayılır.
Âşıklar, Allah'a inanan mü'minler ölmezler, onlar olurlar. Ölüm, kâfirlere ve hayvanlara mahsûsdur. Müslümanın bedeninden rûh çıkdı mı, cesedi meyyitdir fakat lâşe değildir, na'şdır. Na'ş başka lâşe başkadır. Kâfîrin ve hayvanın cesedi lâşe olur ama mü'minin na'ş olur yani cesedi gene kudsîdir. Üzerine namaz kılıyoruz ya, lâşe olsa üzerine namaz kılınır mı? Demek ki cesede şeref veren, îmândır ve islâmdır ve Allah'a abdiyyetdir.
Âlem-i ervahda Cenâb-ı Hakk rûhlara karşı " أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ e lestü bi rabbiküm" hitâbında bulunmuş. Ma'nâsı, "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye sormuş Allah. Bizim rûhlarımız da "Evet, Rabbimizsin, Yâ Rabbi. Biz senin mahlûkunuz" demişiz ve abdiyyeti kabûl etmişiz. İşte orada Allah'a söz verenler burda abdiyyetlerini devâm ettirirlerse. sultân geldiler, sultan yaşadılar, sultân olarak gidecekler demekdir. Yani mü'min geldiler, mü'min yaşadılar, mü'min öldüler. Gene âlem-i ervâhda Allah'a söz verip de, o sözlerini unutanlar, o gâfiller ise, onlar insan olarak gelecek, hayvan gibi yaşayacak ve hayvan gibi öleceklerdir. Hayvan burda hakaret ma'nâsına değil, tekâlifden ârî ma'nâsınadır. Tabii bir insana hayvan denirse o gücenir, kırılır.
Mü'min bir hayât ile hayevândır ki, ebedî hayât ile. Allah'ın Hayy esmâsıyla hayydır ve Allah'la beraber hayy olmuşdur. Çünkü ebedîdir. Cennete giren mü'minler ebedî kalacaklar cennetde. Yani cennetin vakti saati mahdûd değildir. Ebediyyen.
"وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ vellezîne âmenû ve 'amilus sâlihâti". Bak dikkat buyurursan hep böyle geliyor Kur`ân-ı Kerîm'de. "وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَعَمِلُواْ الصَّالِحَاتِ أُولَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ vellezîne âmenû ve 'amilus sâlihâti ülâike ashâbul cenneh, hüm fîhâ hâlidûn" buyuruyor. "O kimseler ki...". Dikkat buyur, güneş gurûba ermekde! "O mü'minler ki, Rabbimiz Allah dediler ve bu sözde sâbit-i kadem oldular, bu sözlerini işleriyle gösterdiler". Çünkü bir çok insan var, "Rabbim Allah" diyor ama yapdığı iş şeytânî iş. İşine bakıyorsun Allah'a tâbi değil. Sözüne bakıyorsun, "Allah'a tâbiyim" diyor. Onun için, "vellezÎne âmenû", şu kimseler ki Allah'ı tevhîd etdiler, birlediler, Allah'ı bildiler, buldular, Hakk'da oldular, onlar ne yapıyorlar, "ve amilu's-sâlihat", a'mâl-i sâliha icrâ ederler. Yani ma'nâsı, Allah'ın emirlerine bilâ itirâz, su üzerinde giden saman gibi, Allah'a böyle teslîm olurlar. Bir misâl olarak söylüyorum, ona da teşbîh edilmez, hafîf bir teşbîh ama ancak böyle anlatabileceğiz, kelimeyle bu ma'nâyı. Süratle akan bir suyun üzerindeki saman çöpü nedir, hiç o akan nehre bir mukâvemet gösterebilir mi? Göstermez.
İşte kullar, mü'min olanlar, dilleriyle Allah'ı takrîr edip, dilleriyle söyleyip, kalbleriyle tasdîk edenler, kalbleriyle inananlar, Allah'a öyle bir teslîm olacaklar ki, hiç itirazları yok. Allah'ın emirlerini seve seve yapacaklar. Çünkü îmânı kurtarmak meselesi, îmânı kurtarmak meselesi! İş orda. A'mâl-i sâliha olmazsa, îmân, fırtınalı havada yanan bir muma benzer. Yani namaz, oruç, zekât, Allah'ın emirleri, bunları seve seve yapacak. Bunları yapmayan kimsenin îmânı rüzgarlı havada yanan muma benzer. Etrafdan esen rüzgar bu mumu söndürebilir. Bu îmân mumunun, bu îmân nûrunun, bu îmân kandilinin etrâfını, a'mâl-i sâliha yani güzel amelle çevirmek lâzım gelir. Onun için Cenâb-ı Hakk, "innellezîne âmenû, şu kimseler ki îmân etdiler, ve amilu's-sâlihât, a'mâl-i sâliha, Allah'ın emirlerini seve seve tutdular ve Allah'ın yasaklarından, men etdiklerinden kaçındılar, ülâike ashâbü'l-cenne, bunlar cennetin ashâbıdır, cennet arkadaşlarıdır yani ehl-i cennetdir" buyuruyor.
E peki ne kadar kalacak orada? Dünyâda altmış sene kaldı, âhiretde cennetde altmış sene mi kalacak? Hayır, ebediyyen. Nasıl oluyor bu? Altmış sene küfreyleyen, ebedî cehennemde kalacak. Misâl. Niçin acabâ ebedî kalıyor. Altmış senelik böyle kısa bir hayât müddetine ebedî cennet yâhud ebedî cehennem niçin veriliyor? Halbuki adl ile olsa, altmış sene namaz kılan, aklımızca söylüyoruz bunu yani akl ile, altmış sene namaz kıldı, altmış sene ibâdet etdi, altmış sene îmân etdi, altmış sene cennetde kalması lâzım. Öyle olmuyor. Allah bu kısa hayâtın karşılığında ebedî bir hayât lutfediyor. Neden? Çünkü mü'min dünyâda altmış sene değil altmış bin sene de yaşasa yine Allah'a kulluk yapacak. Onun için cennet ebediyyen onun oluyor. Kâfir de, altmış sene küfür değil, altmış bin sene, altı yüz bin sene yaşasa, gene küfründe ısrâr edecek olduğu için cehennemde ebedî kalmakdadır. Acaba anlatabildik mi mü'minler?
Şimdi, vücûdun rûhla ictimâı, cesedde oluyor yani rûhla cesed evleniyorlar ve insan şekline giriyor. Rûhun tecessümü cesedle görülüyor. E tabii bu, bizim gibi görenler için. Bizim gibi görmeyenler için başka. Meselâ cenâze giderken o cenâzenin rûhunun tabut üstünde gitdiğini görenler var. Zâten bunu sen ben görsek bir daha dünyâda yiyip içemeyiz, yaşayamayız. Bası esrâr-ı ilâhî var ki bunlara biz vâkıf olsak, yaşamamıza imkân yokdur. Meselâ bunu, Fahr-i Risâlet Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem, şöyle ifâde buyuruyorlar, "Benim bildiğimi siz bilseydiniz, benim gördüğümü siz görseydiniz, benim duyduğumu siz duysaydınız, dünyada yemez içmez bir daha gülmezdiniz" diyor Peygamber sallallahu aleyhi vesellem. Bir çok ehlullahın kahkahayla güldüğü görülmemişdir, kahkaha atdığı. Ancak pek tuhaf bir şey olursa, tebessüm buyururlar. Zâten kahkaha atmak insanın vakarını giderir. Tebessümle mukâbele etmek daha hayırlı, daha güzel olur. Geçiyoruz.
Şimdi bunun bir misâlini vereyim size, rûhla nefsin ve cesedin misâlini.
Abdullah el-Mübârek Hazretleri, bu bir velîdir ki, bunun mürşidi bir kadındır, sevdiği kız.
Âkil olana en ufak bir yaratık da, bir mahlûkât da, insana mürşid olabilir, insanı Allah'a götürür, bir karınca, bir mikrop. Ben şaşarım ki, bir adam doktor olur da dînsiz olur. Teaccüb edilecek bir davâdır. Bir adam, insandaki bulunan esrârı sökerse, bırak rûh kısmını, cesed kısmındaki esrârı sökerse, o adamın îmân etmemesine imkân ihtimâl yokdur. İnsan vücûdunun teşekkülâtına bir baksana! Kudretullahı görmeyecek misin? İki göz vermiş. Bir gözle bakıyor, bir tâne görüyor, iki gözle bakıyor, gene bir tâne görüyor. Tevhîde işâret. Yüz bin de olsa, yüz milyar da olsa birdir. "Lâ ilâhe illa hû". Ondan başka Allah yokdur, ancak O'dur. Onu gösteriyor. Bir gözle bakıyor bir tâne görüyor, iki gözle bakıyor yine bir tâne görüyor. Halbuki bir gözle bir tâne gören iki gözle iki tâne görmesi lâzım gelir.
Bu Abdullah el-Mübârek'i sevdiği kız irşâd etmiş. Bakalım, anlatalım kıssasını da, inşaallah içimizde hisse alan olur. Evvelâ biz hisse alalım ki, siz hissedâr olasınız. Okutan, anlatan hocaefendi, kendi ilmi ile âmil olmazsa, halka onun te'sîri olmaz. Evvelâ nefsine vaaz edeceksin sonra gayra. Sana da söylüyorum, hitâb ediyorum, ey ehl-i îmân! Keçi gibi olma! Koyun arkdan atlamış, su arkından, keçi gülermiş. "Niye gülüyorsun?" demişler, "Koyunun edeb yeri göründü" demiş keçi. Halbuki keçininki hep açık. Hiç kapanmaz onunki. Böyle olma sakın ha!
İnsâna düşen vazîfe kendisini muhâtabından dûn görmekdir, her kim ki kendisini muhâtabından yüce gördü, o kimse şeytân oldu!
Kimle konuşursan konuş kendini ondan dûn gör. "Belki bu zât Allah'a benden daha yakındır" diye düşüneceksin. Konuşduğun senden gençse, yine böyle düşüneceksin, diyeceksin ki, "Bu adam benden gençdir, benim kadar günâh işlememişdir, bunun günâhı benden azdır".Kendinden yaşlıyla konuşacaksın, diyeceksin ki, "Bu benden yaşlıdır, ben bunun kadar Allah demedim, Allah'a bu kadar ibâdet etmedim, bunun ibâdeti benden fazladır" diyeceksin, böyle düşüneceksin. Kâfirle konuşduğun vakit, şunu da hatırlayacaksın, diyeceksin ki, "Bu adama son nefesde îmân nasîb olursa, bu ehl-i se'âdetden olur, ya benim îmânın selb olursa, hâlim nice olur" diyeceksin. Acaba anlatabildik mi? Geçiyoruz.
Haccdan dönerken uğradığı bir beldede dört-beş yaşlarında bir çocuk görmüş. Çocuk, toprakları ortaya yığıyor ve gülüyor, sonra topladığı toprakları vurup dağıtıyor ve ağlıyor, bu şekilde bir oyun oynuyormuş. Abdullah el-Mübârek, "Çocuğa selâm vereyim mi vermeyeyim mi?" diye bir an düşünmüş. İçinden bir ses "Çocuk selâmın kıymetini ne bilir, verme!" demiş. Diğer bir ses ise "Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi vesellem çocuklara da selâm verirdi hattâ başlarını okşardı öyleyse sen aklını Muhammed aleyhisselâm yoluna kurbân et ve selâm ver!" demiş. Abdullah el-Mübârek, içinden gelen ikinci sese uyarak çocuğa selâm vermiş : "Es-selâmu aleyküm yâ veledî" yani "Allah'ın selâmı üzerine olsun evlâdım" demiş. Çocuk "Ve aleykümselâm yâ Abdullah el-Mübârek" deyip ismini de zikrederek selâmını alınca Abdullah el-Mübârek hayretler içinde kalmış ve çocuğa "Oğlum, sen beni nereden tanıyorsun?" diye sormuş. Çocuk, "Âlem-i ervahdan tanıyorum. Seninle aynı safda idik. Allah teâlâ sana Abdullah el-Mübârek diye hitâb ettiğini duydum da oradan biliyorum" demesin mi!
Abdullah el-Mübârek Hazretleri bir kızı severmiş.
Aşk fenâ bir şey değildir. Yalnız şehvete dökülürse, o vakit behîmiyyetdir yani hayvaniyyetdir. Aşk bir suya benzer, hangi kaba girerse o kabın şeklini alır. Kap tâhir ve temizse, tâhir ve temiz görünür. Yani bir adam kendisini ıslâh etdiyse, ondaki aşk, aşk-ı ilâhîye tekallüb eder. Eğer kendisi kötüyse, nefsini temizlemediyse, kötü şişenin, tozlu şişenin içindeki görülen su gibidir. Aşk-ı mecâzî insanı aşk-ı hakîkîye götürür. Riyâ ihlâsa, şirk tevhîd, aşk-ı mecâzî aşk-ı ilâhîye yani aşk-ı hakîkiye götürür insanı. İnsan aşk-ı mecâzîde kalmamalı. Mecnûn Leylâ'yı sevmedi, Mecnûn Allah'ı sevdi, Mevlâ'yı sevdi, fakat Leylâ'da gördü. Sonra bir zaman geldi, Leylâ perdesi ref' olunca, Leylâ Leylâ derken Mevlâ'yı buldu. Kalma orda, geç, atla.
"Gençdim" diyor Abdullah el-Mübârek, "irşâdıma sebeb sevdiğim kız oldu" diyor.
İyi dinle, kulağını benden yana ver! Sana çok mühim şeyler söyledim.
Gece el ayak çekildi mi yatsıdan sonra, yâhud akşamdan sonra, kızın bulunduğu evin penceresinin dibine gidermiş, o vakit yanyana durmak yok öyle, kız pencereden konuşuyor, o aşağıdan konuşuyor. Yani konuşmayla, sesini işitmesiyle neşeleniyor. Bir gece, uzun bir kış gecesi, uzun bir kış gecesi, soğuk bir gecede, aşkda öyle bir yok olmuş ki Abdullah el-Mübârek, o uzun geceyi duymamış. Ve ezanlar okunmaya başlamış, sabah ezanı. "Eyvah! yatsı okunuyor gâliba" demiş kıza. "Yatsı değil Abdullah" demiş, "sabah ezanı okunuyor". Ve netekim de müezzin "es-salâtü hayrun mine'n-nevm" yani namaz uykudan hayırlıdır diye bağırıyor, "Vah vah, ne vakit geçdi böyle bu uzun gece".
Evet, böyledir efendim. Ölüm ânında, iyi dinle!, varlığının sebebini öğrendinse, hayâtını boşa vermedinse, ömrünü hevâya sarfetmedinse, ölüm ânında senin istidâdına göre, sana tecelliyât olacakdır. Bazılarına cennet, bazılarına cemâl-i Muhammedî, bazılarına hûri ve gılmân, bazılarına Allah Celle Celâluhû Hazretleri tecellî edecekdir ve o tecelliyâtda o, ölümün şiddet ve acısını duymayacakdır.
Çünkü Resûlullah, muhbir-i sâdık, Hazret-i Muhammed Mustafâ, Peygamberimiz, peygamberin, Allah'ın sevgilisi, bizim de sevgilimiz olan Peygamberimiz, necâtımız, kurtuluşumuz, felâhımız, cümle peygamberlerin seyyidi, efendisi, bu kâinâtın, hilkatinin sebebi, Muhammed olmasa kâinât olmayacakdı, sallallahu aleyhi vesellem, "Ölümün acısı..."
Dinle! Senin ve benim başıma gelecek. Melekü'l-mevt senin ve benim yakama sarılacak. Unutma bunu sakın hâ! İki şeyi unutma sakın hayatda, iki şeyi unutursan helâk olursun, biri Allah'ı, biri ölümünü. İş yapacağın vakit hemen hatırla. Öleceğim, huzûrullaha çıkacağım, hesap vereceğim diye. Bunu hatırlarsan sana kâfî gelecekdir.
Bir mü'min ölüm ânında, ister sulehâdan ister âsîlerden, "Ölümün acısı, üç yüz kılıç darbesi gibidir" diyor Peygamber. Alâ rivâyetin, gene bir rivâyete göre, İmâm-ı Gazâlî Hazretlerinin beyânına göre, vücûdun üç yüz altmış beş damarı vardır, büyük damarlar yani, o damarlara dikenli tel farzet, ve o çekiliyor vücûddan böyle, ayrılmak için. Yani karı koca ayrılıyorlar, rûhla beden ayrılıyor birbirinden, bu acıyı duyacak. İşte o acı esnâsında tecelliyât-ı ilâhiyye ölümün acısını sana duyurmuyor, belki lezzet duyuyorsun. Netekim işte burda ne oldu, aşk, Abdullah el-Mübârek'i soğukdan berî kıldı, yani soğuğu duymadı, gecenin kısaldığını duymadı, kısa geçdi ona, uzun gece kısa geçdi. Çünkü aşk içerisinde fenâ bulmuş. Çünkü aşkın katresinde yedi umman gizlidir. Yedi umman aşkın bir katresine sığar. Bir katresi bile fazladır, yedi ummandan. Anlayan için söyledim bu sözü.
"Eyvâh! Gene sabah oldu deyince", kız demiş ki, "Abdullah, sana bir şey soracağım" demiş. "Namaza dursan, namazda hoca efendi namazı uzatsa biraz, imam efendi uzun sûreler okusa ve namazı da ağır kıldırsa ne durumdasın, yani bunu hoş karşılar mısın?" . "Yok" demiş, "İnsanın huzûru bozulur, insanın ayakları yorulur ve sıkılır" demiş. "Yazıklar olsun sana! Ben seninle insan diye konuşuyorum" demiş. "Ben seni insan zannetdim. Benimle konuşurken, aşk-ı mecâzîde, sabaha kadar ayakda durdun, yorgunluğunu duymadın, namazda Allah huzûrundasın, yorgunluğunun farkına varıyorsun. Benimle konuşuyorsun, bende fenâ buldun, soğuğu duymadın, namazda sana hitâb eden Hazret-i Allah Celle Celâluhu, utanmıyor musun!" demiş. Bu sözle Abdullah el-Mübârek hemen tövbeye dönmüş, Allah'a rücû etmiş, ve Abdullah imiş, Abdullah el-Mübârek olmuş. Acaba anlatabildik mi? Allah tesirini halk eyleye.
Şimdi, diyor ki, Abdullah el-Mübârek Hazretleri, "Hacdan geliyordum. Bilmediğim bir şehirde, bir çocuk toprakları topluyor, gülüyor, sonra dağıtıyor, ağlıyor. Oynuyor topraklarla ama acâib bir hâl. Toprakları topluyor, biraraya getiriyor, gülüyor, sonra dağıtıyor, ağlıyor. Oyun yapıyor ama bu şekilde. Selâm vereyim mi vermeyeyim mi diye düşündüm. İçimden bir kuvvet dedi ki bana, 'çocuk selâmın kıymetini ne bilir, verme'. Diğer bir kuvvet ise, 'Sen aklını Hazret-i Muhammed'e kurbân et, sallallahu aleyhi vesellem, Resûlullah'a, Resûl-i Ekrem'e, Resûl-i Efham'a aklını kurbân et sen, O, çocuklara, masûmlara selâm verirdi, sen de selâm ver' dedi. İçimden bir kuvvet".
Bak dikkat buyur, sana aynı kuvvetleri isbât edeyim. Bir işi yapayım mı yapmayayım mı diye düşündüğün vakit, içerden bir kuvvet yap der, diğeri yapma der, mücâdele yarapsın, sonra karar verirsin, bir tarafa tâbi olursun. İçerde insanlar var yani senden başka. Senin bir benliğin var senden içeriye.
"İçimdeki kuvvetler böyle söylüyor. Hemen derhal tövbe istiğfar etdim ve Resûlullah'a uymak için geldim, 'esselâmu aleyke yâ veledî', yani Arapça, 'Evlâdım sana Allah'ın selâmı olsun' dedim. Şöyle kaldırdı başını, 've aleyküm selâm yâ Abdullah el-Mübârek' diye cevap verdi. Hayret etdim, şaşırdım, 'Oğlum, ben bu şehirli değilim, benim memleketim Nişâbûr, yani buraya bilmem kaç yüz fersah yol var, sen beni nerden tanıyorsun?' dedim. 'Nasıl tanımam, memleket-i rabbâniyyede, Allah memleketinde, âlem-i ervâhda, sen benim yanımda duruyordun, elestü hitâbında kâlû belâ dedin, Allah da sana yâ Abdullah el-Mübârek diye hitâb etmişdi, ben onu hatırladım' dedi. Şaşırdım" diyor.
Çocuğunu oynatmamazlık yapma sakın ha! Çocuğunu oynatacaksın. Oynayacak zamanda çocuğu oynat, oynatmazsan, baskı yaparsan, oynanmayacak zamanda oynar sonra, oynamak yakışmayacak zamanda oynar. Onun için müsamaha edin. Çocukların oynaması çocukların ibâdetidir Allah'a. Pek sıkıştırma fazla. Allah'ı Peygamber'i sevdir. Sopayla, dayakla, tekmeyle, tokatla, yumrukla müslümânlık olmaz. Evlâdına karşı şefkatle muamele et. Bazen taltîf edersin, bazen azıcık azarlarsın, kaşını çatarsın, dargınlık yaparsın filan. Onu Allah yoluna getir! Getirmezsen en büyük düşmanın olacak yarın yavm-i kıyâmetde. "Yâ Rabbi! Beni âlem-i ulvîden aldı, süflî âleme getirdi, beni terbiye etmedi, bana Allah sevgisi, Allah'a îmânı, Peygamber'e îmânı, Peygamber'e muhabbeti bana göstermedi, davâcıyım. Evet ben hükmen azâba müstehakım ama babam iki katlı azâba müstehak" diyecekdir.
"Niye oynuyorsun?". "Çocukluk iktizâsı, oyun oynamak ihtiyâcındayım". "Ama toprakları topluyorsun, gülüyorsun, sonra dağıtıyorsun, ağlıyorsun". "Nasıl gülmem, toplanan toprak insan bedenini ifâde etmekde".
İnsanların bedeni, şu tarlanın malı, bu tarlanın malı. Aslı esası toprak, su, ateş, rûzgâr. Onlar bir araya toplanıyor bir insan oluyor ve binâ-yı ilâhî oluyor. Semâlara sığmayan Allah insana tecellî ediyor. "Garîb, korkulu gönül, aşklı gönül, mazlûmun kalbindeyim" diyor Allah, "beni semâda aramayın" diyor. "Kahr u galebem her tarafa, her şeyi muhîtim" diyor. Fakat "Beni kırık gönüllerde, yaşlı gözlerde arayınız beni. Beni orda arayın, orda bulunurum ben". Misalleri var, vakit dar, sizi fazla rahatsız etmeyeceğim, uzatmayacağım.
Görmüyor musun bak sana ve bana, "yâ eyyühellezîne âmenû" diye hitâb ediyor, bu kelâmı söyleyen Allah Celle Celâluhû Hazretleri. Torpakdan halk olunduk, aslımız o değil mi? Bir katre su. Fakat öyle bir şeref veriyor ki, semâvâtın, ardın içinde, bilinen bilinmeyen âlemlerin hâlıkı, mâliki, rezzâkı, rahmânı, rahîmi olan Allah, sana "yâ eyyühellezîne âmenû" diyor, "Ey îmân eden kulum" diyor. Sana şeref-i îmânı bahşediyor, seni karşısına muhâtab alıyor. Dikkat buyur! Kendi ismi mü'min, sana da mü'min diyor, kendi ismini sana vermiş. Ey mü'min! Ey Muhammedî! Sana da kendi ismini vermiş, bak, Allah'ın bir ismi mü'mindir, senin de bir ismin mü'min ki Allah sana hitâb ediyor.
Sonra?
"Sonra zamanı geliyor dağılıyor. Toprak gene yerine dönüyor. Ona ağlıyorum tabii. Bu binâ-yı ilâhî yıkılıyor".
Abdullah el-Mübârek Hazretleri diyor ki, "Müşkilim vardı, bu çocukda ilm-i vehbî var, ondan sorayım dedim. Dedim ki,
"Evlâdım, bana nefs ile aklın ve rûhun farkını bana verir misin?"
"Tabii elbet veririm, ne var bu zor bir şey değil. Yâ Abdullah el-Mübârek sen âlim, kâmil, fâdıl bir insansın, bunu ayıramadın mı?"
"Lütfen senden duymak istiyorum".
"Sen karşıdan gelirken, bu çocuğa selâm vereyim mi vermeyeyim mi diye düşündün. İçinden bir kuvvet verme, çocukdur, selâmın kıymetini ne bilir dedi. İkinci bir kuvvet, aklını Hazret-i Muhammed uğruna kurbân et, çünkü Resûlullah çocuklara selâm verir, onların başlarını okşardı, itmezdi, dövmezdi".
Câmiden çocuk kovuyor bizim sofu efendi. Olur mu hiç! Yarın öbür gün senin makâmını onlar gelip işgâl edecekler. Sen câmide dayak gösterirsen, sopa gösterirsen, korku gösterirsen bir daha gelmez oraya, kuşu kaçırırsın elinden. Sen yarın öleceksin, biz öleceğiz, benim yerime bir yavru büyüyecek, yüz elli gramken, iki yüz gramken, yâhud bir katre iken, sonra üç kilo olan, sonra yüz kilo olan, buraya çıkacak hutbe verecek. Senin de yavrun senin yerini işgâl edecek. Hep gidiciyiz, hep gidiciyiz! Toplandın bu mescide, dağılıp gideceğiz. İşte dünyâya gelen böyle. Toplandık mescide, gideceğiz. Dünyâya gelenler de böyle, toplandılar, dağılacaklar. Hani âbâ ü ecdâdın? İnkâr mı edeceksin? İnkâr edemezsin. Bunun münkiri yokdur. Evet.
"Bir kuvvet dedi ki sana içinden verme, çocuk selâmın kıymetini ne bilir. O senin nefsindir ve şeytânîdir, hannâs. Ver, aklını Resûlullah yoluna kurbân et ded, o da senin aklın ve rûhundur".
Abdullah el-Mübârek diyor ki, "Çocuk böyle deyince, elini öpmek istedim, vermedi, estağfirullah dedi, ayağa kalkdı. İcâzet ver bana dedim. Gülüşdük ve sarıldık birbirimize ve onu alnından, gözlerinden öpdüm, ordan ayrıldım".
Sen mü'min olduğun için, rûhun temiz, özün temiz, sözün temiz, cesedin, bedenin temiz. Dünyâ necâsetinden cesedini tathîr et. Maddî abdestle, manevî abdestle. Yine cesedini maddÎ gusulle, manevî gusülle temizle.
İki türlü gusül vardır. Bir zâta sormuşlar, büyüklerden birisine, demişler ki, "Gusül ne vakit iktizâ eder?" demişler. "Size göre mi, bize göre mi?" demiş.
İyi dinle! Hikâye diye dinleme! Tatbîk et. Hayâtına tatbîk et.
"Size göre mi bize göre mi?". "Efendim, guslün size göresi bize göresi var mı?". "Vardır" demiş. "Size göre eşlerinizle yatdığınızda, yani tekarrüb etdiğinizde, yani yalnız yatmak guslü îcâb etdirmez, onu demek istiyorum yani. İki. Rüyâ ile ihtilâm olduğunuzda size gusül lâzım gelir. Bize Allah'ı unutduk mu gusül lâzım gelir. Bir an unutursak hemen gusletmemiz lâzım geliyor bizim".
Maddî, manevî gusül böyle yani senin anlayacağın. Kalbinden Hakk sevgisinden gayrısını çıkar. O senin sol memenin sol tarafındaki bir et parçasıdır ama pek kıymetlidir, makarr-ı îmândır. Onu Hakk'dan gayrı ne varsa tathîr et, çıkar. O maddî kalbdir, manevî kalbin karşılığı arş-ı a'lâdadır. Kalbinde ne varsa, kötülükleri, Allah sevgisinden gayrı ne varsa hepsini çıkar. Hakk'a tam bir teslîm ol ve islâm ol, selâmet bul. İslâm olmayan selâmet bulamaz. Allah'a teslîm olmayan, ne dünyâda ne âhiretde rahat eder.
Vallahu yed'û ilâ dâri's-selâm ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin müstakîm.
Efendi Hazretleri, bu hutbeyi, Cuma namazlarını kıldırdığı Kapalıçarşı'daki Câmili Han Mescidinde 30 Ekim 1981 (1 Muharrem 1402) tarihinde îrâd buyurmuşlardır. Efendi Hazretlerinin yayınlanmış bütün hutbelerine şu sayfadan erişebilirsiniz.