Çıkdım Erik Dalına Nutkunun Şerhi - Niyâzi Mısrî

21 Nisan 2024 tarihinde yayınlanmıştır.

Tasavvuf
1
Çıkdım erik dalına anda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıyıp der ne yersin kozumu
İşbu beytden murâd oldur ki, her 'amel şecerinin bir türlü semeresi olur. Zâhirde her meyvenin bir mahsûs şeceri olduğu gibi. Kezâlik, her ilmin bir mahsûs âleti vardır, anın ile hâsıl olur. Meselâ ilm-i zâhirin husûlüne âlet, lugat ve sarf ve nahiv ve mantık ve âdab-ı kelâm ve me'âni ve usûl ve hadîs ve tefsîr ve hikmet ve 'ilm-i hey'etdir. Ve 'ilm-i bâtının husûlüne âlet, evvelâ hulûs-i dâim ve mürşid-i kâmil nefesi ile zikr-i ber-devâm, kıllet-i ta'âm, kıllet-i kelâm, kıllet-i menâm ve 'uzlet-i ani'l-enâmdır. Ve ilm-i hakikatin dahi husulüne âlet, terk-i dünyâ ve terk-i 'ukbâ ve terk-i vücûddur.

Hest-i tâc-ı 'ârifân ender cihân ez çâr terk
Terk-i dünyâ terk-i 'ukbâ terk-i hestî terk-i terk

İmdi, Azîz kuddise sırruh, erik ve üzüm ve ceviz ile şerî'at ve tarîkat ve hakîkate işâret ederler. Zîrâ erik meyvesinin dışı yenir, içi yenmez. Cümle erik gibiler, amel-i zâhirin misâlidir. Üzüm hem yenir hem nice türlü nimetler andan zuhûra gelir. Lâkin içinde bir mikdar riyâ ve sum'a ve ucub vardır. Çekirdeği olmakla amel-i bâtın denilir, hakîkat denilmez. Ve ceviz, sırf hakîkate misâldir. Cevizin içinde aslâ yabana atacak bir şey yokdur. Hem yenir hem nice marazlara, illetlere şifâ olur. 

İmdi, bir kimse erik taleb ederse, erik şecerinden taleb eder. Ve üzüm taleb ederse, bağdan taleb eder. Ve ceviz taleb ederse, ceviz şecerinden taleb eder. İmdi, her kim üzümü erik şecerinden ararsa, ol ahmakdır. Kuru yere zahmet çeker, emeği hebâdır.

Pes, imdi bu malûm olduysa, bir kimse zâhir 'amelinin salâhı ve fesâdın bilmek isterse, anı şerî'atdan taleb eyler ve fıkıh kitâblarına mürâca'at eyler, bilir, öğrenir, amel eyler. Ve eğer' amel-i bâtının ıslâhın ve fesâdın ve tenezzülün ve terakkisin bilmek isterse, telkîn-i mürşid ile, usül-i esmâ ile, gönül kitâbına ve 'ilm-i ta'bîre mürâca'at ile, her gün vâkı'ada ne görürse, mürşidine arz eyler, o da ana ahvâli beyân eyler, andan ol müşkili hallolup sülûk eyler.  

Ve bir kimse, 'ilm-i hakikat ve ma'rifet-i nefs, ki ayn-ı ma'rifet-i Rabb'dir, bu 'ilmin zevkine ve hâline irmek isterse, mürşid-i kâmilin terbiyesiyle riyâzat-ı şâkka ateşiyle nefsin cemî' evsâfını ve beşeriyyet ve enâniyyet ahlâkını yakup, gönülden nefy-i mâsivâ ile mahv-ı vücûd-i küllî kıldıkdan sonra ayn-ı vücûd-ı hakîkî kılup, ol fenâsı ayn-ı bekâ olmak ile olur. 

İmdi, bu üç 'ilmin başka başka tarîki vardır. Yoluyla taleb olursa, ümîddir ki, az zamanda maksûduna nâil olur. Nitekim eriğin ve üzümün ve cevizin başka başka şecerleri olup her biri kendi şecerinden taleb olunduğu gibi. 

İmdi, bir kimse zâhir 'amelini işlerken, "İlm-i bâtını ve iilm-i hakikati zâhir 'ameli ile ele getiririm" dese ve andan bir alay zahmet çekse, meselâ kendiliğinden esmâya  müdâvemet eylese ve oruçlar tutsa ve halvetler çekse, ol kişinin misâli erik şecerinden üzüm taleb etmeğe benzer. 

Bostan ıssı, mürşid-i kâmildir, "Niçin yersin kozumu" diye kakıdığı tenbîhdir ki, "Niçin olmaz yere ta'ab çekersin! Sen üç ilmi bir uğurdan bir 'amel ile ele getiririm mi sanırsın! Her birinin başka başka 'ameli, vakti ve mu'allimi ve mürşidi vardır" diye ehl-i kemâl, bunlar gibi indîce sülûk edenleri gördükde, azar edüp, "Niçün böyle edersin! Evvelâ sana lâzım olan, var, her meyvenin kendi şecerinden bitdiğini bil. Andan sonra 'amele mülâzemet eyle. Senin misâlin buna benzer ki, bir kimsenin bahçesinde uğruleyin erik ve üzüm yemeğe çıka, dahi ceviz taşlaya". Bostancı anı gördükde, "Niçin yersin kozumu" dediği, hakîkat 'ilmi mürşid-i kâmilin 'ilmi ve mülküdür. Ve anın âleti nedir anı bilmeğe isti'dad kesb etmekdir. Mürşid-i kâmilin izni ve terbiyesiyle riyâzât-ı şâkkadır ki ana kemâl-i teslîmdir. Ve kendi renginden çıkup mürşidin rengiyle hem-reng olmakdır.
İmdi, mürşid görürse ki bir kimse kendiliğinden esmâya ve riyâzata müdâvemet eyler, ana der ki, "Sâhibinden izinsiz bahçeye niçün uğrulamaya girersin!" Pes imdi, ilm-i tarîkat ve ilm-i hakîkat mürşid-i kâmilin bahçesidir. Ve müdavemet-i esmâ ve riyâzat ol bahçenin kapısıdır. Her kim ki kendi kendine sülûk eyler, bir gayrı kimsenin bağına uğruluğa girmiş gibi olur. 
Bunun hâriçde misali şuna benzer. Bir kimse, bir alay dülger âlâtın pazardan alsa ve kendiliğinden dülgerlik etmek istese, ol kimse o sanatı işlemeye mübâşeret etdikde ve her murâd etdiği işte hangi âlete yapışacağını bilemez. Bir üstâd anı görse, "Bre sanat uğrusu! Bizim sanatımızı uğrulamak mı istersin? Bizim âlâtımızı niçün aldın?" der. Eğerçi ol kimse ol âlâtı pazardan akçesiyle almışdır.
İmdi, Azîz'in bu beytden murâdı, "Ben şerî'ata ve tarîkata ve hakîkata kendi bildiğim gibi 'amel etmekle mürşidsiz vâsıl olurum" deyu sa'y idenlerin ahvâlini bu mislli tarîk ile beyân buyurur. Mürşidsiz bu yola giden kimsenin hâli şuna benzer ki, her meyve hangi şecerde bitdiğini bilmeye, gönlü üzüm istedikde, erikde biter sanup erik ağacı deyu ceviz ağacına çıkan kimse gibi olur.  demek ister. Mesela a'mâ olan cümle renkleri siyah sandığı gibi. 
İmdi, Yûnus Emre kuddise sırruh, bu hâli, kendüye nisbet etdiği câizdir ki kendi bir zaman böyle mürşidsiz çalışup bir şey hâsıl edemeyüp sonra mürşide vardı ola. Bu dahi câizdir ki, kendi yüzünden murâdı gayrılara ta'rîz ve tenbîh ola. Vallahu a'lem bi's-sevâb.


2

Kerpiç kodum kazana poyraz ile kaynatdım
Nedir deyüp sorana bandım verdim özünü

Niyâzi Mısrî Hazretleri, Hazret-i Yûnus'un, "Kerpiç kodum kazana poyraz ile kaynatdım, nedir deyüp sorana bandım verdim özünü" beytini şerhederken buyuruyorlar ki :

Yûnus Emre Hazretleri, kuddise sırruh, bu beytde kendiliğinden riyâzat edenlerin riyâzâtın hâsılını temsîl tarîkiyle beyân ederler. Yani ol hemân poyraz ile çamur kaynatup yemek ve yedirmek gibi olur.  Zîrâ bir kimse kendi her ne yerse isteyene andan verir. Pes imdi, poyraz ta'âmı pişirmek değil belki dondurur. Farazâ olduğu takdîrde çamur yenmeğe yaramadığı gibi bunun gibi riyâzâtdan gıdâ-yı rûh hâsıl olmaz. Hâsıl olmayıcak, ma'rifetullah ve ilhâmât-ı rabbâniyye ve vâridât-ı ilâhiyye hâsıl olmaz. Ne gıda, belki çamur yeseler cisimleri mermer olur. Mermer, hod ahvâli ma'lûm. Çamur yiyenlere maraz-ı cism hâsıl olduğu gibi, belki o günâ riyâzâtdan maraz-ı kalb hâsıl olur ki sû-i hulk ve vesvese-i şeytâniyye ve efkâr-ı fâside misillilerdir. Bunlar mühlike-i kalb ve rûh ve sırrdır. 
Poyraz ile dediği mâye-i Muhammediyye ve telkîn-i mürşid  olmadığına işâredir. Bir misâli de bu ki kış günlerinden bir meyve zuhûr etmez. Pes imdi, indîce soğuk mücâhede ile nesne hâsıl olmaz. İmdi, mürşidin nefsi ateşinden telkîn çakmağı ile tâlibin kalbi kavına bir kıvılcım yetişmez ise, yâhud tâlib kümmelînin nazar-ı billûruna kendini teslîm-i tâmm ile mukâbil kılmazsa, emeği hebâdır, her ne kadar sa'y iderse zâyi'dir,  ol ateşi bulup ciğerini tabh idemez. Nitekim yüzünü ocağa dönmeyen, her ne kadar üfürse, ocağı yakamaz ve ta'âmı pişiremez. Ve lâzım gelir ki çamur yiye. Pes imdi bunun emsâli kimseler, çamur yerler ve kendilerine muhtâc olanlara çamur yedirirler. Ve âkıbet ilhâda düşenler ekseriyâ bunlardan zuhûr eder. Allahu Teâlâ saklaya. Bir ehl-i sülûk bunlardan birisine sataşırsa, kar gibi soğutup buz gibi dondurur. Sülûk ehline bunun gibi soğuk nefeslilerden ihtirâz lâzımdır. Azîz'in bu beytden murâdı, tâlibi indî mücâhededen men'dir. Ve bunun emsâli kimselerle mukârenetden tecrîd ve begâyet ihtirâz gerekdir ki selâmet bula. 
3

İplik verdim çulhaya sarup yumaķ itmemiş
Becid becid ısmarlar gelsin alsın bezini

Bu beyt nâkıs mürşidler ahvâlin beyân ider. İmdi tâlib-i Hakk mürşid lâzım olduğunu bildikden sonra her mürşide gönül vermeyüp, bir üstâd-ı âmil ve mürşid-i kâmil bulmağa sa'y itmek lâzım olduğunu beyân buyururlar ki, yani "Kalb-i perîşânımı bir mürşide teslîm etdim, selâmet-i kalb bulmak için. Henüz derdlerimin birine ilac bulmadan bana, 'hilâfet makâmına irdin, işin tamâm oldu' der. Bildim ki nâkısdır". Zîrâ iplik fark-ı ûlâya işâretdir. Ve yumak hâle ve bez cem'e işâretdir ki, kemâl bundadır. Bu beyt, şeyhe teslîm olmaķdan maksûd nedir, anı bildire ki, âgâh olup maksûdu ne idüğünü bile, mürşide vardığı zaman kâmil mi değil mi ma'lûm ola. Zîrâ derd bulunmayınca dermân bulunmaz. Evvelâ tâlib bilmek gerek ki mürşide varmakdan maksûd, kendi vücûdunda bi'l-kuvve konulan kemâlât-ı insâniyye her ne ise b'il-fiile gelmesine sa'y etmekdir.

Bir çekirdek kendisini bâğbâna teslîm ider, hâl diliyle der ki, "Ey bâğbân, lutfeyle, beni hoş terbiye eyle, derûnumda bi'l-kuvve konulan kemâlâtım taşra gele, birim bin ola ve sen dahi kemâl ile yâd olasın". İmdi bahçıvanın iyisi terbiyesinden bellidir. Ammâ Azîz'in "iplik verdim çulhaya" deyu temsîli gâyet latîfdir. Zîrâ kemâlât-ı insâniyyede etvâr-ı menâzil çokdur, velâkin usûlü üçdür. Biri fark, biri cem', biri cem'u'l-cem'dir ki ana meşâyih fark ba'de'l-cem' derler. Pes imdi, iplik farka işâretdir, yumak cem'e, bez cem'u'l-cem'e işâretdir. Asıl maksûd ise iplik yumak olmak değildir, belki bez olmakdır. Ol ise yumak bile olmamış. 

İmdi, Hakk'ı anlamak âsândır zîrâ şevâhidi çokdur. Hakk'a vâsıl oldukdan sonra dönüp halkı bulmak güçdür. Zîrâ müstakil vücûdu yokdur. Kemâl ise, dönüp halka gelüp, halkı Hakk'a âyîne bulup, ahadühümâ ile âhardan mahcûb olmamakdır. 

İmdi, benim kalbim henüz perîşân dururken, işimden bir işim bitmeden, "Sen kâmil oldun" deyu lâf u güzâf ile halîfe edüp, kendi gibi şöhret esîri ideyim der. "Becid becid ısmarlar" deyu gâib sîgasıyla beyân etdiği mürşidin murâdı ile tâlibin maksûdu beyni uzak olup ve mürşidin hâli tâlibin ma'lûmu olup, tâlibin maksûdu mürşide ma'lûm olmadığına işâretdir. Zîrâ tâlib yumak olduğunu bildi, mürşid tâlibin bildiğini bilmedi. Veyâhud câiz ki vâsıta ile teklîf etmiş ola, göreyim aldanır mı deyu. 

Fakîr bîçâre Mısrî, Yûnus Hazretlerinin bu dokuz ebyâtını şerh ü beyan itmeğe bazı ihvân iltimâsıyla tesvîd olunup sekiz ay mikdârı kağıd arasında şöyle perîşân kalmışdı. Sebeb ol oldu ki acabâ Azîz'in murâdı üzere oldu mu olmadı mı deyu. Bir gece Yûnus Hazretlerini vâkıada gördüm, bu fakîre azîm beşâşet ile iltifât gösterüp buyurdular ki, "Benim ol sözlerime yazdığın şerhi çıkar, fukarâ menfaatlensinler"deyüp, "iplik verdim çulhaya beytine yazdığın sözü yazma, şu m'anâyı yaz" deyu bu yazılan ma'nâyı buyurdular. Bu beyte âhar ma'nâ yazılmışdı, andan fâriğ olup bu ma'nâ yazıldı.

4

Niyâzi Mısrî Hazretleri, Hazret-i Yûnus'un, "Bir serçenin kanadın kırk kanluya yükletdim, çifti dahi çekmedi şöyle kaldı kazını" beytini şerh ederken buyuruyorlar ki :

Bu beyt, tarîkat amelinin şerefini ve lüzûmunu bildirir. Ve sülûk ehlini sülûke tergîb beyânındadır. Ve dahi zâhiri tashihden bâtın tarafına ihtimâm ziyâde olması lâzım idüğün beyân ider. Zîrâ amelin zâhiri âsân bâtını ziyâde güç idüğün bildirir. İmdi kanlu ile yürümek, zâhir ameline misâldir ve kanat ile uçmak, bâtın ameline işâretdir. İmdi, bâtın ehlinin ameli, zâhirbîn olan ehl-i riyâya ziyâde ağır gelir. Zîrâ riyâ ameli âsândır. Her ne kadar çok olsa bahası azdır, saman gibi. Ammâ hulûs ile olan amel güçdür ve ağırdır. Her ne kadar az olursa da bahâsı ziyâdedir, altun gibi. Fikrü sâatin hayrun min ibâdeti sene. (Bir saat tefekkür bir sene ibâdetden hayırlıdır). Cezbetün min cezebâti'r-rahmân tüvâzî amelü'-s-sekaleyn. (Rahmân'ın cezbelerinden bir cezbe ins ü cinnin ameline denkdir).
Ve dahi bunlarda kanat vardır, kanlu ile gitmek gibi değildir. Zîrâ tarîkat ehlinin evvel ameli dünyâyı terk ve melekût âlemine uçmağa kanatdır ki murâd yakîn ile olan ameldir. Demişlerdir ki, "Lehüm ecnihatün yatîrûne bi gayrı rîşin ilâ melekûti rabbi'l-âlemîn". Yani ehlullahın kanatları vardır, tüyü yokdur. Zîrâ nûrdandır, melekût âlemine doğru uçarlar". Ol kanat bunlarda, terkleri sebebi ve telkîn-i meşâyih ve mâye-i Muhammedî ve usûl-i esmâya müdâvemet ve riyâzât-ı şer'iyye ile olur. Hâsıl-ı kelâm dimek olur ki, tarîkat ehlinin en ednâsının hulûsu ve sıdkı ve hüsn-i itikâdını kırk âbidin gönlü çekemez. Zîrâ bunlarda terk vardır. "Hubbü'd-dünyâ re'si küllü hatîetin, terki'd-dünyâ re'si külli ibâdetin" denilmişdir.

İmdi, bir kimse dese ki, "Ben bir inci kadar cevheri kırk kanluya yükletdim, çekemedi", murâdı anın kıymetidir. Hadd-i zâtında yüz altun ider bir cevheri, kırk elli kanluya yükletmek kâbildir. Bu temsil, ehl-i hâlin ednâ mertebesinde olanlar içindir. Zîrâ serçe kuşların zaîfidir, uzak sefer idemez. A'lâ mertebede olanlar, doğanlar ve şâhinler gibidir. Anlardan birinin ameli ve yakîni ve zevki, yüz bin âbidin yakînlerinden ve amellerinden ziyâdedir. Anların kanadını kanlu değil belki yer ve gök ve arş ve kürs çekemez. Vallahu a'lem bi's-savâb.


5

Bir serçenin kanadın kırk kanluya yükletdim, 

çifti dahi çekmedi şöyle kaldı kazını

Bu beyt, tarîkat amelinin şerefini ve lüzûmunu bildirir. Ve sülûk ehlini sülûke tergîb beyânındadır. Ve dahi zâhiri tashihden bâtın tarafına ihtimâm ziyâde olması lâzım idüğün beyân ider. Zîrâ amelin zâhiri âsân bâtını ziyâde güç idüğün bildirir. İmdi kanlu ile yürümek, zâhir ameline misâldir ve kanat ile uçmak, bâtın ameline işâretdir. İmdi, bâtın ehlinin ameli, zâhirbîn olan ehl-i riyâya ziyâde ağır gelir. Zîrâ riyâ ameli âsândır. Her ne kadar çok olsa bahası azdır, saman gibi. Ammâ hulûs ile olan amel güçdür ve ağırdır. Her ne kadar az olursa da bahâsı ziyâdedir, altun gibi. Fikrü sâatin hayrun min ibâdeti sene. (Bir saat tefekkür bir sene ibâdetden hayırlıdır). Cezbetün min cezebâti'r-rahmân tüvâzî amelü'-s-sekaleyn. (Rahmân'ın cezbelerinden bir cezbe ins ü cinnin ameline denkdir).
Ve dahi bunlarda kanat vardır, kanlu ile gitmek gibi değildir. Zîrâ tarîkat ehlinin evvel ameli dünyâyı terk ve melekût âlemine uçmağa kanatdır ki murâd yakîn ile olan ameldir. Demişlerdir ki, "Lehüm ecnihatün yatîrûne bi gayrı rîşin ilâ melekûti rabbi'l-âlemîn". Yani ehlullahın kanatları vardır, tüyü yokdur. Zîrâ nûrdandır, melekût âlemine doğru uçarlar". Ol kanat bunlarda, terkleri sebebi ve telkîn-i meşâyih ve mâye-i Muhammedî ve usûl-i esmâya müdâvemet ve riyâzât-ı şer'iyye ile olur. Hâsıl-ı kelâm dimek olur ki, tarîkat ehlinin en ednâsının hulûsu ve sıdkı ve hüsn-i itikâdını kırk âbidin gönlü çekemez. Zîrâ bunlarda terk vardır. "Hubbü'd-dünyâ re'si küllü hatîetin, terki'd-dünyâ re'si külli ibâdetin" denilmişdir.

İmdi, bir kimse dese ki, "Ben bir inci kadar cevheri kırk kanluya yükletdim, çekemedi", murâdı anın kıymetidir. Hadd-i zâtında yüz altun ider bir cevheri, kırk elli kanluya yükletmek kâbildir. Bu temsil, ehl-i hâlin ednâ mertebesinde olanlar içindir. Zîrâ serçe kuşların zaîfidir, uzak sefer idemez. A'lâ mertebede olanlar, doğanlar ve şâhinler gibidir. Anlardan birinin ameli ve yakîni ve zevki, yüz bin âbidin yakînlerinden ve amellerinden ziyâdedir. Anların kanadını kanlu değil belki yer ve gök ve arş ve kürs çekemez. Vallahu a'lem bi's-savâb. 

Bir sinek bir kartalı salladı yere urdu

Yalan değil gerçekdir ben de gördüm tozunu

Bu beyt bazı riyâset ve câh sâhibleri olan davâ sâhibleri ve amelde kâmil geçinen cîfe-i dünyâ kuzgunlarının ve ehl-i tarîkat münkirlerinin hallerin ve gözde hor ve hakîr ve fakîr ve miskîn gezen urefâ ve zurefânın kâmillerin beyân eder. Yani, bunların zâhirlerinin fakr u fenâsını ve tezellül ve meskenetlerini görüp, istihzâ tarîkiyle onlara bazı suâl eyleyüp, onlardan her birisi bunların gözüne sinek kadar görünmeyip, urefâ ile söze ve irfâna geldikde, sinek misâli olan fakîr, şâhin gibi o kartalı kaldırıp yere urduğun beyân eder. Yani gözde hor olan dervîş, azamet ve şöhret ıssı filan efendiye gâlib olur.  "Ben de gördüm tozunu" dediği, Azîz, kendileri de ümmî ve fakîrü'l-hâl olup, nice zaman zâhid ve âlimler ona ilzâm tarîkiyle bazı suâle şurû' etdiklerinde,  suâllerine cevâbından sonra, kendileri de bazı onlara suâl edip, cevâbında onları âciz etdiğini beyân eder. Yani "ol hâl bana da vaki' oldu, onlar gibi kartalların âciz olduklarına ben de rast geldim" demekdir. "Men ahlsallahe erba'îne sabâhen zaharet yenâbî'u'l-ilmü min kalbin alâ lisânin". Haddizâtında bir kimse kırk gün hulûs üzere hâlis muhlis sabaha dâhil olsa, yani kırk gün hulûs üzerine olsa, ilim pınarları onun kalbinden lisânı üzere cârî olur. İmdi bunların bazısı kırk hafta ve bazısı kırk ay ve bazısı kırk yıl hulûs ile sabâha dâhil olmuşlardır. Ömründe kırk gün hulûs görmeyen kalbe gâlib gelse aceb midir? İmdi, kartalın ve kuzgunun arı ile ne münâsebeti olur. Kartal her ne kadar gözde büyük ise de, yediği cîfedir ve kendinden çıkan dahi cîfedir. Ammâ arı her ne kadar gözde küçük ise de yediği güzel kokulu çiçekdir ve kendinden çıkan dahi güzel tatlı baldır. İmdi, doğan ve şâhin misilliler ile münâsebeti olmadığı bi-tarîk-i evlâ.


 Bu beyitten muradı, yukarıdaki beyitten bir miktar anlaşılır. Ama Aziz, kuddise sırruhu, yine taliblere nefsin kırılması yolunu öğretip şöyle buyururlar:

Bi rküt ile güleşdim

    “Bir küt ile güreştim” sözüyle demek istenen nefs-i emmaredir ki, gözüne şehvet sevgisi süslü görünmüştür. Sürekli bir şeyleri arzu eder. Ve “elsiz” ile demek istenen şeytandır ki, ateşten yaratılmıştır. İnsandaki öfke [gazab] sıfatı o ateşin alevindendir. Nefs ise çocuk gibidir. Gıdasını vermezsen kesilir ama açlıktan bir hararet ve kuruluk ortaya çıkar. Ve bu hararetin galip olmasıyla, nefsin muradı olan soğukluk ve nemi çaresiz vermeye zorlanıp, bunun tersini murad ettim. Ömrün sonuna kadar nefsin istediği şey yeme, içme ve cima’dır. Yine nefsin istediğini verdim. Yani, muradım üzre nefsime galip olup da nefsimi yenemedim.


    Bu beyit, yukarıdaki beyitin zıddıdır, yani şöyle der: “Görünüşte her ne kadar zayıfsam da düşmanımı Hakk’ın izniyle yendim, ama nefs-i emmare ile şeytanı tümüyle yenip de ellerinden kurtulamadım, özümü göğündürdü.”


    Ve bu beyitte, nefs-i şeytan’a galip olsa da olmasa da, salik-i arif’in dava ehli olmaması, fena ehli ve züll ve iftikar ehli olması, kendini daima âciz ve zelil göstermesi ve kendini beğenmişlikten [ucb] çok sakınması tenbihi vardır. Çünkü, her kim nefsini beğenir ve onunla dost olursa, herkese düşman olur ve her düşmana mağlup olur. Aziz ise de zelil olur. Ve her kim ki nefsiyle düşmanlık üzere olur ve nefsine muhalefetten geri durmaz, herkese dost olur ve her düşmana galip olur.


    İmdi “küt,” yani kötürüm ile kastedilen şehvet sıfatıdır ki cazibedir, yani eli var ayağı yoktur. Zahire alet şehvet ola ki kastedilen nefsdir. Ve “elsiz” ile kastedilen öfke [gazab] sıfatıdır. Yani eli ve ayağı yoktur. Öfkeye alet olmak için zahirde görünür. Bununla kastedilen şeytandır. Yani, “Allah’ın muradına uygun amel murad ettiğimde, nefs ve şeytanın muradlarına muhalefet üzre oldum ve nefsi susturmayı başardığımda, şehvet ve öfke şeytana yardım edip ve nefsime yardımcı olup, ikisi elbirliği ederek beni yendiler. Ve aynı zamanda da, ibadetlere ve taatlere yöneldikçe şeytan beni alıkoyar ve uzaklaştırırdı, ben vazgeçmezdim. Nefs, şeytana yardım edip ve üzerime gevşeklik verip ibadetlerin terkini sevdirirdi ve tatlı gösterirdi. Daima bu savaşla onlara kimileyin galip ve kimileyin mağlup olurdum. Bütünüyle ellerinden kurtulup kötülüklerinden emin olamazdım” diye süluk ehlini bu ikisi ile sürekli muhalefet üzre olmaya kandırır gider.


    İmdi, dervişin ne acaib bir “sinek” olduğunu gör ki, devler ve periler ile Kahraman ve Süleyman gibi savaşır. Nefs ve şeytan ne yaramaz düşmanlardır ki, bu ikisinin elinden enbiya ve evliya –kendiliğinden tümüyle fani olmadıkça– ağlayıp inlemekten kurtulamamışlardır.


Listeye geri dön