HUTBE
Kâlallahu te'âla fî kitâbihi'l-azîz.
Eûzübillahimineşşeytânirracîm.
Bismillahirrahmânirrahîm.
Sadakallahü'l-azîm.
Yerin göğün sâhibi, bilinen ve bilinmeyen âlemlerin mâliki, güzellerin güzeli, ibâdete lâyık, her şeye fâik, zü'l-kemâl, zü'l-celâl, zü'l-cemâl olan Hazret-i Allah, kalblerinde nûr-i îmân, fuâdlarında muhabbet-i Muhammediyye olanlara hitâb ederek diyor ki, "Ey mü'minler, ey ismimle isimlendirdiğim kullarım". Allahu Teâlâ'nın bir ismi de mü'mindir, söylemişdik. "Ey ismimle isimlendirdiğim kullarım, nefislerinizi ve evlâd u ayâlinizi, âlinizi nâr-ı cahîmden koruyunuz".
Bundan evvelki hutbelerimizde, ananın ve babanın evlad üzerindeki haklarından bahsetmiş idik. Dinlemeyenlerin, onlara âk olan, âsî olanların, onlara ikrâm etmeyen, ihsân etmeyenlerin başlarına gelen felâketlerden birkaç da numûne verdik. Anlayan için tabii. Şimdi bugün de, analara ve babalara hitâb ederek, bir de baba namzedlerine hitâb ediyoruz. Ehlimizi ve evlâdımızı nasıl nâr-ı cahîmden vikâye ederek kurtarırız, koruruz.
Bunun bir maddî kısmı var, bir manevî kısmı vardır. Evlâd u ayâlini nâr-ı cahîmden kurtarmak isteyen, evvelâ evlenmeden evvel, belinde topladığı cevheri helâldan toplaması şart. Helâldan toplamazsa cevheri, yani çocuğun, olacak olan evlâdın aslı olan menîyi helâldan toplamazsa eğer, âlini ve evlâdını nârdan korumamış olur. Bir. Çocuğun ebeveyn üzerinde hakkı, baba üstündeki hakkı, ana üzerindeki hakkı. İki alacağı kadını, ehl-i iffet, ehl-i ırz, ehl-i hayâ olanından alacak, kadını. Bir tarlayı aldığın vakitde tarlanın sulak olmasını, verimli olmasını arzu ediyorsun, elbet ki böyle olması lâzımdır. O tarla ki senin elinden çıkacak. Gidecek elinden, başkalarının eline geçecek filan. Öyle bir tarla alıyorsun ki kıyâmet gününe kadar kürre-i ardda zürriyetin bâkî kalacak, o tarladan yetişen zürriyetin.
Ufak bir şey çocuğun ahlâkını fesada uğratabilir, yapacağın ufak bir hareket. "Ne olur" deme! "Şimdiye kadar yapdım da ne oldu ki?", onu da deme sakın hâ! Dâimâ Cenâb-ı Hakk'a tevekkül et ve vakt-i câhiliyyetinde Hakk'ı bulmadan, Hakk'ı bilmeden, Hakk yola yürümeden evvelki hâllerine tövbe istiğfâr edip, Cenâb-ı Hakk'dan rahmet ve mağfiretini ve lutfunu taleb et Allahu Teâlâ Hazretlerinden. Biraz sözlerimiz ağır gibi gelir ama tiryakdır.
Alınacak kız, yani alınacak tarla, nasıl ki maddî tarla alınırken, verimli olsun, havadar olsun, şusu olsun, busu olsun diye tarlanın menfaatlisini arıyoruz, kadını da aldığımız vakitde, kadını ve kızı, kimle evleneceksek, onun iffet, ırz ve hayâsı üzerinde duracağız. Hayâlı mı hayâ îmândandır. Hayâsız mı îmânın nûrunda noksanlık vardır. Bir adamda utanma yok mu, o adamın îmânı sarsılmışdır, nûru azdır, îmânın nûru. İnsan her şeyden hayâ etmelidir. Allah'dan, Peygamber'den, meleğinden, şeytanından. İnsan, insan! İnsan, insan, binâ-yı ilâhî. Hakk'a lâyık olan sıfatlarla muttasıf olması lâzım gelir, o sıfatlarla sıfatlanması lâzım gelir. Onun için anneleri de öyle, sütü sümüğü belli, sütü sümüğü belli, hayâ sâhibi, iffetli, ırzlı, böyle kimselerle evelenceğiz, çocuklarımızı evlendireceğiz. Babalar! Baba namzedi isen işte sana da söylüyorum, öğretiyorum böyle. Rastgeleni alıp koynuna sokmayacaksın. Sonra felâket olur. Bak ben sana bir misâlini vereceğim bunun şimdi, sonra geçeceğiz gene yukarı doğru yürüyeceğiz. Belki burda anlatmışımdır size ama gene söyleyelim işitmeyenler vardır.
İstanbul'da bir cihet vardır, Vefâ ciheti, Vefâ. Hani bozası meşhûr. Bozadan kinâye değil o. Orda Şeyh Vefâ diye bir Hazret yatıyor. Fâtih Sultan Mehmed'in namazını kıldıran zât. Şeyh Vefâ Hazretleri yatıyor orda. Onun ismiyle o mahalle isimlendiği için boza da o isimle isimlenmiş. Biz Hazret'in kabrini türbesini bilmeyiz de bozayı biliriz. Çünkü her şeyimizi unutmuşuz biz. Her şeyimizi unutmuşuz. Ne mâzîmizden haberimiz var, ne târihimizden. Öyle işte yaşıyoruz böyle bir ot gibi. Târihini okuyacaksın, babanda bulunan güzel sıfatlarla sıfatlanacaksın. Onlar Allah ve Resûlullah'a bağlandılar, Allah dünyâyı ve âhireti yaydı böyle önlerine. Dört kıtada hükümran oldular. Dünyâya hükümlerini geçirdiler. Ne vakit ki işi bozdular Allah ile, sonra bakdılar ki bir papaz bile bize karşı geldi. Vaktiyle yedi kıral biraraya gelir bizle harb ederdi. Yedi kıral biraraya gelmezse bizle harb edemezdi, yedi kıral. Meselâ Yıldırım Hân'ın Niğbolu seferinden yedi kıral vardı karşımızda. Sonra bir papaz bile bizle mücâdeleye kalkdı filan. Onun için dâimî sûretde Allah müttakîleri, verâ sâhiblerini yüceltmiş, yükseltmişdir. Çünkü en kerîm olan Allah'dan korkandır. Her husûsâtda, her husûsâtda, "Bu işde Allah'ın rızâsı var mıdır yok mudur?" diye düşünerek işi icrâ eden Allah yanında makbûldür. Bir çok velîler ağızlarında taş taşımışlar, bakla taşımışlar, "Söyleyeceğimiz söz, Allah'ın gücüne gider mi, insanlara bir fenâlık dokundurur mu?" diye. Çünkü malûm ya, bir adam, ağzından zehir alırsa vücûdu ifnâ olur, kulağından zehir alırsa rûhu ifnâ olur. Yani rûhu ölür. Binâenalâzâlik böyle hareket etmişler. Adâletlerinden dolayı, kılıçlarından dolayı değil. Sakın hâ aklına öyle gelmesin, zorla zorbalıkla filan. Zorbalıkla hiç bir şey olmaz. Yıkılır zorbalar. Zorbalar yıkılır. Nihâyetleri felâket olur. âdiller, kâmiller, onları Cenâb-ı Hakk arda vâris kılmışdır, sâlihlere vâris kılmışdır ardı.
Çocuğa güzel bir isim koymak, çocuğun ana-baba üzerindeki haklarındandır. Her ne kadar isimde ma'nâ aranmaz ise de makbûl olan, başta peygamberler olmak üzere sâlihlerin, âlimlerin, fâtihlerin, gâzîlerin yani insâniyyete hizmet etmiş olan büyük insanların isimlerini vermekdir. Yaptıkları zulümlerle târihe geçmiş olan, insanları mahvetmiş, kahretmiş olanların isimlerini koymamalıdır. Zîrâ bazı isimlerin çocuklar üzerinde tesiri vardır.
Kıbleye karşı dönüp, çocuğun sağ kulağına ezân, sol kulağına kâmet okunur ve üç defa ismi söylenir. Sonra hâlisâne bir duâ edilerek ve çocuğun kendisine verilen ismin ma'nasına mazhar olması istenir. Çocuğun vatana, millete hayırlı ve insâniyyete hâdim olması ve fenâlıklardan muhafazası için duâ edilir. Bu işi her baba yapabilir...
Bu kadar zekâ ve cevvâliyyetine rağmen bu milletin geri kalması hakîkaten şaşılacak bir işdir. Batılıların ilerlemesi çok akıllı ve zekî olduklarından değil, sabır ve sebât ile devamlı çalışmaları ve bir işi hakkıyla öğrenmeden, yapmadan bırakmamalarıdır. Bizimkiler ise, zekî oldukları için, hep kestirme yollara saparak, çalışmadan zengin olmak, okumadan âlim olmak hevesinde. Bizimle batılıların arasındaki mes'ele tavşan ile kaplumbağanın hikâyesi gibidir...
"Ez-zarurât tübîhu'l-mahzûrât" denilmişdir yani zarûret hâlinde ruhsatlarla amel edilebilir ama insan ancak çok darda kalırsa ruhsat tarafına gitmeli, zarûret son haddine gelinceye kadar azîmet yolunu tutmalıdır...
Sakın çocukları oyundan men' etmeyin! Çocukların hakkını verin, oyun çağında oynamalarına müsâade edin. Çocukları oynayacakları zamanda oynatmazsanız sonra oynanmayacak zamanda oynarlar!
Efendi Hazretleri bu hususda Resûl-i Ekrem Efendimizin hayâtından da şu misâlleri verirdi :
Resûl-i Ekrem Efendimiz hutbe okurken, çocuklar peygamberimizin minberi etrafında oynarlardı ve Efendimiz onların oynamasına hiç mâni' olmazdı. Yine Resûl-i Ekrem Efendimiz namaz kılarken torunları Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin omuzuna çıkarlardı. Resûl-i Ekrem Efendimiz torunları omuzunda iken onlarla berâber kıyâma kalkar, tekrar secdeye gittiğinde onları omuzundan indirirdi. Çocukların oyun olarak yaptıkları bu gibi şeylere katiyyen kızmaz ve mâni' olmazdı.
Efendi Hazretleri "çocukları oyundan men' etmeyin" derken hep şu tenbîhâtı da yapardı :
Çocuklarınızın arkadaşlarına çok dikkat edin. Çocukların kimlerle konuştuğunu, kimlerle oturduğunu mutlaka araştırın. Zîrâ insanları yücelten de bozan da cemiyyetdir. Bizim cemiyyetimiz ise maalesef hastadır. Bu sebeble, çocukların ahlâkını bozacak kimselerden uzak durmasını sağlamak şartdır.
Vaktiyle bir çocuk, bir yerden bir yumurta çalıp annesine getirmiş, annesi "nereden buldun bu yumurtayı" diyeceği yerde "iyi ettin evlâdım" demiş. Ertesi gün çocuk iki yumurta çalmış, annesi yine sormayınca çoçuk hırsızlığı ilerletmiş ve zamanla tavukdu, hindiydi, koyundu derken azılı bir hırsız ve eşkiyâ olmuş. İşlediği suçlar artınca devrin kolluk güçleri onu yakalayıp mahkemeye çıkarmışlar, hâkim de idâmına hükmetmiş. İdam etmeden evvel her suçluya sordukları gibi ona da son arzusu sorulmuş. Adam annesini istemiş. Peki demişler. Annesini getirmişler. Adam annesine "Anneciğim çıkar da şu dilini bir öpeyim" demiş. Annesi dilini çıkarınca hart diye ısırıp koparmış. Bu hâli görenler hayretler içinde kalmışlar ve adamın idama giderken bile kötülükden geri durmamasına üstelik de annesine böyle bir kötülük yapmasına şaşırıp kalmışlar. "Utanmıyorsun annene böyle yapmaya" demişler. Adam şu ibretlik cevâbı vermiş : "Annem bunu çokdan hak etti. Eğer ilk yumurtayı çaldığımda aferin diyeceğine beni uyarsaydı ben şimdi idam sehbasında olmayacakdım" demiş.
Asılacak adama infazdan bir gece önce ne istediğini sorarlar ve her ne isterse onu ikrâm ederler. Kurbân edilecek koyuna da çok iyi bakarlar, bayram sabâhına kadar güzelce yedirirler içirirler, okşarlar, severler. Bilmem ne demek istediğimi anladınız m? İkrâmlar çoğalınca yağlanırsın, ikrâmın arkasından bıçak gelir! Anlayana söyledim...
İşte bu Ahmed Bîcân Efendi, bir gün cami-i şerîfde ders verip halkı irşâd ederken, ağabeyi Mehmed Efendi camiye girip kardeşinin ders takrîrini bir müddet dinledikden sonra, tebessüm ederek camiden çıkar. Ağabeyinin bu hâli ders veren kardeşinin nazarından kaçmaz. Ahmed Bîcân Efendi, akşam eve gelince hâdiseyi anasına naklederek ağabeyinin kendisine neden tebessüm ettiğini ağabeyinden sorarak öğrenmesini ricâ eder. Anası, Mehmed Efendi eve geldiğinde vukuatı nakledip, kardeşinin ders verdiği esnâda ne sebepden güldüğünü sorduğunda Mehmed Efendi şu cevâbı vermiş :
Muhterem anneciğim, ben kardeşimin ders takrîrine gülmedim. Kardeşim ders verirken onu o kadar çok melâike dinliyordu ki âdetâ birbirlerini çiğniyorlardı. Bunu müşâhede edince, aklıma şu âyet-i kerîme geldi. meleklerin vaktiyle Cenâb-ı Hakk insanı yaratacağı vakit meleklere: "Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım" dediğinde melekler : "Â! Oradaki nizamı bozacak ve yeryüzünü kana bulayacak bir mahlûk mu yaratacaksın?" demişlerdi. (Sûre-i Bakara, Âyet 30) İşte hakkında böyle düşündükleri insanoğlundan birisinin dersini dinlemek için bu derece istekle hücûm etmeleri çok hoşuma gitti de onun için tebessüm ettim
Anası Ahmed Efendi'ye ağabeyinin sözlerini nakledince Ahmet Efendi, pek müteessir olup, "Ağabeyim melekleri görmek derecesine nâil olmuş, ben ise bu nimetten mahrûmum. Lütfen bunun sebebini kendisinden sorunuz, acaba benim ne gibi bir kusûrum var?" diye annesinden ricâ edince, annesi büyük oğlu Mehmed Efendi Hazretlerine sorar :
Oğlum! Sen melekleri görüyorsun da kardeşin neden göremiyor?...
Mehmed Efendi cevâben buyururlar ki :
Anneciğim! Bu noksanlığı sen kendinde ara.
O vakit, annesi bir müddet tefekkür etmiş ve Mehmed Efendi'ye demiş ki :
Evlâdım! Ben sana hiç abdestsiz süt vermedim. Fakat Ahmed henüz kundakda iken bir gün komşu kadın bize gelmişdi. O sırada namaz vakti geçecek diye namaza durmuşdum. Ben namazda iken Ahmed ağlamaya başlayınca, komşu kadın, Ahmed'i susturmak maksadıyla ona süt verdi. Selam verir vermez koşup o sütü kusturmaya çalıştımsa da iş işten geçmişdi, Ahmedim, o komşu kadının sütünü içmişti. Kadına abdestli olup olmadığını sorduğumda abdestsiz olduğunu söylemişdi.
Bu îzâh üzerine Mehmed Efendi Hazretleri buyurmuşlar ki :
Anneciğim! İşte kardeşimin melekleri görememesinin sebebi budur.
Vallahu yed'û ilâ dâri's-selâm ve yehdî men yeşâu ilâ sırâtin müstakîm.