Dakûkî Hazretlerinin Mâcerâsı

2 Şubat 2024 tarihinde yayınlanmıştır.

Dua

Cenâb-ı Mevlânâ Mesnevî-i Şerîf'de Dakûkî nâmındaki bir velînin niçin bir yerde karar kılmayıp hep seyahat etdiğini îzâh etdikden sonra, onun acâib bir yolculuğunu da şöyle  anlatıyor :

Dakûkî diyor ki, "Bir gün sevgilinin insandaki nûrlarını görmek için iştiyâkla gidiyordum. Katrede deryâyı, zerrede güneşi göreyim diyordum. Gide gide bir sâhile vardım. Gündüz bitmiş, akşam olmuşdu. Birdenbire uzakdan yedi mum gördüm, hemen o mumların bulunduğu yere doğru koşmaya başladım. Her mûmdan göğe doğru bir ışık hüzmesi uzanıyordu. Hayrete düşdüm, hattâ hayretim bile hayrete düşdü. Hayret dalgası aklımı yutdu. 'Bu mumlar, ne çeşit mumlar ki halk bunları görmüyor? Aydan da aydın mumlar dururken niçin lamba arıyor insanlar? Halkın gözünde acâib bir bağ var, dilediğini doğru yola ileten bağlıyor gözleri. Bir de bakdım ki o yedi mum bir mum oldu. Nûru, gökyüzünü delip geçiyordu. Sonra yine o mum, yedi mum oldu. Benim sarhoşluğum, hayretim arttıkça arttı. O mumların birleşmesini dille anlatmaya imkân yok"

Rûhun ânlık bir idrâkini dil yıllarca söylese anlatamaz. Aklın ânlık bir idrâkini kulak yıllarca dinlese bitmez. Akıl ne kadar haber verse de bunun sonu yok. Nitekim "Seni hakkıyla övemem" buyurmuşdur Peygamberimiz.

"O mumlar Allahu Teâlâ'nın ne tür bir alâmeti diye koşa koşa giderken, aceleden ve koşmakdan bîtâb olup kendimden geçdim, yere yıkıldım, topraklara serildim. Bir müddet  kendimden geçmiş hâlde hâlde kalmışım. Sonra kendime geldim, kalkdım yine yola düşdüm. Fakat bir yere gidiyordum ki ne başım vardı, ne ayağım".

"Derken bu yedi mum yedi adam sûretine girdi. Nûrları göğe yükseliyordu. Gün ışığı o ışıklar yanında sönük kalıyordu. Parlaklığıyla bütün ışıkları yok ediyordu. Sonra o yedi adam, yedi ağaç oldu. Yeşillikleri neş'e veriyordu ağaçların. Yapraklarının çokluğundan dalları görünmüyor, meyvelerinin bolluğundan yaprakları kayboluyordu. Dalları tâ Sidre'ye kadar yükselmişdi o ağaçların, hattâ Sidre ne ki, Halâ'yı bile aşmışdı. Kökleri, yerin dibine kadar girmiş, yayılmış, öküzle balığı bile geçmişdi. Kökleri, dallarından daha tâze, daha latîfdi. Bunları seyredenin aklı, hayretlere düşer, altüst olurdu. Olgunlukdan yarılan meyvelerinden, su yerine nûr pırıltıları fışkırıyordu". 
"Asıl şaşılacak şeye gelince, ovalardan, çöllerden geçen yüz binlerce insan, gölge için yanıp tutuşuyor, başlarını kilimlerle örtüyorlardı da, onların gölgesini görmüyorlardı". 
Görmeyen gözlere yüz kere yuh! Hakk'ın kahrı gözleri mühürlemiş, ayı görmez de Sühâ'yı görür, zerreyi görür de, güneşi görmezler. Fakat yine de Allah'ın lutfundan, kereminden ümid kesilmez ya. 
"Yâ Rabbi, bu nasıl sihir? Bütün bu meyveler olgunlukdan yere dökülürken, açlıkdan kırılan kervanlar ondan nasîbsiz. Susuzlukdan yanan halk, çürük meyveler için birbirini eziyor. O dalların yaprak ve meyveler ise her ân, 'Keşke kavmim bilseydi' diyor. Her ağaçdan, 'A bahtsız kişiler! Bize gelin, bize!' diye ses geliyordu. Fakat Allah'dan da ağaçlara, 'Onların gözlerini bağladık, onlara sığınacak yer yok' nidâsı gelmekdeydi. Birisi onlara, 'Bu yana gelin de bu ağaçlardan faydalanın' diyecek olsa, hepsi birden, 'Zavallı sarhoş, delirmiş bu. Bu zavallının beyni müzmin sevdâdan yâhud sonu gelmez riyâzatlardan soğan gibi çürümüş' derlerdi".

Dakûkî, "Yâ Rabbi bu ne hâl?" diyordu, "halkdaki bu gaflet, bu dalâlet nereden geliyor?" diye şaşıp kalıyordu. Diyordu ki, "Sayısız insan, yüzlerce akla, yüzlerce tedbîre sâhib oldukları hâlde o tarafa bir adım olsun atmıyorlar. Hep birden inkâra düşmüşler. Onların bu azgınlığına, bu isyânına bakıyorum da kendimden şübhe ediyorum Yoksa ben mi çıldırdım, ben mi sersem oldum? Şeytan, benim kafama bir şey mi vurdu? Her an gözlerimi ovup duruyorum, rüyâ mı görüp durmakdayım yoksa? Fakat bu nasıl rüyâ olur? İşte ağaçlara doğru gidiyorum, meyvelerini yiyorum. Buna nasıl inanmayayım? Sonra yine münkirlere bakıyorum, görüyorum ki bu bahçeden haberleri bile yok. Son derece muhtâç düşmüşler, ihtiyaçlarından bir yarım koruk için can veriyorlar. Bu yoksullar, açlıklarından bir yaprak için âh edip duruyorlar. Sonra yine, acaba ben mi kendimde değilim, ben mi hayâle düşdüm, gözüme görünen muhayyel bir ağacın dalına el atdım diyorum" demekdeydi.

Dakûkî diyor ki, "İleriye doğru yürüdüm, bir de bakdım ki o yedi ağaç bir ağaç olmuş. Her ân bir ağaç, yedi ağaç olmakda, yedi ağaç bir ağaç hâline gelmekdeydi. Hayretden ne hâle geldim, bilir misin? Dondum, kaldım. Sonra bir de ne göreyim! Ağaçlar, cemâat gibi toplanmış, saf olmuş, namaza durmuşlar. Bir ağaç, imâm gibi önlerine geçmiş, öbürleri de onun ardında kıyâmdalar. Onların kıyâmı, rükûya, secdeye varmaları beni büsbütün hayrete düşürdü. O ânda Allah'ın, "Yıldız ve ağaç, Allah'a secde eder" sözünü hatırladım. Bu ağaçların ne dizleri vardı, ne belleri. Rükûya, secdeye nasıl varıyorlar, bu ne biçim namaz derken, Allah'dan ilhâm geldi, "A nûrlu kişi, hâlâ bizim işimize şaşıyor musun?".

"Bir müddet sonra ağaçlar, yedi tâne insan oldu. Hepsi de Allah'ın huzûrunda diz çöküp oturmuşdu. Gözlerimi ovuşturup, 'Bu yedi aslan kimlerdir, burada ne işleri var?' diye bakıp duruyordum. Yanlarına yaklaşıp onlara selâm verdim. Selâmımı aldılar, bana "Ey Dakûkî, uluların tâcı, büyüklerin övündüğü zat" diye hitâb etdiler. Kendi kendime, 'Acabâ beni nasıl tanıdılar? Bundan önce beni görmemişlerdi' dedim. Hemen aklımdan geçeni anlayıp birbirlerine bakdılar ve gülüşerek dediler ki, 'Ey azîz, bu sır, şimdi sana gizli mi ki? Allah'a ulaşıp hayrete varan bir gönüle, solun sağın sırları gizli kalabilir mi?'. Ben yine kendi kendime, 'Bunlar hakîkate ermişler, hakîkatler âlemine ulaşmışlar, a'lâ, fakat, bu sûrete âid ismi, bu sûrete âid harfi nasıl biliyorlar?' dedim. İçlerinden biri, 'Velî, bir adı bilmezse, bil ki, bu istiğrakdan ileri gelen bir şeydir, câhillikden değil' dedi. Ondan sonra bana, 'Ey temiz dost, biz namazda sana uymak istiyoruz' dediler. 'Peki' dedim, 'fakat biraz müsâade edin, bazı müşküllerim var. Sizin sohbetinizle o müşküller hallolsun'.'Hüküm senin' deyip baş eğdiler. Onların bu baş eğmelerinden öyle harâretlendim, gönlümden öyle bir ateş çıkdı ki, tarifi mümkün değil. Bir müddet o seçilmiş kişilerle murâkabeye daldım, kendimden geçdim. O zaman rûhum, zamandan kurtuldu". 

Zaman, genç insanı kocaltır. Bütün renkden renge girişler, değişimler, hep zamanla olur. Bir ân olsun ândan sıyrıldığında "nasıl-niçin" kalmaz, "nasıl niçin"den münezzeh olan zâta mahrem olursun. Ânın ânsızlıkdan haberi yokdur. Çünkü o yana geçebilen ancak onun hayretidir. 

Dakûkî diyor ki, "Bana, 'Bu sözün sonu yokdur. Namaz vakti geldi, haydi hemen öne geç' dediler. 'Ey eşsiz kişi, bize iki rekât namaz kıldır da zaman seninle süslensin, bezensin. Ey gözü aydın imam, bize imamlık et" dediler'.

Dakûkî, namaz kıldırmak üzere öne geçdi. O kadar birleşdiler, o kadar kaynaşdılar ki sanki onlar atlas bir kumaş, Dakûkî de o kumaşdaki nakış idi. O pâdişahlar, saf olup nâmlı imama uydular. Tekbir getirince kurbanlık koç gibi âlemden çıkdılar. Ne güzel bir cemâat, ne güzel bir imâm!

Onlar namazdayken denizden imdâd sesleri geldi. Dakûkî'nin gözüne bir gemi ilişdi. Gemi, dalgalar arasına düşmüş, belâlara uğramış, perişan bir hâle gelmişdi. Hem karanlık bir gece, hem bulutlu bir hava, hem de dalgalı bir deniz. Bu üç karanlık bir yandan, batma korkusu bir yandan. Fırtına Azrâil gibi saldırıyor, dalgalar sağdan soldan hücûm edip duruyordu. Gemidekiler, ölüm korkusuyla feryâdlarını göklere çıkarıyorlardı. Bağrışıp çağrışıyorlar, başlarını dövüyorlardı. Kâfir, mülhid, hepsi de îmâna gelmişdi. Yüzlerce niyâzda bulunarak nezirler yapıyorlar, adaklar adıyorlardı. Yalan yanlış işlere dalmış, yüzleri bir ân olsun kıbleye dönmemiş olanlar bile baş açık secdeye kapanmışlardı. Halbuki evvelce onlar, "Bu kulluğun faydası yok" diyorlardı. Fakat o ânda kullukda yüzlerce hayât görüyorlardı. Dostlardan, dayıdan, amcadan, babadan, anadan, herkesden ümidlerini kesmişlerdi. Kötü kişinin can verirken Allah'dan korkması gibi, zâhid de Allah'dan korkuyordu, fâsık da. Ne sollarından bir ümid vardı, ne sağlarından. Hîleler tükendi mi, duâ zamânı gelir. Onlar da ağlayıp inleyerek duâya koyulmuşlardı. Gemiden gökyüzüne bir duman yükselmişdi. Şeytan da, o sırada düşmanlığından her birinin karşısına dikilip, "A köpeğe tapanlar, işte size iki zillet. A münkir münâfıklar, hem korkun, hem geberin. Nihâyet bu olacakdı zâten. Kurtulunca yine gözleriniz kurur, yine şehvet için yaratılmış birer şeytan kesilirsiniz. Allah'ın sizi kazâdan kurtarmak üzere elinizden tutduğu, sizi tehlikeden kurtardığı gün, Allah hatırınıza bile gelmez" diye bağırmakdaydı. Şeytan böyle söylüyordu ama can kulağı ile duyanlardan başkası bu sözü duymuyordu ki. 
Dakûkî, o hengâmeyi görünce merhameti cûş u hurûşa geldi, gözlerinden yaşlar boşandı. "Yâ Rabbi" dedi, "onların yapdıklarına bakma. Ey lutuf sâhibi pâdişah! Ellerini tut, imdâdlarına yetiş. Ey eli denize de karaya da yetişen! Onları sağlık ve selâmetle kıyıya çıkar. Ey kerem ve merhamet sâhibi! O kötü kişilerden bu kötülüğü def eyle. İnsanlara bedava olarak yüzlerce göz, yüzlerce kulak veren, aklı, fikri meccânen ihsân eden Allah! Sen, biz hak etmeden lutuflarda, ihsânlarda bulunursun. Nimetlerine karşı yapdığımız nankörlüğü, hatâlarımızı hep görürsün. Ey ulu Allah! Bizim şânımız büyük büyük günahlarda bulunmakdır. Fakat sen, bunları lutfunla affetmeye kâdirsin. Biz, hırsdan, şehvetden kendi kendimizi yakdık. Bu duâyı da senden öğrendik Yâ Rabbi. Bize duâda bulunmak için müsâade etmen, duâ öğretmen, böyle bir karanlığı aydınlatman hürmetine sen bunlara acı". Dakûkî, ihtiyarsız bir sûretde, şefkatli analar gibi duâ edip duruyor, gözlerinden yaşlar akıtıyordu. Kendinde olmaksızın etdiği duâ, semâya yükselmekdeydi. 

O ihtiyarsız duâ yok mu! Bambaşka bir şeydir o. O, adamın kendisinden değildir, Allah'dandır, Allah'ın ilhâmıdır. O esnâda insan yok olur, o duâda bulunan Allah'dır. Duâ da Allah'dandır, icâbet de. Arada vaâsıta olarak mahlûk yokdur. O niyâzdan cismin de haberi yokdur, rûhun da. Lutuf ve merhamet sahibi olan kullar, Allah ahlâkına sahibdirler. Onlar, şiddet zamanında, sıkıntı vaktinde, rüşvet almaksızın mahlûkata acırlar, yardımda bulunurlar. Ey belâlara uğramış adam! Kendine gel de bunları ara. Kendine gel de belâ vaktinde, onların duâsını ganimet bil. 

O Allah erinin duâsıyla gemi kurtuldu. Gemidekilerse kendi gayretleriyle, kendi hünerleriyle kurtulduklarını zannetdiler. Gemi selâmete erdiğinde, cemaatin de namazı tamamlanmış oldu. Birbirlerine gizlice, "Bu fodûlluk, bu hâl kimden oldu?" diyerek sormakdaydılar. Dakûkî'nin arkasındaki o cemaat, gizlice birbirlerine böyle soruyorlardı. Herbiri, "Ben bu şekilde bir duâyı dışımdan da, içimden de etmedim" diyordu. Birisi, "Her hâlde bu imam şefkatinden yersiz bir münâcâtda bulundu" dedi. Bir diğeri de, "Arkadaşlar, bana da bu şekil doğru geliyor, o fodul, sıkıntı basınca Hallâk'ın işine itirazda bulundu" diyordu.

Dakûkî diyor ki, "O kerem sâhibleri ne diyor diye arkama bakınca, onlardan birinin bile kalmadığını, yerlerinin bomboş olup hepsinin gitdiğini gördüm. Keskin gözlerimle bakdığım halde, ne sağda, ne solda, ne aşağıda, ne yerde bir izleri vardı. Sanki inciydiler de eriyip su olmuşlardı, ayak izleri hattâ bir tozları bile yokdu. Hepsi Hakk'ın kubbelerinde gizlenmişlerdi. Acaba hangi bahçeye gitmişlerdi? Cenab-ı Hakk, onları benim gözümden niye gizledi diye bir müddet hayrete düşdüm". Balıklar suya nasıl dalarlarsa, onlar da Dakûkî'nin gözünden öyle kayboldular. Nice yıl onların hasretiyle ağlayıp, iştiyâkından gözlerinden yaşlar dökdü. 

Sen dersin ki, "Hakk'ın nazar etdiği ve O'nunla olan nasıl olur da insanı anar?" İşte şimdi hatâ etdin. Onları insan sûretinde görüp, cân nûru olduklarını görmedin. Ey ham adam! Bu yüzden işi berbâd etdin. Onları herkes gibi insan sandın sen. Onları, mel'ûn İblîs'in, "Ben ateşden yaradıldım, Âdem ise çamurdan" dediği gözle gördün. İblîsce gözünü bir an yum da bak! Bak nasıl yücelirsin.

Ey Dakûkî! Gözünü aç, gece gündüz onları ara, bulmakdan ümîdini kesme sakın. Aramaya devâm et zîrâ saâdetin esası aramakdadır. Gönüldeki her ferahlığın sebebi bir derde bağlıdır. Âlemin bütün işlerini bırak da, üveyik gibi "Kû,kû, nerede, nerede?" diyerek ara. 

Ey gâfil! Sakın duâdan geri kalma! Çünkü, "Bana duâ ediniz, size icâbet edeyim" buyurulmuşdur. Kalbi arınmış olanın duâsını, Cenâb-ı Hakk kabûl eder.

Listeye geri dön