Derûnî derdimi derde giriftâr olmayan bilmez

17 Aralık 2024 tarihinde yayınlanmıştır.

http://schemas.google.com/blogger/2008/kind#post


96

1. Derûnî derdimi derde giriftâr olmayan bilmez
Yanan pervânenin hâlin yanıp nâr olmayan bilmez
(Gönlümdeki derdimi /aşkımı/ derde tutulmayan bilmez. Yanan pervânenin hâlini yanıp ateş olmayan bilmez.)

2. “Sivâd-ı mâsivallâh” ref‘ olur nûr-ı “huvallâh”la
Bunu fakr u fenâda yok olup var olmayan bilmez
(Huvallâhın nûru yani O Allah’tır sırrının nûruyla mâsivâ zulmeti kalkar. Bunu fakr u fenâda /yokluk zevkinde/ yok olup yeniden var olmayan bilemez.)

3. Ne bilsin “men aref” sırrın esîr-i nefs-i emmâre
Anı nefsinde kâim nefs-i kahhâr olmayan bilmez
(Nefs-i emmârenin esîri olan kişi Men aref / ‘Nefsini bilen –ârif olan- Rabbini de bilir.’/ sırrını ne bilsin? Onu nefsinde, yok olmuş nefs ile var olmayan bilmez. /Yani nefsini terk ile kemâle ulaşmayan bilmez./)

4. Bu gözle Hak görülmez her ne görsen kendi vehmindir
Anı görmek görünmekden rehâkâr olmayan bilmez
(Bu baş gözüyle Hak görülmez, gördüğün her şey vehmindir / hayâlindir/. Onu görmek görünmekten kurtulmakla mümkündür, kendini görenler O’nu bilmez.)

5. Nedir bu cân u ten kimdir tutan bu dâr u deyyârı
Bunu bu dârda bî-dâr u deyyâr olmayan bilmez
(Bu ten ve rûh nedir, bu varlık evini ve içinde yurt tutanlar kimdir? Bunu bu dünyada evsiz ve yurtsuz olmayan bilmez.)

6. Okursun her nefesde gerçi “Lâilâhe illallâh”
Bunun ma‘nâsını ma‘nâ-yı ezkâr olmayan bilmez
(Gerçi her nefeste “Lâilâhe illallâh” der kelime-i tevhîd okursun, bunun manâsını zikr ettiğinin manâsı /kendisi/ olmayan bilemez.)

Zâkir ve mezkûr oldukça zikrinde şirk vardır. Zikrin aslı zikredenle edileni tevhîd etmek, zikr ettiğin vücûda dönüşmektir.

7. Muhît-i külli şey zâtı muhât kendi sıfâtıdır
Zuhûr-ı külli eşyâdan haberdâr olmayan bilmez
(Nûruyla her şeyi kuşatıp kapsayan zâtı, kuşatılan da sıfatlarıdır. Hakk’ın eşyâdan küllî olarak âşikâr olduğunu /yani muhît ve muhât olanın Hak olduğunu/ bilmeyen bilmez.)

Allah (c.c.) zâtıyla mütecellî, sıfâtıyla mütehallî (süsleyen), esmâsıyla muhît, ef‘âliyle zâhirdir. Onun esmâ, ef’al ve sıfâtını zâtından ayrı görmek ne kadar yanlış ise, sıfâtına zât demek de o kadar yanlıştır. Sıfât zât deryâsı içindedir fakat müstakil bir vücûd değildir. Ne güzel buyurur Mısrî Efendi:
Zînet etmiş zîr ü pes evsâf ile
Her sıfâtdan zâtın ilân eylemiş

Yine Muhammed Nûr (k.s.) Hz. Mısrî’nin irâd ettiği bir beyt-i şerifini yorumlarken şöyle bir misâl verir:
Şu mâhîler gibi kendini deryâdan cüdâ sanma
İhâta eylemiş her yana bak her sûyu tevhîd et

Şu balıklar gibi kendini deryâdan uzak sanma.
Bir defa balıklar bir yere toplanıp meşveret etmişler ve demişler ki:
“Biz işidiyoruz, su denilen bir şey varmış. Bu su nasıl şeydir?
İçlerinde suyu bilen bulunmayınca demişler ki:
“Bahr-i muhît-i kebîrde bir büyük balık var, bilse bilse o bilir; gidip ona soralım. Ma‘lûm ya, balık suda pek sür‘atli gider. Bir anda bir günlük mesâfe kat‘ eder. Hâsıl-ı kelâm o büyük balığa gidip meseleyi anlatırlar. O dahi onlara şöyle cevâb verir:
“Siz bana sudan gayrı bir şey gösterin de ben de size suyu göstereyim. Kezâlik, vücûd-ı Hak’tan gayrı vücûd yoktur ki vücûd-ı Hak görüle!
Bizim zamânımızdan evvel Mısır’da ulemâ beyninde bir ihtilâf vâki olmuş. İçlerinden bazısı:
“Cenâb-ı Hak bu avâlimi ilmi ile ihâta eylemiştir.” demiş. Diğerleri:
“Hayır, vücûdu ile muhîttir.” demişler. Nihâyet Câmi-i Ezher’de toplanarak ba‘de’-l-mübâhase (tartışmadan sonra) hangi taraf haklı çıkar ise ona tâbi olmağı kararlaştırırlar. Câmi-i Ezher’deki ictimâlarında o vaktin velîlerinden bir zât oraya gidip tecemmu‘larının esbâbını sormuş, onlar da meseleyi anlatınca buyurmuş ki:
“Ey budalâlar! Cenâb-ı Hakk’ın ilmi zâtından ayrı mıdır? İlmiyle ihâta eden zâtı ile ihâta edemez mi?”

8. Ararsan devr-i ekvânı dilersen sırr-ı insânı
Geçip sırr-ı hafâdan lübb-i esrâr olmayan bilmez
(Yaratılmışların aslına doğru yolculuğunu anlamaya çalışır, insânın sırrını öğrenmek istersen, bunu sırr-ı hafâdan /gizli sırdan/ geçerek sırların özü /sırrın kendisi, sırr-ı ahfâ/ olmayan bilmez.)

Bazı turuk-ı aliyye meşâyıhı tâliplerini letâyif-i seb‘a ile /yedi latîf mertebenin sırrını öğreterek/ götürür. Nefs-i emmâre bu yolculukta sırasıyla Nefis, Rûh, Kalb, Sır, Sırrus-sır, Hafâ ve Ahfâ mertebelerinden geçer. Bu mertebelere nefis tezkiyesiyle yolculuk yapan tarîklerde Emmâre, Levvâme, Mutmaînne, Mülheme, Radiyye, Mardiyye, Safiyye (Kâmile) gibi isimler de verilmiştir. İşin hakîkati, bunların hepsi de aynıdır. Bir tâlib ekvânın devr sırrını ve insânın aslını öğrenmek istiyorsa, nefsini rûh, sonra sırasıyla kalb, akıl, sır ve sır ötesi makâmlara ulaştırmalıdır vesselâm.

9. Görülmez “Rabbî erinî” haşre dek söylerse bin Mûsâ
“Tecellellâh” ile “mes‘ûk-i dîdâr” olmayan bilmez
(Bin tane Mûsâ, haşre kadar “Rabbim bana /cemâlini/ göster.” dese de Allah’ı göremez. Zirâ onun zâtını İlâhî tecellî ile dîdâra sevk edilmeyen bilmez.)

“Ve lemmâ câe mûsâ li-mîkâtinâ ve kellemehu rabbuhu kâle rabbi erinî enzur ileyke, kâle len terânî ve lâkininzur ilâl-cebeli fe inistekarre mekânehu fe sevfe terânî fe lemmâ tecellâ rabbuhu lil-cebeli cealehu dekkan ve harra mûsâ saıkan, fe lemmâ efaka kâle subhâneke tubtu ileyke ve ene evvelul mu’minîn. /Mûsâ tayin ettiğimiz zamanda gelince, Rabbi onunla konuştu. Şöyle dedi: “Rabbim, bana göster, Sana bakayım.” “Beni asla göremezsin. Ve fakat dağa bak! O, mekânını kararlı tutabilirse (yerinde durabilirse); o zaman sen, Beni görürsün.” buyurdu. Rabbi, dağa tecellî ettiği zaman onu paramparça etti. Mûsâ bayılarak yere düştü. Sonra ayıldığı zaman: “Sen Sübhân’sın (Seni tenzih ederim). Sana tövbe ederim. Ben, mü’minlerin ilkiyim.” dedi. A’raf/143.”

10. Deme eşyâya Hak kim Hak gelince şey olur zâil
Kemâlî sırr-ı Hakk’ı sırr-ı settâr olmayan bilmez
(Kemâlî! Eşyânın Hak / gerçek/ olduğunu söyleme, Hak tecellî edince her şey yok olur. Hakk’ın sırrını, örtülmüş olan sırra vakıf olmayan bilmez.)
Listeye geri dön