Dervîşlik ve Rüyâ - Sohbet - 16 Mart 1981 ABD

1 Temmuz 2024 tarihinde yayınlanmıştır.

İstidad

Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri Amerika'daki bir sohbetlerinde rüyâ hakkında sorulması üzerine buyurdular ki :

Umûmî olarak rüyâ, Allahu Teâlâ'nın istikbâl hakkında kullarına bir haber sunmasıdır. Husûsi olarak bizim için, dervîşlerin mertebelerini tesbît etmeye yarar. Sonra rüyâ yalnız müminlere de mahsûs değildir. Yani Allahu Tealâ'yı inkar eden münkirlerin yâhud Allah'a şirk koşan müşriklerin dahi rüyâları çıkabilir. Hayvanlar da rüya görebilir. Hattâ bizim Türkçede bir darb-ı mesel vardır, "Aç tavuk kendini arpa anbarında görür" derler. Hayvanın gördüğü rüyâ da kendi mertebesi kadardır. Bir peygamberin rüyâsı ile sıradan bir insanın rüyâsı müsâvî olmaz. Peygamberlere gelen vahiy rüyâ ile başlar. 

Bir de rüyaya taleb vardır, tâlib olmak vardır. Ona da istihâre diyorlar. Hattâ ashâb-ı kirâm diyor ki, Peygamberimizin ashâbı, "Kur`ân nâzil olduğu vakitde, Peygamber bize âyetleri nasıl talîm etdiyse, istihâreyi de öyle talîm etdi". Buhârî-i Şerîf'de aynen böyle kayıtlıdır. Kur`ân'dan sonra müslümanların altı tâne kitâbı vardır. Bunların bir tânesi Buhârî, diğerleri Müslim, Ebû Dâvûd, Neseî, Tirmizî, İbn Mâce'dir. Benim gördüğüm Buhârî-i Şerîf'de. Kur`ân'ı, Allah'ın kelâmı olarak kabûl ediyoruz biz. Diğer altı kitâb da, Peygamber'in sözlerini, söylediği sözleri tesbit etmişler ve kitâb hâline getirmişler. Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd, Neseî, Tirmizî, İbn Mâce. Buhârî'de gördüm bunu ben bu şekilde. Demek ki, bir rüyâ var, Allahu Sübhânehû ve Teâlâ kullar taleb etmeden gösteriyor, bir de kulların taleb ederek rüyayı görmeleri mümkün oluyor.
Sonra, rüyâyı gördükden sonra bir de görülen rüyânın yorumlanması meselesi var. Yorumlama meselesi, ehemm-i mühim. Şimdi burada bir kıssa anlatacağım, vaktiyle bizim tarîkatımızda olan bir hâdiseyi.
Vaktin şeyhülislâmı... 
Tabii içlerinde okuyanlar var, şeyhülislâmın ne demek olduğunu bilenler var, ama bilmeyenlere öğretmek için bunu şöyle tarif edebiliriz. Bugün papanın makâmı neyse Hıristiyanlıkda, Katoliklikde, İslâm'da da şeyhülislâmın manâsı odur. O makâmdadır yani. Aynı değil ama kuvvetini, kudretini bildirmek için söylüyorum bunu ben. Pâdişah yâhud sultân bir makina gibidir, onu işleten bunlardır yani bunun vereceği fetvâlarla o işler. 
O şeyhülislâm efendi, kasasının anahtarını kaybetmiş. O vakit banka yok Türkiye'de. Paraları kasada saklayacak yâhud bir yere gömecek. Kaybetmiş. Ne yapsın, bilmiyor. İstihâre etmiş, acaba anahtarı nasıl bulabilirim diye. Bir rüyâ görmüş. Rüyâsı şu. Bahçeye çıkmış, bahçede portakal ağaçları var. Portakal ağaçlarından birisinden bir portakal koparmış ve o portakalı kesmiş, anahtar içinden çıkmış ve uyanmış şeyhülislam. Şimdi, rüyâ güzel, istihâre güzel ama portakal nedir ve portakalı kesip içinden kasanın anahtarının çıkması ne demekdir? İşin içinden çıkamadı. Rüyâyı gördü ama işin içinden çıkamayınca, adamlarına dedi ki, "Burada rüyâdan anlayan, tanıdığınız bir insan var mı? Bu rüyâyı halledecek kimse var mı?". 
Nasıl ki vaktiyle Hazret-i Yûsuf'un zamanındaki Mısır Sultanı rüyâ görüp rüyâsını tabir ettirmek için muabbir aradığı gibi, şeyhülislam da bir muabbir aradı, "Bu rüyâyı tabir edecek muabbir var mı?" dedi. Dediler ki, "Tarîkat-ı Halvetiyye'den Cerrâhî Şeyhi Abdurrahmân Efendi var". Şeyhülislam  arabasına bindi ve tekkeye geldi. Kapıyı çaldı, içeri girdi. Şeyh Efendi ona önce ikrâmda bulundu sonra sebeb-i ziyâretini sordu. "Ben kasamın anahtarını kaybetdim ve istihâre etdim. İstihâremde konağın bahçesine çıkdım. Orada portakal ağacı varmış. Oradan bir portakal kopardım. Portakalı kesdim bıçakla, içinden çıkdı anahtar. Rüyâyı gördük ama içinden nasıl çıkacağız?" dedi. Hazret-i Şeyh tebessüm etdi, güldü ve dedi ki, "Hizmetinize bakan zâtı konağınıza gönderin, kütübhâne odasına girsin, oradaki en büyük kitabı alsın buraya getirsin". Şeyhülislam Efendi'nin konağına gidip kütübhândeki en büyük kitâbı alıp tekkeye getirdiler, Hazret-i Şeyh'in önüne koydular. Hazret-i Şeyh, "Bismillahirrahmânirrahîm" dedi, çıkardı belinden dividi, içerisinden bıçağı çıkardı. Kitabın arasına sokdu böyle kaldırdı atdı bu tarafa böyle açdı. Bıçakla açdı. Anahtar duruyor orada. "Buyrun efendim anahtarınızı" dedi. Şeyhülislam şaşırdı ve dedi ki, "Efendim siz bunu nasıl anladınız? Biz de okuduk, biz de ilim tahsîl etdik" filan. O dedi ki, "Bu bize ilâhî bir ilhâm ile bildirildi. Yani bunun tarifi yok" dedi. Ancak Cenâb-ı Hakk'ın vereceği bir kudretle bu bilinebilir. Allah giydiriyor bu tabirâtı muabbirine. 
Netekim de işte, Yakûb aleyhisselama ve  Yûsuf aleyhisselâma te'vîl-i ehâdis mucizesi verilmişdir yani rüyâ tabiri mucizesi. Yani Hazret-i Yakûb aleyhisselâma ve Yûsuf aleyhisselâma verilen bu mucizât, te'vîl-i ehâdis, te'vîl-i rüyâ, rüyâ te'vîli, bu mucizâta kim vâris olursa, bu husûsda o bu işi halledebilir. Bu bir mevhibe-i rabbânîdir, kisble olmaz, mevhibe-i rabbânî. Biz bazen görüyoruz, kitâb açıyorlar, tabirnâme açıyorlar, işte elma görürsen şu, at görürsen bu, köpek görürsen bu, filan filan, kitâbla rüyâ tabiri olmaz. Olsa olsa rüyâ göreni merakdan kurtarır, yani "öğrendim rüyamın tabirini" der.

Dün akşam biraz, bir parça ben bahsetdim. Bunun üzerinde durursak, yalnız bu akşam değil, yarın da öbür gün de bununla geçecek. Uzun bir mesele.

Peki rüyâ nedir? Göz yok, madde yok. Gören nedir, görülen nedir? Dün akşam birisi bir soru sordu bana, bunu sordum ben ona. Zîrâ gösterilen rüyâ ilmullahdır. Çünkü gaybı ancak Allah bilir. Kul ancak Allah bildirdiği takdirde gaybı bilir. Şimdi bu ilmullahı kul nasıl öğrenecek? İlmullahdan yani ümmü'l-kitâbdan, o kul hakkında yâhud o millet hakkında yâhud kâinâtda ne olacaksa, ümmü'l-kitâbdan o emir çıkar, levh-i mahfûza vurur. Levh-i mahfûz diye bir levh vardır. Bu levhin tarifi mümkün değil ama, insanların anlaması için söyleyeceğim, şuraya bazen ders notları yazıyoruz, hani bir tahta var ya, işte onun gibi bir şey. Bu kulların yapdığı bir şey, o Allah'ın yapdığı bir şey. O bununla tarif olunmaz ama ancak bu şekilde tarif edebiliriz. İlmullahda olacak o hâdisât, yani ümmü'l-kitâbdan levh-i mahfûza vurur, aksettirilir yani. Emir oraya çıkar. Kul uykudadır, uyuduğu vakitde, ölüm hâlindedir ama ölüm değildir. Ölümün bir nevidir yani. Uyuduğu vakitde Cenâb-ı Hakk'ın emir ve irâdesi ile vücûddaki bulunan rûh, o levh-i mahfûza uzanır. Fenerin ışığı gibi. Işığı gitdi, kendi burada. Cenâb-ı Hakk ona levh-i mahfûzda olacak olan hâdisâtı gösterir. Sonra uyandığı vakitde, o kadar süratlidir ki rûh, hemen gene o makâmına çekilir. Zâten rûh bir tâne değildir vücûdda. Çünkü rûh-ı nebâtî var, rûh-ı hayvânî var, rûh-ı insânî var, rûh-ı sultânî var, rûh-ı sırr var, filan filan. Dün akşam anlatmışdık, burada söylemişdik. Rûh, bedenden alâkayı kesmez, keserse beden ölür. Rüyâ âleminde rûh bedenden çıkar ama bedenle alâkası vardır, levh-i mahfûza uzanır o. Uzanır ve ümmü'l-kitâbdan oraya ne nakş olduysa, onu görür ve geri döner. Bu da rüyâyı gören zâtın tecelliyâtına göre olur. Bir câhil adamın rüyâsı başkadır, bir pâdişahın rüyâsı ayrıdır. Bir câhil adamın gördüğü rüyâ ile pâdişahın gördüğü rüyâ aynı olsa tabirleri ayrı ayrıdır. Bu kadar söyleyebiliriz. İsterse konuşuruz gene ama vakit az.
Rüyâ hangi rûha tesâdüf ederse, hiyoroglif yazısı gibi şekillerle ona nakş olunur. Hiyoroglif yazısı gibi. Hayvânî rûhla, nebâtî rûhun gördüğü rüyâların kıymeti yokdur. Neden? Çünkü o rûhlar kemâle gelmemişdir. Kemâlde değildir o rûhlar. Daha hayvâniyyetdedir, nebâtiyyetde gezer. Rûh-ı insânî makâmına geldiği vakit kemâle erer rûhlar. Onlar da istihâle geçiyorlar vücûd iklîminde. İşte insânın kemâle ermesi, bütün bu mâlik olduğu rûhların kâffesi rûh-ı insânîye, rûh-ı sultânîye kalb olmasıyladır. Ki nefsin sıfatlarının dönmesi, yani nefsle alâkası var gene. Rûh-i insânî gördüğü vakitde rüyâ ters tevîl olunur. Meselâ affedersiniz pislik görse, yan insan necâseti görse parayla tevil olunur. Neden? Sebebine gelince, bir tarlaya bir şey ekildiğinde üzerine gübre atılırsa, oradan tohum neşv ü nemâ bulur. Necâset de paraya benzer, çoğaltır.
Şimdi bir misâl daha vereceğim. Birisi geldi, büyüklerimizden birisine, dedi ki, "Efendim ben bir rüyâ gördüm, rüyâda ezan okudum". Hazret-i Şeyh ona dedi ki, "Sen sandığını sepetini hazırla, hacca gideceksin" dedi. Onun sözü bitmeden başka birisi geldi, o da aynı rüyayı görmüş. Şeyh Efendi dedi ki, "Çaldığını ver, yoksa yakalanıp rezîl olacaksın" dedi.
Dervîşlerin rüyâsıyla sâlik olmayanların rüyâları da bir olmaz. Dervîşlikde ilk rüyalar başladı mı görülmeye, yılan görür, akrep görür, vahşî hayvanlar görünebilir kendisine. Bu dervîşin sıfatıdır. Onun rüyâsı dünyâ ile tevîl edilmez. Meselâ gördüğü rüyâ üzerine kendisine tevhîd verilir, yâhud ism-i celâl, yâhud ism-i zât verilir, bulunduğu mertebeye göre. Aynı rüyâyı sâlik olmayan bir kimse göre, meselâ yılan görse, eline para geçer.
Bir sabah namazdan çıkmışdım. O vakit ben Süleymaniye Câmisinde imamlık yapıyordum. Sabah namazını kıldım, kahveye geldim, oturdum. Bir zât geldi, yanıma sokuldu, fakat adam korkudan tir tir titriyor, o kadar tevahhuş içerisinde. Kahveciye döndü, "Efendiye bir çay getir" dedi. Ben anladım ki bana bir şey soracak. O adam beni tanımıyor ben de onu tanımıyorum. "Nedir senin müşkülün bakayım? Niye böyle titriyorsun?" dedim. "Efendim ben bu akşam bir rüyâ gördüm, rüyamda karnım delindi, içinden büyük bir yılan çıkdı" dedi. Ben güldüm. Adam korkuyor çünkü yılan kötü bir şey diye tevîl olunur. Düşmanlıkla tevîl olunur, zulümle tevîl olunur. Gören sâlikse eğer, nefs-i emmâreyle tevîl olunur. "Şimdi sen bir çay daha ısmarla bana" dedim ona. Bir tâne daha çay içdim. Dedim, "Sen bir mal-mülk için yani mîrâs için devlete müracaat etmişsin, o mal senin eline geçecek. Ve halk bunu duyacaklar sana hased edecekler yani çekemeyecekler seni". "Yâhu sen nereden biliyorsun bunu? Edirne'de arazilerim var, müraacatını yapdım" dedi, hemen cebinden çıkardı bana evraklarını gösterdi. Bunu ben kendi kerametimi anlatmak için söylemedim, bir misâl olarak verdim.

Hazret-i Mûsâ'nın asâsı da gösteriyor işte. Hazret-i Mûsâ'nın asâsı niye ejderhâ, yılan oluyor? Kaplan olabilir, fil olabilir, Allah öyle yapabilirdi. Pars olabilirdi, yırtıcı bir hayvan, korkunç bir hayvan olabilirdi. Hayır, yılan oldu. Neden? Hazret-i Mûsâ'nın asâsı, ayna gibi. Firavun zâlim olduğu için, asâya yani aynaya yılan olarak aksediyor. Yani asâ mirât oluyor, Firavun'un nefsi yılan çünkü zâlim, o yüzden kendisine yılan görünüyordu. Âhiret aleminde de böyle. Çünkü insan dünyâda ne yaparsa âhirete onu götürebilir. Ne cehennemde ateş, ne cennetde nimet vardır, herkes buradan oraya götürür. Cehennemde ateş var diyen aldandı. İnsan ne kadar günah yaparsa, o ateşi  sırtına yüklenir ve âhirete onu götürür. Yani öldü işi bitdi değil, ondan sonra iş başlıyor. Çünkü dünyâda insanlar rüyâda gibi, ne vakit ki ölüyorlar, o vakit uyanıyorlar. Bütün insanlar uyku hâlinde, hep hayâl çünkü yapdığımız şeyler. Fakat bu hayâlin nihâyetinde bunun bir semeresini alacağız o tarafda. İster iyilik, ister kötülük. 
Enteresan bir târihî vukûât daha anlatayıım, çok var bende ama bu da çok mühim bir şey olduğu için anlatacağım bunu da. Bundan seksen Sultan Abdülhamid zamanındaki Sadrazam Said Paşa'nın başına gelen hâdiseyi anlatacağım. Olan bir hâdise, kendisi nakletmiş. Osmanlı Sadrazamları denilen kitâbın içerisinde kayıt var. Ben oradan okumadım ama kitabı yazan zât benim ahbâbım idi, bana o söyledi.

Said Paşa, talebeyken, hafta tatilini bir şeyhin yanında geçirsin, olgunlaşsın diye, babası parayı Aksaray'da Oğlanlar Şeyhi olan zâta verirmiş. "Said, sen git tâtil gününde haftalığını Şeyh Efendi'den al" dermiş. Gâyesi şu. Çocuk para için gidecek oraya fakat bir müddet Efendi'nin yanında kalacak. Şeyh Efendi'den istifâde etsin diye. 
Eski Osmanlılar ve kafası işleyen adamlar, mutlakâ gençleri bir yaşlı, tecrübeli zâtın yanına gönderirlerdi, hayâtdan bir şey öğrensin diye. O yaşlı zâtın tecrübesinden istifâde etsin diye. Târihde yapılan hatâları görüp istikbâlini tayîn etmek, yâhud târihdeki muvaffakiyyetleri görerek, gene istikbâldeki muvaffakiyyetleri tayin etmek, mesele bu. Onun için yaşlı adamların yanına gönderiyorlar. Bir de şu kâide var onu da söyleyelim de geçelim. Târihden ibret almayan, istikbâlde kendisi târihe ibret olur. Onun için târihi öyle okuyacaksın, ibret almak için okuyacaksın. 
Şeyh Efendi'ye her hafta uğrayan bir çingene varmış, maşa, tava, ızgara gibi şeyler satarmış. Her hafta geliyor Efendi'ye asılıyor, ya bir maşa satacak, ya bir ızgara satacak. Zorla. Şeyh Efendi kibar adam, kapısına geleni mahrûm etmiyor. İşte o günün parasıyla iki kuruş, üç kuruş veriyor, alıp bir tarafa koyuyor. Ama her hafta bu böyle. Gene bir Cuma günü Said harçlığını almak için gelmiş, Şeyh Efendi Said'e bir mecidiye vermiş. Said'in haftalık harçlığı bir mecidiye imiş, yani altının beşde biri, epeyi bir para. Tam o sırada çingene gelmiş kapıya dayanmış, "Şeyh Efendi, aç kapıyı" diye seslenmiş. Şeyh Efendi, "Bugün kapıyı açmayacağım, evin içerisi ızgaraya, maşayla doldu başdan aşağı" demiş. Çingene demiş ki, "Efendim bugün ben bir şey satmayacağım, bir rüyâ gördüm o rüyayı anlatacağım, onun için geldim ben". Şeyh Efendi, "Peki öyleyse gel içeri" demiş ve çingeneyi içeri almış. Aldı içeriye, Çingene rüyâyı anlatdı ama rüyânın ne olduğunu bilmiyoruz. Anlatınca Şeyh Efendi dedi ki, "Oooo bugün senin işin yolunda". "Neden" dedi çingene. "Bu rüyâyı Said'e satalım biz" dedi Şeyh Efendi. "Güzel bir rüyâ bu, Said'e satalım para kazan". Çingene, "Olur mu?" dedi. "Tabii olur, neden olmasın" dedi Şeyh Efendi. "Hem de iyi para alırız" dedi. Meselâ bir ızgara o vakit yirmi para, kırk paraysa, bir mecidiye mühim bir para, altın paranın beşde biri. Şeyh Efendi, Said'e döndü "Said, ver o parayı bizim kara oğlana" dedi. Said, parayı verdi. "Satdın mı rüyâyı?", "satdım". "Sen de aldın mı?", "aldım". "Ben de şâhid oldum" dedi. Orada bulunanlara da, "Siz de şâhid oldunuz değil mi" dedi, "olduk" dediler. "Haydi Allah selâmet versin" dedi. 
Said Paşa diyor ki, "Şeyhe fenâ hâlde kızdım, içimden küfür etdim, böyle bokdan şey mi olur diye. Yüzümü asdım, böyle şey mi olur, benim bütün harçlık gitdi, bir haftalık harçlık" diyor. O böyle yüzünü asınca, Şeyh Efendi ona dönüp demesin mi, "Said, ucuz aldık bunu bir mecidiyeye" diye. Said, "Ne ucuzu efendim, bizim para havaya gitdi" dedi. Şeyh Efendi dedi ki, "Bu çingenenin gördüğü rüyaya göre onun sadrazam olması lâzım gelir, ben sana onu satın aldım, sen istikbâlin sadrazamısın, seni tebrik ederim" dedi. "Çok ucuza aldık bir mecidiyeye" dedi. Ve hakîkaten de Said Paşa sadrazam oldu. Ve dostlarına "ben bu sadrazamlığı bir mecidiyeye aldım" diyormuş.  
Sonra, asıl en mühim mesele bu, Said Paşa'dan sonra sadrazam olan Talat Paşa, aslen çingene. O sonra geliyor, işin tuhafı o. Ben Talat Paşa'nın aslen çingene olduğunu bilmiyordum, Fransızca bir kâmusda gördüm, aslen çingene diyor.
Bu sohbet uzayıp gidebilir. Size bir takım misâller vermeğe çalışdım. Yani şöyle anlayacağız, rüyânın bir mübeşşirât olduğunu, bir müjde olduğunu, taraf-ı ilâhiyyeden kulların istikbâline âid bazı şeyleri bildirmesi, bir müjde, tebşîrât. 
Bir Bektâşî babası, şâir de aynı zamanda, bir rüyâ görmüş, rüyâyı hayra tevil etmiş, fakat şer çıkmış, kötü çıkmış. Onun için şu şiiri söylemiş :
Eşeği saldım çayıra
Otlayu karnın doyura
Gördüğü düşü hayıra
Yoranın da anasını

Dağdan tahta indirenin
Iskatına oturanın
Mezarına götürenin
İmamın da anasını

Derince kazın kuyusun
İnim inim inilesin
Kefenin diken iğnesin
Verenin de anasını

Kazak Abdal bunu dedi
İşitenler hazzeyledi
Soranlarsa kim söyledi
Soranın da anasını

Efendi Hazretleri, bir Amerikalı'nın dervîşlik üzerine bir sorusu üzerine buyurdular ki :
Dervîşlik istidâda bağlı olan bir hâdisâtdır. İstidâdsız hiç bir şey olmaz. Ateşi aldık tahtanın üzerine koyduk, ateş tahtayı yakar ama taşın üzerine koy, ateş söner. İstidâd şartdır. Ne olursa olsun kâinâtda. Bir adamın sesi güzel olursa, sesi kısılırsa, ona ses ilacı yapılır, sesi açılır adamın. İstidâd şart. Sesi çirkin olursa, istediğin kadar ilaç yap sen ona, faydası olmaz. Demek ki her şeyde isti'dâd şartdır.
İster dervîş ister harfîş para ile olur her iş
Parası olmayan dervîş gezer meyhâne meyhâne
İstidad şart. Ne olursa olsun istidad şart. Onun için insanlar çocuklarına bakarlar, çocuk ne ile oynuyor. Çocuğun oynadığı işe çocuğu verirlerse, o çocuk hayatda muvaffak olur.
Bana buradan bir soru vârid olabilir, "Nazar-ı evliyâ, hâki kimyâ eder" diye birisi sorabilir bunu. Bunda da istidâd şartdır gene. 
Ebü'l-Hasen el-Harakânî'ye sormuşlar, demişler, "Bayezid-i Bistâmî nasıl bir adamdı?". "O'nu gören müslüman olurdu" demiş pâdişâha. Sultan soruyor bunu. Sultan Ebü'l-Hasen el-Harakânî'ye soruyor, Bayezid hakkında. "Bayezid nasıl bir adamdı?". Demiş ki, "O'nu gören müslüman olurdu" demiş. Demniş, "Nasıl söz bu! Hazret-i Muhammed'i görenler müslüman olmadı da, Ebû Cehiller filan, onu görenler nasıl müslüman oluyor?". "Ayol" demiş, "onlar görmediler ki Hazret-i Muhammed'i, onlar bakdılar, görselerdi müslüman olurlardı" demiş. "Bunu da gören müslüman olurdu, bakan değil" demiş. Acaba îzâh edebildim mi? Bakmakla değil iş. İstidâdı neyse, o istidâd şerâitdendir, istidâdsız olursa olmaz. Misallerini vereceğim şimdi. Başlarını ağrıtmazsak sabaha kadar oturalım. 
Geliyordu bir şeyh, yanında mürîdiyle beraber, yirmi senelik mürîdi, yirmi sene şeyhe hizmet etmiş mürîdi, berâber geliyorlar. Gelirken, dedi mürîdine, bilmediği bir yerde, meselâ ben İstanbul'dan geldim, burası gibi, "Bak şu sakallı adam var ya orada, davul çalıyor, elinde koca bir davul, güm be de güm be de, oynuyorlar orada, o sakallı adamı bana çağır. Git de ki, seni şeyh efendi istiyor, buraya gelsin". Mürîd gitdi, dedi, "selâmün aleyküm", "ve aleyküm selâm", "seni bizim şeyh istiyor biraz". "Peki" dedi, hemen davulu boynundan çıkardı oraya koydu, tokmağı da koydu, geldi şeyhin yanına. "Yürü benimle beraber" dedi şeyh. "Peki efendim" dedi. Biraz yürüdüler. Sarhoş davulcu, içki içmiş. 
İslâmî ahkâma göre, bir adam içki içerse, seksen değnek vururlar ona, kıçına. Canını yakarak değil, halkın içinde onu mahcûb etsinler diye. El böyle kalkıp vurmaz. "Efendi Hazretleri elini iyice havaya kaldırarak gösteriyor). El bu kadar böyle, böyle vurur (Efendi Hazretleri elini azıcık kaldırark nasıl vurulacağını gösteriyor). Çünkü haramdır insanların yüzüne vurmak, çenesine vurmak, gözünü patlatmak, yani kroşe çekmek,  haramdır. Dövülecek olan insanlar, ya ayaklarının altına, veyâhud kıçlarına, butlarına vurulur. Ama mahvedecek gibi değil. Çünkü insandır. Suç işlemişdir. 

Şeyh Efendi davulcuya, "Topla oradan bana seksen tâne sap" dedi. Yani saman sapı, buğday sapı. Topladı. "Bağla onu bana". Bağladı. "Yat aşağı bakayım". Yatdı. O seksen sapı bir defa vurdu onun ayağının altına. "Kalk haydi" dedi, kaldırdı onu. Kıssaları uzatıyoruz böyle, mecbûruz, bazı husûsâtı anlatmak için. Çünkü ahkâmı söylemek mecbûriyeti hâsıl oluyor. Onun için kusurumuza bakmasınlar, meseleyi büyütmüyoruz böyle, mecbûruz böyle yapmaya. Çünkü İslâm şerîatını bilmeyen arkadaşlarımız vardır burada belki. Ben bilmemek kelimesini bunlardan tenzîh ederim ama belki bilmeyenler var. Onlara anlatmak için mecbûrum bunları söylemeye yani. 

Sonra yürüdüler beraber, denizin kenarına vardılar. Hazreti Şeyh atdı postekisini suyun üstüne, ve o sarhoş davulcu, daha ağzı içki kokuyor, onu aldı postekiye bindirdi ve başladılar gitmeye, postekinin üzerinde, beraber. O yirmi senelik dervîş orada kaldı, karada kaldı. Ve bağırdı, dedi, "Efendi, bu mürüvvet değil. Ben sana yirmi sene hizmet etdim, beni burada bırakdın. O adamın ağzı daha içki kokuyor, az evvel onun ayağına had vurdun, onu aldın gidiyorsun" dedi. Der demez, Hazret-i Şeyh dedi ki, "Evlâdım, belki bu sarhoşdu, şuydu buydu ama bunda istidâd-ı ezeliyye var, sende istidâd yok. Yirmi sene de benim yanımda kalsan, kırk sene de kalsan, iki yüz sene de kalsan, istidâdın yok senin" dedi.

Onun için istidâd şart. İstidâd şart. İstidâdı olursa, hemen ilerler. Tahsîl-i ulûm da böyledir. Madde de böyle maneviyyat da böyledir. İstidâdı olursa bir talebenin, mürşidin de öğretme istidâdı varsa eğer, mesele kalmaz. Hemen olur o iş. Ama mürşid benim gibi yarım olursa, ötekinde de istidâd olmazsa, o ikisini bir arabaya koş onların sen şimdi beraber yürüsün. 
Dün gene söylemişdim sizlere aşağıda mektebde konuşduk, bu tarîkat yolunda, tasavvuf yolunda gidiş, kerâmete ermek için değildir. Su üstünde yürüyeyim, havada uçayım filan, bunlar, ehemm-i mühim şeylerdir ama insanlara yarayacak bir şeyler değildir. Eğer su üstünde yürümek, bir kerâmet ise, havada uçmak bir kerâmet ise, insan müstakîm olursa, istikâmeti tarîkatda tahsîl ederse, müstakîm olursa, Allah o kerâmeti ona ihsân eder. Ama yalnız ben uçayım dersen, Şeytan da bir anda burdan Japonya'ya gider, bir anda.
Evliyâullaha tayy-i mekân lutfu verilmişdir, yani burda göründüğü gibi aynı Türkiye'de yâhud Mekke'de, yâhud Hindistan'da görünebilir. Yâhud cenûbî Amerika'da, Brezilya'da, Arjantin'de, şurda burda, Meksika'da görünebilir bir adam. Buna tayy-i mekân tabir edilir, mühim, ehemm-i mühim bir davâdır. Fakat Şeytan da aynı tayy-i mekâna mâlikdir ama biz ona, Şeytan'ınkine tayy-i mekân diyemez. Çünkü ikisi fiilde bir görünür ama ma'nâları ayrı ayrıdır. 
Suyun üstünde yürümek, bu da ehemm-i mühim bir davâdır ama insanlara yarar bir şey değildir. Eğer ona bir kıymet verecek olursak, odun da suyun üstünde duruyor, balık da suyun üstünde yürüyor, sinek de uçuyor. Bir hayvanın yapdığı şeyi yapmkadır. Asıl mühim davâ, insanlığını öğrenmek, insanlığını öğrenmek ve insanlığı öğretmek ve müstakîm olmak, istikâmeti talîm etmek, sabrı tavsiye, hakkı tavsiye. İşte bütün gâye bu. Bütün gâye, nâsı, insanlığı, kötülükden koruma ve kurtarma.
Hazret-i Ali kerremallahu vecheh radıyallahu anh aleyhisselâm buyuruyorlar ki, "Kerâmet nedir? Kerâmet hak yoldan çıkmış bir kimsenin kolundan tutarak onu dâire-i istikâmete sokmakdır".
Bazısı da tarîkata giriyor, bir takım evrâd, ezkâr ve havasla meşgûl oluyor. "Benim dediğim olsun, dâmâdıma sözüm geçsin, kocamı istediğim gibi idâreme alayım, mal mülk benim elime geçsin" filan. Hep bunlara uğraşıyor. Belki uğraşmakla istediklerine ulaşır ama ahretde nasîb alamaz. Dünyâda alır nasîbini, ahretde, öteki âlemde nasîb alamaz. O demek değil tarîkat. 
Onun için gâye, insanın insan olması ve içindeki bulunan kötü sıfatlarını, Allah'ın esmâsıyla tathîr etmek ve Allah'ın sıfatıyla sıfatlanmak. Allah'ın esmâsıyla temizlemek, Allah'ın sıfatıyla sıfatlanmakla insan kendini kurtarır ve halkı da kurtarabilir. Bu da tarîkat yoludur işte, hizmetle olur bu iş. 
Ama bu en aşağı üç sene, en fazla on iki senedir, bu tahsîl, bu hizmet şeyhe. Fî zamâninâ bunların isimleri kalmış, efâli yok gibidir. Çünkü hamur gibi yoğurulacak, yani şeyhin elinde hamur gibi olacak. Şimdi öyle yoğurmaya kalkarsan "Sen ne yapıyorsun!" diye yoğuran adama bir tâne yumrukla karşı gelebilir. Mürîd mürşidi irşâda kalkar sonra. 

Efendi Hazreleri, "Başka var mı soru?" buyurunca, bir Amerikalı, "Rûhî uyanışda dünyevî zevklerin ve cinselliğin yeri nedir?" diye sordu. Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Onlar hayvânî kısmın haklarıdır. Şehvet ve seks, yerinde kullanmak şartıyla olur, meşrû olan yere, gayr-ı meşrû olana izin yokdur. Tarîkatda "şehvetden kaçın", "seksden kaçın" diyorlar. Kaçın ama vücûdun hakkı o. Yerinde kullanmak manâsına o kaçınmak. Gadablanmak, "Aman gadabdan kaçın" diyoruz. Allah'ın sevmediği şey gadab. Ama yerinde gadablanacaksın. Yerinde gadablanmazsan eşekden farkı kalmaz adamın sonra. Seksi her tarafa şumüllendirirsek, bu fiili icrâ edeceğimiz tarafın düşüklüğünü gözönüne getir. Ona lâyık gördüğümüz kimsenin annesi, babası, ebeveyni var. Sonra bir de Allah'ın gücü var. Lûr kavmini Allah ne yapdı? Pompei ne oldu? Demek ki Allah bunları bize ibret olarak gösterdi, İncil'de, Tevrat'da, Kur`ân'da haber verdi. Geçmişden ibret almazsan ibret olursun sonra. Ama yerinde lâzım olan bir şey. İdâme-i hayât ona bağlı. Allah bu kâinâtı insanoğlunun yaşaması için kurdu. En sonra insanoğlu geldi. 
Hakk Teâlâ çün yaratdı âlemi
Kıldı âdemle müzeyyen âlemi
Kâinât yaradıldı, tezyînâtı âdem. Âdem'in zuhûru için bir kadınla bir erkeğin muhabbet, sevgi, aşk ve izdivacdan sonra zürriyyetin bekâsı şerâitdendir. Gâye bu olduğu hâlde, bunu başka yollara harcayanlar, nasıl iflah olabilirler. Evvelâ bir kadınla bir erkek şehvânî seviyorlar birbirlerini. Şehvetli bir muhabbet. Fakat bunun içerisinde şefkat var, rahmet var. Anneye açamadığını karısına açabiliyor, annesine gösteremeyeceği vücûdunun bazı yerleri var, karısına gösterebiliyor. Derdini karısına söyleyebiliyor. Sonra bu muhabbet gitdikden sonra, evlad olarak tecessüm ediyor, evlad geliyor dünyaya. Sonra biraz daha yaşlanınca, öyle bir hayata giriyorlar ki ikisi, lisan tarif edemez yani. İkisi de ihtiyarlamış, ikisinin da saçı beyaz, bir ağaç altına gidip oturdukları vakitde, eski günlerini hatırlıyorlar ve birbirlerini tesellî ediyorlar. Biri kaybolduğu vakitde diğeri mahvoluyor. Bu bambaşka bir şey. Bu, meşrû olan şehvet ve sevgi. Ama bunun gayrı böyle olmuyor. Bunun gayrı, kız güzelken seviyor adam, sonra kızın suratı bozuldu mu, arkasına bir tekme, gitdi bir tarafa o.

Sakın beni ayıplamasınlar, geçen gün hatırıma bir şey geldi, benim âilem de bana bundan dolayı biraz acâib bakdı. Bir şey söyledim ben, gene onu burada tekrar edeceğim. Dedim ki ben, "Çalışan kadınları on senede tekâüd etmeli" dedi. Âile bunu acâib karşıladı, "Ne demek istiyorsun" der gibilerden. Niçin bunu söyledim? Çünkü gençliği zamanında her yerde iltifat görüyor kadın. On seneyi geçdi mi, yaşlandı mı, biraz çirkinleşdi mi, başlıyorlar hakâret etmeye. Onun için on senede tekâüd etmeli ki rahat bir iş görsün hiç olmazsa kadın. Bunu söyledim ama anlatamadım derdimi. Ben acîb konuşdum ama haklıyım davâmda, üzerinde dursunlar. Belki benim konuşduğum onlara çok acâib gelecek ama üzerinde dursunlar. 

Bir kadınla bir erkek ne vakit tanışdı ben bilirim onu. Sıkıca sarıldıysa ona böyle, yeni tanışmışlar. Kol kola giriyorlarsa bir kaç senelik evli. Ayrı gidiyorlarsa, anlarım ki birkaç seneyi geçdi. 

Zînâ ile cimâ aynı fiildir ama manâları bambaşka. Çünkü biri meşrû, biri gayr-ı meşrû. Evlilikde tedennî yok terakkî var. Bir defa evlendi mi, herkesin yanında alnı açık. Çocuk oldu mu, kadın anne rütbesini ihrâz ediyor. Ve iftihar ediyor, "Benim çocuğum bu" diye. Meşrû olursa böyle. Gayr-ı meşrû münâsebetde, çocuk oldu, anne üzülüyor, baba üzülüyor, "çocuğu biz ne yapalım" diye düşünüyorlar. Evet, çocuğun bir kabahati yok, annesinin babasının yapdığı kabahatin sembolüdür o. Çocuğun ne kabahati var. Ama ne oluyor, bir felâket oluyor âile arasında. Çocuğu bakımevine verseler, orada da hoş bir âgûş bulamıyor kendisine çocuk ve cemiyete düşman olarak yetişiyor bu sefer. Öyleyse karıkoca arasındaki muhabbet, şehvet, kudsî oluyor. Böyle.

Bir Amerikalı sordu, "Psikolog olarak bizim için en mühim ne olabilir?" dedi. Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Tedâvî. Hastaları tedâvî etmek. Kim mürâcaat ederse kendisine, beni tedâvî et diye, onu kapısından boş çevirmemek, ona bütün dikkatini vererek, onu salâha ve felâha kavuşdurmaya gayret etmek. Olursa olur, olmazsa olmaz, o ayrı, o Allah'ın işi. O vazîfesini yapacak. Tedâvi etdiği hastası kaçsa bile, "oh kurtuldum" demeyecek, peşinden kovalayacak onu. Bu fedâkârlığı bekliyoruz rûh doktorlarından. Hastasının ıslâhından zevk duyduğu gün, kalbi safâya erdiği gün, bilsin ki, büyük bir hayır işledi, büyük bir ecre mâlik oldu, büyük bir rütbe ihrâz eyledi. Hattâ tedâvi etdiği hastası ona taş atabilir, onun taşına aldırmayacak, gene onun ıslâhına çalışacak. Bunun bir Hakk, Allah hizmeti olduğunu anlayacak ve ecrini de ancak O'ndan bekleyecek. Çünkü iyilik edenlerin ecri zâyi olmadı Allah indinde.

Tercümanlık yapan zât, "Efendiciğim kalkalım mı artık?" diye sorunca, Efendi Hazretleri buyurdular ki :

Müsaâdeleri olursa kalkalım. Ama isterlerse oturabilirim. Çünkü ben açlık bilmem, uyku da bilmem. Latîfeyi severim, şaka yaparım, başka, ama hakîkaten ciddî söylüyorum. Günün on sekiz saat olduğu vakitde İstanbul'da, oruçlu ağzımla, dört yerde ikişer saatden, sekiz saat vaaz etdiğimi biliyorum. Ve gece de gene ayrıyeten kahvelere gidiyordum, kahvede oturan halkı topluyordum, onlarla konuşup sohbet ediyordum, nısfü'l-leyle kadar yani imsağa kadar, sahura kadar. Cenâb-ı Hakk bize o neşeyi verdi, zevkini verdi. 

Şimdi aklıma geldi, söylemek mecbûriyetindeyim, hani dedim ya, çocuk neden hoşlanıyor, orada bırakmışdık, Allah şimdi aklıma getirdi. Neden hoşlanıyor çocuk? Marangozlukdan, mrangozluk. Demirci işinden, demircilik. Makina, makina. Yazı, yazı. Resim yapıyor, demek ki ressam olacak filan. Ve çok mühim bir şey, sevmediği sanata çocuğu vermemeli. Onun için hayat azâb olur. Sevmediği mesleğe vermemeli. Muvaffak olamaz ve hayatı zehir olur. Sevmediği adamla oturmak da böyledir. Sevmediği kimseyle oturmak da böyledir. Meşrebine muhâlif kimseyle de oturmak böyledir. Azâb verir insana. Ne gibi? Eşeklerin arasına geyiği sokarsan ne olur, onun gibi olur yani.
Onun için Hazret-i Süleyman aleyhisselâm Hüdhüd kuşuna dedi ki, "Eğer yalan söylüyorsan sana azâb ederim" diyor. "Sana azâb ederim" diyor kuşa. "Sana ezâ ve cefâ ederim" diyor, "azâb ederim" diyor. Bir peygamber kuşa nasıl azâb eder? Kanadını kırsa olmaz, gözünü çıkarsa yakışmaz peygambere. Ayağını kırsa olmaz hayvanın. Ne yapacak acaba? Azâbı ne? "Senin cinsinden gayrı kuşlarla senin hapsederim" demekdir o. 

İşte çocuk da sevmediği işle meşgûl olursa, geri kalır, muvaffak olamaz ve azâb olıur hayâtı. Onun için çocuğun neşesine bakacaksın. Öyle diyor kuşa, "Sana azâb-ı şedîd ile azâb ederim". Ne yapacak kuşa? Gözünü çıkaramaz, bacağını kıramaz. Hüdhüd kuşunu, kargaların arasına koyacak. Azâbı o. Kendi cinsinden başka kuşların arasına koyduğu vakitde, ona azâb olur. Ondan büyük azâb olmaz. İnsan hazmetmediği işle, sevmediği işle meşgûl olursa hayatı zehir olur. Bir adam hasbe'l-kader sevmediği bir işle meşgûl oluyorsa, onu sevmeye çalışmalıdır, o işi. Mücâdele etmeli bunun için. İşde muvaffakiyyeti, sevmesine bağlıdır. Ve muvaffak olduğu vakitde halkın takdîrini kazanacak, halkın takdîrini kazandığı vakitde, yapdığı işin zevkini anlar.

Efendi Hazretleri sohbetin sonunda, kısa bir duâ yapdılar ve "Bizim sohbetimizde bulunmak lutfunda bulunan, tevâzuan bizi dinleyenleri de Allah iki cihânda azîz kılsın. Hepinize muvaffakiyyetler diliyorum" buyurdular ve "Good sleep (iyi uykular)" diyerek dinleyenlere veda etdiler. 

www.muzafferozak.com

Listeye geri dön