6 Aralık 2023 tarihinde yayınlanmıştır.
Sadreddin Konevî kuddise sırruh Efendimiz Hazretleri buyurmuşlardır ki : "Fâtiha'-i Şerîfede, iyyâke na'büdü, makâm-ı şerî'ate, iyyake nesta'înü, makâm-ı tarîkate, ihdine's-sırâta'l-müstakîm, makâm-ı hakîkate, sırâtallezîne en'amte 'aleyhim, makâm-ı ma'rifetullaha işâretdir". Yani bu dört âyet-i kerîme, şerî'at, tarîkat, hakîkat ve ma'rifetin tam kendisidir.
Şerî'at, işitmek ve vücûdu ile hizmetdir. Tarîkat, işitdiğini ihlâs ile işlemek, kalbiyle huzûr-ı Hazret'de olduğunu bilmekdir. Hakîkat, rûhla Hakk'a kurbiyyetdir. Ma'rifet ise, sırr ile Hakk'a vuslatdır.
Demek oluyor ki, vücûdla yapılan ibâdete ŞERÎ'AT, kalb ile yapılan ibâdete TARÎKAT, rûhla edilen huzûra HAKÎKAT, ahlâk-ı hasene ile tezyîn olunan gönül ve müşâhede-i hakîkiyye ile elde edilen tecelliyât ve makâmâta MA'RİFETULLAH denir. Allahu Teâlâ'ya yapılan bütün ibâdetlerde, bu dört mertebe sâbitdir.
Meselâ;
Namazın şerî'atı yani vücûdun vazîfeleri kıyâm, kırâat, rükû, sücûd, tesbîh ve teşehhüddür. Namazın tarîkati, yani kalbin vazîfesi tefekkür, hudû' ve huşû'dur. Namazın hakîkati yani rûhun vazîfesi ise mükâşefe ve müşâhededir. Namazın ma'rifeti yani sırrın vazîfesi de bârigâh-ı ilâhiyyeye mi'râc ederek fenâfillah ve bekâbillahdır.
Zekâtın şerî'atı yani vücûdun vazîfesi elle malı vermekdir. Zekâtın tarîkatı yani kalbin vazîfesi sehâvetdir, daha doğrusu o malı seve seve vermekdir. Zekâtın hakîkatı, yani rûhun vazîfesi malı Allahu Teâlâ'nın rızâsı için vermekdir. Zekâtın ma'rifeti yani sırrın vazîfesi, vücûdu Hakk yolunda bezl etmek ve mahv eylemekdir.
Oruçda da, bu dört mes'ele şöyle müşâhede edilir. Orucun şerî'atı yani bedenin orucu, nefsi yemekden, içmekden ve cinsî münâsebetde bulunmakdan men' etmekdir. Orucun tarîkatı yani kalbin orucu ise, kalbi her türlü şeytânî vesveselerden tathîr etmekdir. Orucun hakîkatı yani rûhun orucu da, rûhu bütün kötü ve çirkin huylardan arındırmakdır. Orucun ma'rifeti yani sırrın orucu ise, Allah'dan gayrına muhabbet nazarıyla bakmamak, mâsivâyı terketmek ve yalnız Mevlâ-yı Müte'âl Hazretlerine bağlanıp muhabbet etmekdir.
Bu açıklamaları yaparken, bir uyarma yapmak gerekiyor. Gerek namaz ve zekâtın, gerekse orucun hem şerî'atlerine, hem tarîkatlerine, hem de hakîkatlerine aynı anda riâyet etmekle, bunların ma'rifetlerine erişmek mümkün olabilir. Bu husûs, kesinlikle bilinmeli ve yanlış anlaşılmaya aslâ yer vermemelidir.
Hac ibâdetinde de bu dört mes'ele şöyle müşâhede edilir. Haccın şerî'atı yani bedenin haccı, mîkâtda ihrâma girmek, Arafat'da vakfeye durmak ve belirli şartlarla Beytullah'ı tavâf etmekdir. Haccın tarîkatı yani kalbin haccı, kalbi yedi hicâbdan, (ucub, kibir, gadab, riyâ, hased, hubb-i câh ve hubb-i mâl) kurtarmakdır. Haccın hakîkati yani rûhun haccı ise, rûhu safâya getirmek ve bütün çirkin ve kötü sıfatlardan arındırmakdır. Haccın ma'rifeti yani sırrın haccı ise müşâhede-i zâta vuslat ve envâr-ı sıfât olmakdır.
Şu gerçeği bir kere daha dikkatinize sunarım. Şerî'at kemâle ermedikçe, tarîkat sırrı doğmaz. Çünkü şerî'at, tarîkatin, hakîkatin ve ma'rifetin temelidir. Temelsiz bir binânın sağlam olmayacağı muhakkak olduğuna göre, şerî'atsiz tarîkat, hakîkat ve ma'rifet de sağlam olmaz. Bu noktadan hareket edilecek olursa, şerî'at kemâle ermedikçe tarîkat sırrı doğmayacağı gibi, tarîkat kemâle ermedikçe de hakîkate vâsıl olunmaz. Hakîkat kemâle ermeyince de ma'rifet nûruna ulaşmak aslâ mümkün değildir.
Bir kimse, şerî'ata ta'alluk etmeden nefs makâmında kalırsa, o şerî'atsız kimsede şirk, küfür, büyük günahlar ve isyânlar zuhûra gelir. Bu çirkin ve kötü sıfatlar ise, Allahu Teâlâ ile kul arasında hicâb yani perde olacağından o kimsenin Hakk'a vuslatı mümkün ve mutasavver değildir. Evet, bu çirkin sıfatlar kulu hicâbda bırakır. Bu hicâbı yırtmak için de o kulun Allahu Teâlâ'ya ortak koşmayı bırakarak tevhîde, küfrü bırakarak islâma, isyânı bırakarak itâate, günahı bırakarak tövbeye gelmesi gerekir. Kişi, bu hicâbı ancak böylece yırtabilir ve ancak bundan sonra vuslat makâmına erişebilir.
Bir de hicâb-ı nûrânî vardır ki, Eyyûb Peygamber aleyhisselamın ma'rûz kaldığı belâ ve meşakkate sabretmesi ve bu sabrının bir mesel gibi söylenerek dillere destân olması netîcesi, Allahu Zü'l-Celâl ve Zü'l-Cemâl ile arasında nûrânî bir hicâb hâsıl olmuşdur. Bunun için, tarîkatle mütehallik olmayan, kalb âfetleri hicâbında kalır. Hakîkatle muhakkik olmayanın rûhu da ahlâk-ı zulmânî hicâbında kalır. Ma'rifetullah vâsıtasiyle hayırla şerri, akla karayı seçemeyen, hakka'l-yakîn Hakk'ı bilmez. Hakkıyla Hakk'ı bilmeyen ise hicâb ve hayâlde kalır.
Ey cemâl-i ilâhîye âşık ve rızâ-yı rahmânîye tâlib olan kardeşim! Bütün hicâbları geçerek vâsıl-ı dîdâr olabilmek için, her mertebenin hakkını hakkâ vermek gerekdir. Her mertebenin ibâdetlerini tam ve kâmil bir ihlâs ile edâ ve îfâ etmeden, rızâya ermek ve dîdâra vâsıl olmak kâbil değildir. Allahu Sübhânehu ve Teâlâ, cümlemize tevfîkini refîk eyleyerek bizleri vâsıl-ı cennet-i zât olmağa muvaffak buyursun. Âmîn bi-hürmeti seyyidi'l mürselîn.
Efendi Hazretleri bu dört mertebeyi gâyet özlü olarak şöyle beyân etdiler :
Şerîat, Allah'ın ahkâmı ve Peygamber'in sözleridir. Tarîkat ise Peygamber'in hâlidir, etvârıdır, yapdığı işlerdir. Ondan hâsıl olan meyvaya da hakîkat denir. Hakîkate vâsıl olan da Hakk'ı bilir, marifetde yükselir.