Azîz ve nezîh müslimanlar! Nûr-ı îmân ile kalbleri münevver, Rahmân'a secde etmekle alınları eser-i secde ile süslenen, Hakk'ın cennetine tâlib, rızâsına râgıb, cemâline âşık olanlar!
Geçen hafta aynı âyet-i kerîmeden gülistândan ufak bir gonca olarak, size âyet-i kerîmenin bazı manâlarından, denizden bir katre, şemsden bir hüzme, kâinâtdan bir zerre olarak takdîm etmişdik. Gene aynı âyet üzerine, nasîbimiz kadar söyleyeceğiz, sen de nasîbin kadar dinleyecek ve anlayacaksın. Gene nasîbin kadar âmil olacaksın. Allah bize söyletmek, aynı zamanda size dinletmek ve anlatmak ve aynı zamanda her ikimize de işittiklerimizle ihlâs ile amel etmek ve Hakk rızâsını kazanan zümreye dâhil olmak nasîb ü müyesser eyleye.
İş dinlemekde değil, anlamakdadır. Anlamakda değil, o işi yapmakdadır. Yapmakda değil, mutlakâ ihlâs ile yapmakdadır.
Câhiller helâk oldular. Câhil kime derler bilir misin? Allah'ı bilmeyene câhil derler. İsterse kamyon dolusu kitâb okusun, otuz sekiz tâne fakülteden icâzet alsın, diploma alsın, câhildir gene. Âlim diye Allah'ı bilene derler. Allah da Allah ile bilinir. Allah ile arası hoş olmayanlar, Allah'ı bilemezler. Bildik zannederler. İsmini bilirler. Ne haşyeti, ne muhabbeti kalblerinde vardır. Belki isimleri ağzında. Bu sıfat da münâfıklara âiddir. Münâfıkların Allah'a îmânları dilde olup, kalblerinde hiç bir şey yokdur. Müminlerin ismullah dilinde, haşyetullah ve muhabbetullah kalbinde yani Allah korkusu ve Allah sevgisi kalbindedir. Mü'minlerin sıfatı budur. "وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ اٰمَنَّا بِاللّٰهِ وَبِالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَمَا هُمْ بِمُؤْمِن۪ينَۢ ve mine'n-nâsi men yekûlu âmennâ billâhi ve bi'l-yevmi'l-âhiri vemâ hüm bi mü'minin" diyor Allah, onların îmânını kabûl etmiyor. "Bir takım insanlar vardır ki, biz Allah'a inandık derler, kıyâmet gününe inandık derler fakat onlar mü'min değildir" diyor Hazret-i Allah Celle Celâluhû. Ben söylemiyorum, Kur`ân söylüyor. Onlar hud'a yapıyorlar. Çünkü neden? Lisânlarında Allah esmâsı var, kalblerinde, ne haşyetullah, ne de muhabbetullah var, ne de Allah'a îmân vardır.
Böyle olunca iş, bu kadarla iş kalmıyor ki. Bu dünyânın üstü olduğu gibi altı var. Buraya gelmenin bir maksadı vardır. Buraya biz niçin getirildik ve niçin buradan götürülüyoruz? Niye geldik, niye gidiyoruz? Kim getirdi, kim götürüyor? Niçin getirdi, niçin götürüyor? Burada yemek içmek, büyük büyük emeller beslemek gâyetle kolaydır. Ama bir gün var ki bir gün o gün mutlakâ çatıp gelecekdir. Yani binâ yıkılacakdır. Yapılan yıkılır. Toplanan dağılır. Doğan ölür. O gün gelip çatacakdır. O gün çattığı vakitde, o vakit hayâtın manâsının ne olduğunu anlayacak ama iş işden geçecekdir. O vakit, "Vâh! Keşke bilseydim" diyecek, "câhil kalmasaydım, Allah'ı bilseydim. Allah'ı bilseydim, Allah'ı bulsaydım, Allah'la olsaydım".
Ey ârifler! Hakk'a tâlibler! Muhammed Mustafâ'ya gönül verenler! Allah'ı sevenler!
Allah insanlara uzun uzun soru sormasa da şu soruyu sorsa, yani sana bana, tâ Hazret-i Âdem'den kıyâmet gününe kadar gelecek olan insanoğullarına. Uzun uzun sorular vardır, suâller vardır, hesâblar vardır. Hattâ yaz gününe içmiş olduğun soğuk suyun hesâbı sorulacakdır. Bedava yere konuşduğun sözün, kelâmın hesâbı sorulacakdır. Gözünle hâinâne bakdığın, yapamadın ama hâinâne bakdığın gözünle, onun da hesâbı sorulacakdır. Allah alîmdir, Allah basîrdir, Allah semîdir, Allah işitir, görür, bilir Allah.
Uzun uzun sorular var ama şu soruyu sorsa Allah ne cevâb veririz acaba? Bir veliyyullah bir vâiz efendiye sormuş bunu. Vâiz, kıyâmet gününde Allah'ın kullara soracağı soruyu sıralıyormuş kullara karşı. Allah şunu soracak, bunu soracak, şunu soracak, bunu soracak.
Hattâ gene hadîsle sâbit, "Bir ayak bir yerden bir yere gitmez", Resûl-i Ekrem söylüyor. Resûl-i Ekrem kim? Bütün peygamberlerin seyyidi, efendisi, Allah'ın sevgilisi, bu kâinâtın sebebi, Hazret-i Muhammed, senin peygamberin, benim peygamberim, senin sevgilin, benim sevgilim, Allah'ın sevgilisi. Allah'la orada iştirâk ediyoruz muhabbete, eğer Peygamber'i seviyorsan. Allah'ın sevdiğini seviyorsun, bak. Düşün, konuşduğum sözün manâsına in.
Bu, herkese sorulacak efendiler. Her imtihanın soruları gizlidir, bu sorular âşikârdır. Hazırlan soruların cevâbına. Düşün, hazırlan. Vallâhi ve billâhi sorulacak. Muhbir-i sâdık Muhammed sallallahu aleyhi vesellem böyle haber veriyor. Sultân-ı enbiyâ, nebîlerin sultânı böyle haber veriyor. Kâinâtın efendisi böyle haber veriyor.
"Efendim, ben hepsini inkâr ederim, söylemem" dediğin vakitde, Kur`ân sana cevâb veriyor gene : "Biz kıyâmet gününde ağızları mühürleriz, elleri konuşdururuz, ayakları şâhid tutarız, tanık tutarız yapdıklarınızdan". Nerede? Sûre-i Yâsîn'de. Senin bildiğin yerden söyleyeyim. Çok yerde var, Kur`ân-ı Kerîm'in birkaç yerinde var. "اَلْيَوْمَ نَخْتِمُ عَلٰٓى اَفْوَاهِهِمْ el yevme nahtimü alâ efvâhihim", biz o günde onların ağızlarını mühürleriz, "وَتُكَلِّمُنَٓا اَيْد۪يهِمْ ve tükellimünâ eydîhim", ellerini konuşdururuz, " وَتَشْهَدُ اَرْجُلُهُمْ ve teşhedü ercülühüm", ayaklarını tanık tutarız, şâhid tutarız, "بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ bimâ kânû yeksibûn", yapdıklarından.
Dilin söylemeyecek, elin söyleyecek. "Efendim, el söyler mi?" Söyler kardeşim. Artık inkâr kapısı kapandı. Görmüyor musun, nice cinâyetleri fâilleri söylemiyor ama elleri söylüyor. Tutduğu yerden buluyorlar, işâretiyle. Misâlini veriyorum sana dünyâ yüzünde. Bunu insanoğlu yaparsa, insanı halk eden Allah neye kâdir değil! Dili konuşduran, eli konuşdurur a birâder. Allah unu kum yapar, kumu un yapar. Allah suyu ateş yapar, ateşi su yapar. Elektrik, ateş sudan çıkmıyor mu? Bak, elektrik, ateş, sudan çıkıyor. Allah mü'minden kâfir, kâfirden mü'min getirir. Allah ölüden diri, diriden ölü çıkarır. Allah azîzden zelîl, zelîlden azîzi yükseltir. Aklını başına al. Sen kendi düşüncenle Allah'ın kudretini tartamazsın. Teslîmiyyet şartdır. Allah'a teslîm ol ki sâlim olasın, kalbin selâmet bulsun, hem kafan, hem kalbin selâmet bulsun. Tam bir teslîmiyyetle Allah'a teslîm ol. Allah de! Esmâsı dilinde olsun, haşyeti ve muhabbeti kalbinde olsun.
Vâiz böyle sayarken, bir velî oradan geçiyormuş, Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri, seyyidü't-tâife, demiş ki, "Vâiz Efendi!", şimdi ben aynı şeyi size soracağım ve bize soruyorum, kendi kendimize, "Allah bu kadar soru sormasa da, bir soru sorsa insanoğluna, insanoğlu bu soruya ne cevâb verir? Bu soruyu neyle yanıtlar?" demiş. "Ey benî âdem!", yani ey âdemoğlu demek benî âdem, "Ey âdemoğlu! Ey âdem! Ben seninleydim, sen kiminleydin?" derse sen ne cevâb vereceksin?
Allah bizle beraber, sen Hakk'a uzaksın. "وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ ve nahnü akrebü ileyhi min habli'l-verîd". "Biz size", "biz" burada tazîm için, "Biz size sizden yakınız" diyor Allah. "Senin can damarından, şah damarından sana ben daha yakınım, biz daha yakınız sana" diyor Cenâb-ı Allah. Nerede olursan ol, kim olursan ol. "Ben seninleydim, sen kiminleydin?" diye sorarsa ne cevâb vereceksin? Hiç unutma! Nereye gidersen git, ne yaparsan yap, Allah görüyor ve biliyor, seninle beraber, O'ndan bir şey saklayamazsın.
Şimdi gelelim biz dersimize.
Bu âlemde râhata yani îmâna erdiğimiz gibi âhiretde de saâdet ve refaha ve necâta ermek istiyor muyuz? İş böyle gitmeyecek hep. Bu dünyâ âleminde hakâret nazarıyla bakdığımız fakîrler, yoksullar....Çünkü îmânsız bir göz böyle bakabilir yoksula, îmânsız bir göz böyle bakar yoksula, fakîre, hakâretle bakar, yetîme hakâretle bakar, Hakk gözüyle bakarsa eğer, Hakk'lı göz bakarsa, "Hakk Teâlâ bunu fakîr etmiş, bana nimet vermiş, Yâ Rabbi sana şükürler olsun" der ve kendi rızıkından bir mikdârını da ona verir, ihsân eder. Çünkü îmânlı, şefkatli bir kalbdir. O kalbden artık, îmânlı kalbden, Şeytan çıkmış, oraya Rahmân hâzır olmuşdur. Oradan dâimâ rahmet umulur. Âhiret âleminde bu dünyâda hakîr gördüğümüz zevâtın bazılarını, görenler tabii, biz görmüyoruz elhamdülillah, o hakîr gördükleri zevâtın sultân olduklarını görecekler âhiret âleminde. Bu böyle olacak. Şimdi misâlini vereceğim sana, onun için söylüyorum. Bu âlemde de gene îmânsız göz, yüksek zevâtı görüyor, zenginlikler, teresler, metresler, husûsî arabalar, şunlar bunlar. Ben servet düşmanı değilim yani, bir adam îmânlı olursa, serveti olabilir. Allah'ın emrini yerine getirdikden sonra, ne kadar güzel bir şey. Hastahâne servetle olur, câmi servetle olur, yol servetle olur, kuyu servetle açılır. Ama hayra iş yapmak şartıyla. Bazısı var, servetini ibâdullahın iffet ve ırzıyla oynamak için sarfediyor. Bazısı var, ibâdullahın rahatlığı, saâdeti için servetini sarfediyor. İkisi bir olmaz tabii bunun. Acaba îzâh edebildik mi? Bu âlemde fakîr gördüğümüz, böyle görülen bir çok zevâtın orada yüksek olduğunu göreceğiz. Bir de burada çok hürmet edilen zevâtı göreceğiz, ayak altında yılanlar gibi sürünecek bunlar. Solucanlar gibi, akrebler gibi sürünecekler, yüzü koyun, mahşer yerinde.
Hattâ Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi veselleme bunu sormuşlar, "فَتَأْتُونَ اَفْوَاجًاۙ fe te'tûne efvâcâ". "Yâ Resûlallah, bu fe te'tûne efvâcâ âyeti ne demekdir?". Efendimiz ağlamış. Soran da Enes ibn Mâlik Hazretleri. Ağlamış Cenâb-ı Peygamber, gözlerinden şıpır şıpır yaşlar dökülmüş, inci tânesi gibi. "Bir emr-i mühim sordun bana Yâ Enes" demiş, "Benim ümmetim on bir sınıf üzere kabrinden kalkar, mahşere gider". Bir kısmı işte bu yüz üstüne yılanlar gibi sürünerek giderler diyor. Demişler, "Yâ Resûlallah, nasıl adam yüz üstüne gider, yürür" filan. "Yılanları görmüyor musunuz? Allah niye halk etdi yılanları, solucanları? Onların remzi onlar, işte onları gösteriyor Cenâb-ı Allah burada. Bir kısmı da var ki, ayın on beşi gibi alınları nûrlu, gönülleri parlak, yüzleri nûr içinde, lisânları tevhîd ile süslenmiş, gönülleri aşk-ı Muhammed'le tezyîn olmuş, Resûl-i Ekrem'in sancağı altında, melekler etrâfını çevirmişler, tekbîr ü tehlîl ile gidiyorlar. Sırtlarında libâs-ı cennet, giydirilmiş kendilerine, ikrâm edilmiş. Çünkü dünyâ âleminde hayâtlarının manâsını düşünmüşler, anlamışlar ve ona göre hayatlarını uydurmuşlar, Allah yoluna baş koymuşlar, Allah'a secde etmişler, Allah'a rükû etmişler, Allah'ı tesbîh etmişler. Allah bunların yapdığı bu efâli boşa mı çıkaracak zannediyorsun yani! Kâfirin yapdığı küfür yanına kâr, zâlimin yapdığı zulüm yanına kâr, müslümanın yapmış olduğu ibâdet yanına yorgunluk mu zannediyorsun yani! Herkes yapdığını bulacak ve görecek. Bitdi o kadar.
Şimdi misâlini veriyoruz. Sahabeden, geçen hafta size bu muhabbetden anlatmışdık, sahabeden Sevban radıyallahu anh, bir köleymiş bu. Zâhirde köle, hakîkatde bir sultân.
Malûm ya, eski devirde kölelik var. İnsanları hayvan gibi alıp satıyorlar. İslâm dîni bunu kaldırmak çok istedi. Hattâ insan bazı günah işlediği vakitde, rikâb koydu ortaya ki, rikâbın manâsı, köle âzâd etmek. Günâhın affı için, bu şartları koydu böyle islâm dîni ki köleliği kaldıra diye. Fakat karşı tarafda hukûk-ı düvel köleliği kabûl etmiş.
Bu Sevban radıyallahu anh Hazretleri, günden güne sararıyor, soluyor ve zayıflıyordu. Konuşmuyor da. Ekseri Resûl-i Ekrem'in kapısı önünde oturur, Resûl-i Ekrem'in giriş ve çıkışlarında mübârek cemâline nazar eder ve yüzünü yere çevirir ve ağlardı. Bir gün Resûl-i Ekrem onun bu hâlini gördü.
İyi dinle, müjde vereceğim sana. Gene müjde veriyorum, geçen hafta verdiğim gibi. Geçen hafta ne dedi Peygamberimiz o a'râbîye? O a'râbî ne dedi Peygamber'e? "Yâ Resûlallah" dedi, "benim böyle çok çok ibâdet ve tâatim yok" dedi, "beş vakit namaz kılarım ben" dedi, "senede bir ay oruç tutuyorum" dedi, "zekâtımı veririm" dedi. İşte neyse islâmın emri onunla amel ederim demek istedi. "Fazla ibâdetlerim yok benim ama Allah ve Resûlünü severim" dememiş miydi? Geçen hafta söylemişdim size ben. Resûl-i Ekrem o a'râbîye ne demişdi cevâb olarak? "Ey a'râbî, müjde olsun sana, kişi sevdiği ile beraberdir. Mâdem ki Allah ve Resûlünü seviyorsun sen, sen Allah ve Resûlü ile berabersin". Bitdi.
Şimdi bu zât da, Sevban Hazretleri, sararmış yüzü solmuş, Efendimiz bir gün gördü, "Sevban, senin hâlin nedir böyle? Ne kadar sarardın, ne kadar zayıfladın. Nedir derdin, bir şikâyetin mi var? Söyle bakayım bana" deyince, Sevban Hazretleri koyverdi gözyaşlarını, başladı ağlamaya hıçkıra hıçkıra, "Yâ Resûlallah, benim bir düşüncem var kâinâtda, hayâtda". "Nedir o?". "Senin o kadar seviyorum ki, seni bir ân görmesem ben ölürüm. İçdiğim su, aldığım hava, yediğim ekmek gibisin benim". İnsan bunları alamazsa yaşayamaz değil mi? "Seni ben görmesem ölürüm Yâ Resûlallah". "E peki nedir bundan maksadın Yâ Sevban?". "Yâ Resûlullah, dünyâda biz böyleyiz. Ama âhirete âleminde ben köle bir insanım ve fakîrim ve garîbim, elbet ki senin makâmına ben çıkamayacağım. Senin makâmın peygamberler makâmı ve peygamberlerin de en yüce makâmı".
Habîbullah. İbrâhim Halîlullah, Muhammed sallallahu aleyhi vesellem, Habîbullah. Manâsı ne demek biliyor musun? Haydi söyleyelim, söylemeden geçmeyelim. Halîl, istediğini Allah'dan alan, habîb, istemeden alan. Halîl denilen zevât dost demekdir, Allah'dan ne isterse Allah onu mahrûm etmez, verir. Bu halîl. Makâm-ı halîliyyet bu. Makâm-ı habîbiyyet, istemeden alır. Allah istemeden verir ona. Onun için bak şimdi, Mûsâ Peygamber, "رَبِّ اشْرَحْ ل۪ي صَدْر۪يۙ rabbi'şrahlî sadrî" diyor, "Yâ Rabbi benim sadrımı şerhet" diyor. Habîb-i Hudâ Hazret-i Muhammed'e gelince, "اَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَۙ elem neşrah leke sadrek" diyor, "Senin biz sadrını şerh etmedik mi Yâ Muhammed", sallallahu aleyhi vesellem. Habîb, istemeden alan demek.
Şimdi, ben size geçen hafta demişdim ki, dostluk üç nevi, düşmanlık da üç nevidir demişdim, onu tarîf edecekdim, onu tarîf edeyim inşâallah.
Artık hava sıcak ama beni affedin. Güneş gurûba eriyor, yolculuk yaklaşdı bizim. Çizmeleri çekdik ayağımıza.
Evvelâ sevgi Allah için olacak. Güzelliği için, gençliği için parası için, menfaati için, rütbesi için olmayacak. Allah için sırf, Allah rızâsı için. Allah için olacak sevgi, muhabbet. Hattâ bir mü'min bir mü'minin, Allah rızâsı için, onun hatırını sormaya gitse her adımına umre sevâbı verilir. Allah için olacak.
Müslümanlıkda her ibâdet, her tâat, Allah için olacak. Böyle yapanlar kazandılar. Öyle yapmayanlar, kullar görsün diye yapanlar, onlar kaybetdiler, onlar müşrik oldular, şirke düşdüler. Ecirlerini, amellerini göstermek istedikleri kullardan almaları için Allah onlara emredecek kıyâmet gününde, "Senin cömertliğini kulların görmesini istiyordun değil mi, kullar gördüler sana cömert dediler, haydi şimdi mükâfâtını al bakalım onlardan" diyecek. Onun için namaz, oruç, zekât ne varsa hayır hasenâtda, Allah için yap. Gösteriş için sakın yapma. Riyâ olur, riyâ olur, riyâ. Riyâda şirk-i hafî vardır. Ha bir de var ki, insanlara önder olmak, hayırda önder olmak, ona müsâade etmiş şerîat. Meselâ bir hayır yapılacak bir yerde, evvelâ sen çıkıyorsun, sen veriyorsun. Bu da halka gösteriş için değil. Allah'a teşvîk için, Allah rızâsına. O vakit müsâade edilir. Anlatabildim mi? İnşâallah anlatmışımdır. Geçiyoruz.
Bir. Evvelâ Allah için sevgi, muhabbet olacak. İki. Öyle seveceksin ki, sevgi şöyle olacak. İçdiğin su, aldığın hava, yediğin ekmek, onun gibi. Bunların birini almazsan, yaşayamazsın hayâtda. Sevgili arkadaşını, sevgili ahbâbını, bu şekilde sevmen lâzım. Bu muhabbet de Resûlullah'a lâzım. Böyle bir muhabbetle Peygamber'e bağlanacaksın ki Resûlullah'la beraber olasın. Acaba anlatabildim mi? Yani bir gün akşam olduğu vakitde, yatağına girdiğin vakitde, bugün Peygamberim sallallahu aleyhi veselleme, kaç defa salavât-ı şerîfe verdim. Çünkü insan sevdiğini dâimâ dilinden düşürmez, diliyle zikreder sevdiğinin ismini. Hattâ birisi ansa, gâyetle memnûn olur. Onun için biz Allah'ı unutarak Allah'ı zikretmiyoruz ki. Niye zikrediyoruz Allah'ı? Sevdiğimiz için zikrediyoruz. Biz zikredince Allah da bizi zikrediyor, zâkirle mezkûr aynı oluyor. "فَاذْكُرُون۪ٓي اَذْكُرْكُمْ fezkürûnî ezkürküm", karşılıklı oluyor zâkirle mezkûr. Sevdiğimizden zikrediyoruz Allah'ı. Sevdiğini çok zikredersin ve edildiğini de istersin. "Âh ismini bir ansalar" dersin. Kendin anarsın kanmazsın da, bir de kulağınla dinlemek istersin. Kulağın da zevki var çünkü ayrıyeten. Sen bakma bazıları diyorlar ki "Yalnız gizli olsun" diyorlar. Olmasın gizli hep. Bazen gizli efdaldir, bazen âşikâr efdaldir. Kulağın da zevki vardır. Bir adam gizli Kur`ân okuyabilir ama kulak bundan mahrûm olur. Bir de kulakla Kur`ân dinlersen, kulağın da bundan mütelezziz olur. Neler söyledim size ama inşâallah alanlar almışdır.
Resûl-i Ekrem'i ve dostlarınızı böyle seviniz. Böyle sevmek için de şartlar vardır. Çok dikkat et konuşduğum sözlere!
Bir kimse bir kimseyi zorla sevemez. Muhabbet, aşk, insanların irâdesinde değildir. İrâde-i cüziyyede değildir, irâde-i külliyyededir. Meselâ bir adam Allah'ı nasıl sever, Allah o kulu sevmeyince. Buna imkân yokdur. Evvelâ Allah o kulu sever, sevdikden sonra kulun kalbi Allah'a döner, o Allah'ı sever. Ama bunun şartı vardır. Nedir? Kul Allah'a ibâdet etmeğe başlar. Bu ibâdet evvelâ belki pek muhabbetle olmaz ama o ibâdet Hakk'ın muhabbetini kulun üzerine celb eder. Celbedince, Allah kulu sevdi mi, kul da Allah'ı sever. Acaba anlatabildim mi?
Resûl-i Ekrem de böyle, sallallahu aleyhi vesellem. Peygamber'i sen nasıl seveceksin? Evvelâ sünnet-i seniyyesine, âdetleri nedir, neler yapmuış, ahlâkı nasıldır, bunlara riâyet ederek, O'nun ahlâkı ile yürümek. Hattâ hattâ mübârek ayaklarını nasıl atdı yere, ayaklarını o şekilde atıp yürümek.
Görmüyor musun İmâm-ı Malik'i bak ne kadar Peygamber'e tâbi olmuş, ama kıyâmet gününe kadar ismi rahmetle yâd ediliyor, Peygamberimizin hürmetine. Medîne-i Münevvere'de ayağına ayakkabı giymemiş hiç. Resûlullah'ın basdığı yerlere ayakkabımla basarım diye. Hürmetsizlik olur diye. Medîne şehrinin içerisinde hiç bir zaman abdest bozmamış. Peygamber'in basdığı yerde abdest bozarım diye. Hep Medîne hâricine çıkarmış. Fakat İmâm-ı Mâlik böyle ayağı çıplak gezdiği için, Medîne'nin köpekleri de Medîne şehrine pislememişler. İmâm-ı Malik'in ayağı kirlenir diye.
Yalnız ona mı? Hayır, Bişr Hâfî de öyle. Evliyâullahdan, Bağdad vilâyetinde yaşamış. Sarhoş kendisi evvelâ, bidâyetde. Sarhoşmuş kendisi. Sonra ser-hoş olmuş. Evvelâ seri boşmuş sonra ser-hoş olmuş. Bir gece meyhanede çalgı çalmış, topladığı paralarla gelirken yolda ayağı takılmış yere düşmüş. Yerde bir Besmele-i Şerîfe görmüş, toz-toprak içerisinde. Okumuş, "Bismillahirrahmânirrahîm". "Aman Yâ Rabbi, Allah'ın isimleri yere mi düşdü" demiş. Ağlamış, ağlamış, ağlamış, öpmüş başına koymuş. Kazandığı parayla, gitmiş o besmeleyi temizletmiş, üzerine kokular sürdürmüş. Sonra nereye koyayım nereye koyayım demiş, en iyisi yutayım demi, yutmuş. O akşam Allahu Teâlâ buyurmuş ki kendisine, "Benim ismimi âlî kıldın Bişr, ben de seni âlî kılacağım" demiş.
Ayağına ayakkabı giymezdi Bağdad vilâyetinde. Köpekler bir defa Bağdad vilayetine Bişr-i Hâfî'nin sağlında pislememişdir, ayağına bulaşdırırız diye. O gün köpekler pisleyince bilmişler, "Eyvâh! Bişr öldü" demişler. Bişr oldu, ölmedi. Âşıklar ölmez, olur. Hayvan ölür. Halk ondan bilmişler, köpeklerin Bağdad'ı pislediğinden. "Eyvah!" demişler, "Bişr oldu" demişler, "Oldu, Allah'a vuslat buldu".
Ha şimdi, Resûl-i Ekrem'e muhabbet, böyle olacak muhabbetimiz Allah ve Resûlüne. Sevdiklerimize de böyle olacak. Yediğimiz ekmek, içdiğimiz su gibi.
Bir muhabbet daha var, ona muhabbet demezler, ona ihtiyaç derler. Helâya olan muhabbetimiz gibi. Sıkıntımız oldu mu dostumuza gidiyoruz, istemeğe. Dostunu aramıyorsun ki sen, ihtiyâcını görmeğe gidiyorsun. İşte ihtiyâcı olup da Allah'a el açanlar bunun gibidir. İhtiyâcı olduğu vakitde Allah'a el açanlar, Peygamber'e el açanlar bunun gibidir. Helâyı sevmek gibi, estağfirullahe'l-azîm ve etûbu ileyh. Misâlim gâyetle kuvvetli, kimse de inkâr edemez. Düşmanlığı da anlatalım. İki tânesini söyleyelim kâfî, üçüncüsünü söylemeğe lüzûm kalmaz.
"Ey Allah, seni severim, seni sevenleri severim Allah, seni sevmeyenleri sevmem". Muhabbet üç nevi oldu. "Ey Allah, seni sevmeyenleri sevmem, seni sevmeyenleri sevenleri sevmem, seni sevmeyenleri sevmeyenleri severim. Seni sevmeyenleri sevmeyenleri severim". Üç nevi. Kavradınız mı? İnşâallah kavradık. Muhabbet üç nevi. Hem Muhammed'e ümmet ol Ebû Cehil'e silah ver, böylesi muhabbet olmaz.
Pişmanlık günü gelmeden, tırnaklarımızı yolmadan, parmaklarımızı ısırmadan, saçımızı sakalımızı yolmadan aklımızı başımıza alalım. Âhiretin tarlası burasıdır. Buradan alıp götüreceksin. Orada bir daha olmaz bir şey hiç. Evvelâ Allah'ın sonra Resûlullah'ın merhametine kalmışdır. Îmânını götürdünse eğer, Allah îmânını kabûl etdiyse, şefâat-i Resûlullah ile belki kurtulursun. Eğer îmânsız gitdinse, dünyâ dolusu altun dağıtsalar peşinden, yüz bin hatim okutsalar, beş yüz bin mevlûd, sana faydası olmayacakdır. Îmânın yoldaş, aşkın sırdaş, okuduğun evrâd u ezkârın kabrinde sana yoldaş olsun. A'mâl-i sâlihâtın sana yoldaş olsun.
Bir daha söylüyorum. "Ey Allah, seni severiz, seni sevenleri severiz, seni sevmeyenleri sevmeyiz". Tâm, kâmil bir muhabbet. "Seni sevmeyenleri sevmeyiz, seni sevmeyenleri sevenleri sevmeyiz ve seni tanımayanları hiç sevmeyiz Yâ Rabbi". Bu da düşmanlığın üç nevidir. Kesiyoruz.
Allah cümle Ümmet-i Muhammed'i, kalblerinde kîn, adâvet bırakmayıp, sırf kalblerini aşkullah, muhabbetullah ile memlû eyleye ve âhir kelâmımızı Kur`ân-ı Mecîd, Kelime-i Tevhîd eyleye.
Vallahu yed'û ilâ dâri's-selâm ve yehdî men yeşâu ilâ sıratin müstakîm.
Efendim, bazen biz böyle hutbeyi biraz uzatıyoruz, ben daha sizle çok konuşmak istiyorum ama, belki sizi üzerim, işçilerimiz var, memurlarımız var, vazîfelerine geç kalırlar diye kısa kesiyoruz hutbeleri. Gâyem de şudur. Buraya gelip de boş gidip gelme değil. Bir şey öğrenelim. Hem Rabbimize ibâdet edelim, hem bir şey öğrenelim. Maksad da budur. Ve öğendiğimizle de kalmayalım, öğrendiğimizi de öğretelim, etrâfa, bildiklerimize, evlâd u ayâlimize, âilelerimize, çocuklarımıza, teyzelerimize, halalarımıza.
İki. Böyle biraz fazla konuşuyorum, terliyorsunuz, sakın üzülmeyin terliyoruz diye. Allah'a kasem ederim ki bu sıkıntılarınızın karşılığında, yarın yevm-i kıyâmetde insanlar bir ayak bin bir ayak üzerine olacakdır, kimi göbeğine kadar, kimi dizine kadar, kimi göğsüne kadar kimi başına kadar ter içinde olacakdır, terlerde kalacaklardır yani. Fakat Allah için terleyenler arşın gölgesindedirler, Resûl-i Ekrem'in civârındadırlar. Senin niyetin hâlis olsun, sana kâfî gelecekdir. Bu da bir ibâdet ve tâatdır. Onun için sakın bana darılmayın, "Efendi bizi fazla konuşuyor bizi burada sıkışdırıyor, sıkılıyoruz" filan demeyin sakın hâ, aklına böyle şey gelmesin. Öğrenmeye çalışın ve öğrenin, öğrenin, öğrenin. Öğrenmekle kalmayın, amel edin. İhlâs ile yapın.
Ve öğretin. Ve kardeşlerinizi, arkadaşlarınızı, pek sevgili arkadaşlarınızı, Allah yoluna çağırın. Eğer câmi yolunda arkadaş değilsen, başka yolda, günahda arkadaşsan, yarın yevm-i kıyâmetde senin düşmanın olacakdır o, sen de onun düşmanı olacaksın. O gün gelmeden evvel, dost olun burada. Allah yolunda birbirinize yardımcı olun, kardeş olunuz. De ki, "Yâhu bak ben senin hatırın için çok şuraya gitdim, şuraya gitdim filan filan filan", yerini söylemeyeyim öyle şeylerin, "benim için de bu hafta sen câmiye gel bakalım haydi, benim hatırım için". Öyle söyle. Evvelâ senin hatırın için gelsin. Allah için gelmesin, senin için gelsin evvelâ câmiye. Böyle böyle onu câmi yoluna alışdır. Eğer Allah yoluna çağırmıyorsan senin arkadaşın değil o, senin dostun değil o. Sen ona dost değilsin yâhud. Cenâzesine tâbi oluyorsun, namazını kılmıyorsun, dost değilsin den ona birâder. Olmaz öyle şey, yapma! Böyle şey yapma sakın hâ!
Bir a'mâ, öyle farzedelim, gözönüne getiriniz, bak, bir a'mâ var, önde büyük bir yar var, çukur. A'mâ o tarafa doğru gidiyor. Şimdi sen buradan hiç ses çıkarmazsan bu a'mâya, "Bakalım herif nasıl düşecek" diye, bu insanlık mıdır, soruyorum sana. Elbet ki insanlık değil. Onun gözceğizi görmüyor, sen görüyorsun ve ses çıkarmıyorsun, "Bakalım nasıl düşecek" diye. Bazı insanların baş gözü görse de hakîkat gözleri, kalb gözleri görmez, önündeki çukuru yani, o yarı, o tarafa doğru giderler, felâkete doğru. Hiç haberleri bile olmaz. Sen onun arkadaşısın yâhu, söyle bir defa, "Yâhu gitdiğin yol yol değil kardeşim, önünde senin çukur var" de ona, söyle bir defa. Dinlemedi, elinden tut bir defa, "Yapma yâhu, gitme, gel buraya, beni dinle sen filan". Gene gitdi seni bırakıp, ondan sonra bırak, "Günah senin boynuna" de. Bitdi o kadar, mesele kalmadı.
Tatlı söyle ama. Acı söyleme sakın hâ! Allah Mûsâ Peygamber'e, kelîmullah iken, Firavun'a gönderdiği hâlde, Firavun Allah'ın düşmanı, "Sakın acı sözle söyleme Yâ Mûsâ" dedi, "tatlı sözle söyle, güzel mevizelerle onu yani nasîhatlarla, öğütlerle onun aklını erdir". Acı konuşmayacaksın, acı yok islâmda. Biz akrep değiliz, yılan da değiliz, tatlı tatlı. Hikmetle böyle, felsefeyle, onun kafasına soka soka böyle.
Haa bakıyorsun buradan a'mâ gidiyor çukura doğru, "Bakalım herif nasıl düşecek". Bu insanlık mı bu! Ses çıkarmamak. "Karışmıyorum ben, neme lâzım, herkes kendi bacağından asılır". Olmaz öyle şey! Herkes kendi bacağından asılacak ama mahalleye öyle bir tâne asarlarsa bütün mahalleyi rahatsız eder sonra, kokarsa eğer. Kendi bacağından asılır ama bütün mahalle rahatsız olur. Söyleyeceksin, "Hemşehri, gitme önünde çukur var". O durur yâhud durmaz. Git elinle tut. Seni itdi, "Bırak ben gideceğim" diye. O vakit günah vebâli kendi boynuna. Ama bu iki şeyi söylemek, hattâ mecbûren yakasından tutmak lâzımdır ama o kadar baskı yapmayalım vicdan hürriyetine, yakasından tutmayalım.
Efendi Hazretleri, bu hutbeyi, Cuma namazlarını kıldırdığı Kapalıçarşı'daki Câmili Han Mescidinde 20 Temmuz 1984 (21 Şevval 1404) tarihinde îrâd buyurmuşlardır. Efendi Hazretlerinin yayınlanmış bütün hutbelerine şu sayfadan erişebilirsiniz.