12 Temmuz 2024 tarihinde yayınlanmıştır.
Emin Işık Hocaefendi anlatıyor :
1958 yılıydı…İstanbul’a yeni gelmiştim. İmam-Hatip Lisesi’nin ikinci sınıfında okuyor, okul yurdunda kalıyordum. Günlerden cumartesiydi, öğleden sonra ders yoktu. Hava kapalı ve soğuktu. Toz gibi bir şey çiseliyordu, fakat yağan yağmur muydu, kar mıydı, belli değildi. Okuldan çıktım otobüs durağına doğru yürüdüm. İçimde garip bir hüzün, bir yalnızlık ve gurbet duygusu… Bir yerlere gitmek istiyordum, fakat gidecek bir yerim yoktu. “Ne yapsam, nereye gitsem?” diye düşünürken, birden aklıma Celâl Hoca’nın İhyâ dersi geldi. Hoca, her cumartesi günü ikindi namazından sonra Beyazıt’taki Soğanağa Câmii’nde İhyâ okuturdu.
Abdest aldım, câmiye girdim. Öğleyi kılmamıştım, kıldım. İkindi vaktine daha çok zaman vardı. Çâresiz bekleyecektim. Müezzin köşedeki odun sobasını yakmış, gitmişti. Belli ki ders yapılacaktı. Küçücük câmide benden başka kimsecikler yoktu. Sırtımı arka duvara dayadım, tavandaki nakışları, duvardaki yazıları seyre daldım. Câminin imam ve müezzinine imreniyordum. İçimden şöyle bir temennî geçti: “Ben bu câmide görevli olsam, İhyâ derslerine devam etmek ne kadar hoş olurdu!” dedim.
Ertesi yıl ben Teşvîkiye Câmii’nde görev aldım. Çok geçmeden Soğanağa Câmii imamlığı boşaldı. Hemen dilekçe verdim, uygun görüldü, 1 Kasım 1961 yılında, Soğanağa Câmii’ne atandım ve resmen vazîfeye başladım. Hoca’nın sâdece üç dersinde bulundum. Çünkü Hoca, dördüncü dersi yapamadan 22 Kasım 1961’de Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Allah dileğimi vermiş, Hoca’yı da almıştı.
Soğanağa Câmii’nde görev yaptığım 1961-1966 yılları arasında Beyazıt semti ve çevresi, gerçek anlamda bir ilim ve kültür muhîti idi. O yıllar benim için çok verimli geçti. Soğanağa semtinin, benim için bir başka önemi de oradaki güzel komşuluk ilişkileri idi. Yakın komşularımız arasında hem Nakşîler, hem de Cerrâhîler vardı. Ben imamları olduğum için her iki grupla da yakın ilişki içindeydim. Çünkü nişan, nikâh, sünnet ve ölüm vesîlesiyle onlara Kur’an ve mevlit okuyordum. Doğrusunu isterseniz, komşularımızın hepsi kibar ve görgülü insanlardı…
Bir gece rüyâmda kendimi Nakşîlerin meclisinde onlarla birlikte zikrederken gördüm. Çok âhenkli ve etkileyici bir esmâ zikriydi. O âhengin hazzını daha derinden duyabilmek için sustum, başımı önüme eğdim, gözlerimi kapadım, dinlemeye başladım. Aman yâ Rabbî, ne tatlı şeydi bu! Sanki kâinat bütün zerreleriyle dile gelmiş bizimle berâber “Allah, Allah” diyerek zikrediyordu. İçimden şöyle bir istek geçti: “Ben bu tarîkata intisap etmeliyim, bunların arasına katılmalıyım” dedim. Sol yanımda oturan siyah sakallı zat, içimden geçenleri duymuş gibi, eğildi, kulağıma şunu fısıldadı: “Sen bir yere intisap etme! Senin sâhibin var. O zat doğudan gelecek ve sana sâhip çıkacak, bekle!” dedi.
Birden uyandım. Kulağımda zikir sesi devam ediyordu, yüreğim güm güm vuruyordu. Rüyâda siyah sakallı olarak gördüğüm Ahmet Bey’i yakından tanıyordum, gerçek hayatta sakallı değildi. Bana sorarsanız, mânevî yolun dâvetiyesi, mânevî yolla gelir. Öyle maça, ya da seyrana gider gibi “Haydi gel, sen de bize katıl!” şeklinde şunun bunun teşvîkiyle mâneviyat yoluna girmek doğru değildir. Girmek isteyenler, mutlaka “işâret”in gelmesini beklemeliler.
Ben Soğanağa Câmii’nde imamlık yaparken, sınıf arkadaşım, can dostum ve sırdaşım, sevgili Hüseyin Top da Beylerbeyi İskele Câmii’nde görevliydi. Haftanın belli gecelerinde Kuzguncuk’ta oturan Sâdeddin Heper Hoca’dan âyin ve ilâhî meşk ediyordu. Birkaç defa bana “Keşke sen de bizimle berâber meşke gelsen, ama gelemezsin, evin çok uzak” demişti.
Hüseyin’le saklımız, gizlimiz yoktu. Her şeyi teklifsizce konuşurduk. 1965 yılıydı… Yine bir şeyler konuşuyorduk, birdenbire lâfı değiştirdi. “Ben Mevlevî oldum, biliyor musun?” dedi. Ben de kendisine iyi halt etmişsin meâlinde öyle bir çıkıştım ki: “Yâhu, sen deli misin, nesin? Girecek başka tarîkat bulamadın da gittin Mevlevîliğe mi girdin? Onların Bektâşilerden ne farkı var? Olsa olsa sana Nakşîlik yakışır. Sen din ilimleri tahsil etmişsin, üstelik imamsın. Sâmi Efendi, her hafta Beylerbeyi’ne geliyor. Sen de Efendi’nin sohbetlerine katılıyor ve onu yakından tanıyorsun. Ayağına kadar gelen nîmeti tepiyorsun. Sonra da gidip Mevlevîliğe giriyorsun. Doğrusu ben bu işi sana yakıştıramadım” diyerek, bir hayli yüklendim.
Başka zaman en ufak bir ayrıntı yüzünden benimle kıyasıya didişen Hüseyin, bu kadar ağır konuşmama rağmen, bana karşılık bile vermedi. “Sen öyle zannet!” gibisinden güldü geçti. Ben de daha fazla üstüne gidemedim O günden sonra bu mesele üzerinde hiç konuşmadık. Ne ben merak edip sordum, ne de o bana bir şey söyledi. Konu kendiliğinden kapanmış gitmiş oldu.
12 Kasım 1966 yılının güzel bir sonbahar akşamı, bu gece aynı zamanda mübârek Mîraç Kandili. İşte o gece rüyâmda kendimi Konya’da görüyorum. Alâaddin Câmii veya ona çok benzeyen bir başka câmi. Ancak câminin giriş kapısı, kıble tarafından. Sağ yanımda Hüseyin Top, ikimiz birlikte câmiye giriyoruz. Tam karşıda, orta kubbenin altında, yüksekçe bir vaaz kürsüsü üzerinde Şems-i Tebrîzî Hazretleri, başında sikke ve destar ders veriyor. Kendisi gibi hepsi de sikkeli ve destarlı kırk kadar Mevlevî dedesine yüksek sesle bir takım tâlîmatlar yağdırıyor. Sakın benim emirlerimin dışına çıkmayın anlamında el, kol işâretleri yapıyor. Dinleyenler de sanki taş kesilmişler gibi hareketsiz ve huşû içindeler.
Biz onun konuştuklarından tek kelime anlamıyoruz. Zâten konu da bizi ilgilendirmiyormuş. Bir iki dakîka kadar durup onlara baktıktan sonra, daha da sağ tarafa doğru çekildik, onları rahatsız etmemeye özen göstererek câmi içine doğru yürüdük. Karşımızda Hz. Mevlânâ, başında imamların giydiği beyaz sarıklı bir fes bize doğru geliyor. Beş altı adım kala gülümseyerek ve gözümün içine bakarak, bana “Sen bizim hakkımızda hiç de iyi şeyler düşünmüyorsun, ama yine de biz sana sâhip çıkacağız. Çünkü sen bize âitsin, bizimsin” dedi. Ben mahcûbiyetten hiçbir şey diyemedim, hemen öpmek üzere eline sarıldım. Hüseyin de el öptü sanırım. “Şöyle gelin bakalım!” diyerek, bizi sekiz on adım kadar kenara çekti. Diz çöküp oturmamızı emretti, biz de oturduk. Sonra o da diz çöküp oturdu. Tam yüz yüze gelecek şekilde karşılıklı oturduk. Bana “Yaklaş!” diye emretti. Dizim onun dizine değecek kadar yaklaştım. Daha fazla yaklaşırsam belki rahatsız ederim, diye de korkuyordum. O “Daha yaklaş, iyice yaklaş!” diyerek beni tam iki dizinin arasına aldı. Sonra başımı okşadı, avucunun içine aldı, sağ yanağım onun sağ dizinin üstüne gelecek şekilde yatırdı. Eli başımın üstünde duruyor, hafif sesle bana birtakım duâlar okuyordu. Sekiz on dakîka kadar beni öylece tuttuktan sonra elini başımdan çekti, “Haydi kalk bakalım, bu iş tamam” dedi. Hep berâber ayağa kalktık. Sağ eli Hüseyin’in sırtında, sol eli benim sırtımda birkaç adım yürüdük. Önümüzdeki direğin yakınına gelince orada yine diz üstü oturmamızı söyledi. “Gözlerinizi yumunuz ve sessizce bekleyiniz. Biraz sıkıntı çekeceksin ve terleyeceksin, ama buna katlanmak zorundasın. Çünkü burada çektiğin sıkıntı çile yerine geçecek. Ben birazdan geleceğim” dedi ve câmiin arka tarafına doğru gitti.
Hüseyin, câmiye ilk girdiğimiz andan beri bir sağdıç gibi bana refâkat ediyor, fakat hiçbir şey demiyor, hiçbir şeye karışmıyordu. Sâdece seyrediyordu. Hüseyin yine sağ yanımda, ikimiz de diz çöküp oturmuş ve gözlerimizi yummuş olarak bekliyoruz. Bir saat kadar öyle sessizce bekledik. Ben kendi kendime: “Sıkıntı çekeceksin, terleyeceksin, demişti ama şu çektiğim sıkıntı, öy le dayanılmayacak kadar büyük bir sıkıntı değil. Hafiften terledim, ama eğer iş bundan ibâretse ne âlâ!” diyorum…
Böyle kendi kendimle konuşurken, Hz. Mevlânâ sağ eliyle omzuma dokundu. “Bu iş tamam, kalk bakalım!” dedi. Gözümü açtım, ayağa kalktım. Yine gözümün içine bakarak, “Biz şimdi senin mânevî sıkıntını aldık. Bundan sonra kolay kolay iç sıkıntısı çekmeyeceksin. Ancak senin maddî sıkıntın da var, onu da halletmemiz gerek. Gelin benimle!” dedi. Câmiin içinde otuz beş, kırk adım kadar kuzeye doğru yürüdük. Bizim orada durmamızı, beklememizi istedi. Câmi içinde kuzey taraftaki duvara bitişik küçük küçük odalar, tahtadan bölmeler vardı. Onlar müstahdem odalarıymış, İşte o odalardan birine girdi. Az sonra elinde çok eski, nerdeyse çürümeye yüz tutmuş kahverengi bir meşin cüzdan, arkasında da yedi sekiz kişi müstahdem yanımıza geldi. Bana cüzdanın içindeki bir deste yeni basılmış banknotları gösterdi. “Bu paralar, Yusuf’un annesinden, senin gibi ihtiyaç sâhiplerine verilmek üzere beklettiğim emânet bir paradır. Bunu sana vereceğim, ama önce onu şöyle bir elden ele dolaştıralım da ondan sonra” dedi. Benim sağ tarafımda duran Hüseyin’i, kendi sağına, onun sağına da beni, benden sonra da o müstahdemleri yerleştirdi, ayakta bir halka şekline getirdi. Sonra da paranın böyle elden ele dolaştırılarak verilmesinin daha hayırlı ve bereketli olacağını söyleyerek onu üç defa devir yaptırdıktan sonra elime teslim etti.
Birden uyandım. Gözümü açtım, ama hiçbir şey görmüyordum, rüyâyı ve heyecânını yaşıyordum. Cüzdanın elimde olduğunu sanıyordum. Bunun bir rüyâ olduğunu biliyordum, fakat kendimi inandıramıyordum. Ancak öğleye doğru iyice kendime gelebilmiştim. İlk anlardaki o heyecan geçmiş, içimi bir sevinç ve bir aydınlık kaplamıştı. Artık öylesine mutluydum ki, durmadan şükrediyordum…
Şimdi siz, “Acaba sonra neler oldu, rüyâ nasıl çıktı?” diye soracaksınız.
Sabrınızı taşırmazsam onu da kısaca anlatmaya çalışacağım. Rüyâyı görmeden üç ay kadar önce kayınpederim vefat etti. Yaşlı ve felçli kayınvâlideyi Hatay’dan yanımıza getirdik. Oğlumuz M. Âkif yedi-sekiz aylık bir bebek, kızımız Sevdâ beş yaşında, bakımsızlıktan hastalandı. Hilit teşhîsiyle hastaneye yatırdık. Okullar açıldı, dersler başladı. Ayrıca müdür muâviniyim. Okul Fâtih Çarşamba’sında, ev Küçükyalı’da. Okuldan çıkıyorum, Zeynep Kâmil Hastahânesi’ne uğruyorum, oradan çıkıyor evin ihtiyaçları için çarşıya, eczahâneye koşuyorum. Oradan da yorgun ve bitkin bir halde eve geliyorum. Evde bir damla su kalmamış. Bahçedeki kuyunun suyu çekilmiş, minnet ricâ komşu sarnıçlardan bir iki kova suyu zar zor alabiliyorum. Bütün bunlara ne zaman yetiştirebiliyorum, ne de para… Hanımın kolyesini rehin verdim de bir arkadaştan yüz elli lira borç aldım. Kış geldi gelecek biz hâlâ yazlık evde kirâyla oturuyoruz. Evden taşınmak istiyoruz, Fâtih’te, Çarşamba’da ev kirâları ateş pahası, aldığım maaş ev kirâsına yetmiyor. Üstelik İstanbul’da da su sıkıntısı var, üst katlara hiç su çıkmıyor.
İşte rüyâyı böyle sıkıntılar içinde yaşarken görüyorum: “Senin maddî sıkıntını da halledeceğiz” vaadini, hattâ parayı alarak uyanıyorum. Meşin cüzdan içindeki yeni parayı da gözümle görüyorum. Üzerinde beş rakamı bir iki tâne de sıfır yazılı, kum bejine yakın pembe bir kâğıt para. Ondan birkaç ay önce ilk defa yirmi liralık pembe banknotlar tedâvüle çıkarılmıştı. Yakında aynı seriden elli liralıkların da piyasaya sürüleceği söyleniyordu. Ben biraz da o söylentilere kanarak elli liralıkların bir an önce ortaya çıkmasını sabırsızlıkla bekliyordum. Çünkü biliyordum ki, o paralar piyasaya çıkınca ben maddî sıkıntıdan kurtulacaktım.
Benim gördüğüm paranın tedâvüle çıkması tam on beş sene sonra oldu: Kâğıdın, mürekkebin ve makine parçalarının karaborsa olduğu bir dönemde biz borç harç ederek bir matbaa kurduk. Üç dört sene uğraştıktan sonra 1982 yılında altı milyon zararla matbaayı tasfiye ettik, yayınevini de kapattık. Biz hesapları kapattıktan bir hafta sonra üzerinde Mevlânâ resmi olan pembe beş binlikler tedâvüle çıkarıldı…
O gün bu gün, şükürler olsun Rabbime bana para sıkıntısı çektirmedi. Dünya duâ üstüne kurulu derler, ona inanıyorum. Ancak, îtiraf etmeliyim ki, benim dünyam duâlar ve rüyâlar üzerine kuruludur.