6 Haziran 2023 tarihinde yayınlanmıştır.
Büyük mürşidlerimizden İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri buyuruyorlar ki :
Her duâ ki onda nefy ve tenzîh ola, duâların rûhudur. Tesbîhât gibi. Zîrâ tenzîh zâta râci'dir ki rûh gibi bâtındır. Nitekim tahmid sıfâta âiddir ki cism gibi zâhirdir. Velâkin bu sırr-ı azîmi zevk etmeğe meşreb-i pâk ister.
Suâl olunursa ki, her nesne kazâ ve kaderle olunca duânın nef'i nedir? Cevâb budur ki duâ iki vech iledir. Bir duâ vardır ki celb-i sevâb ve menfaat içindir ki sâir ibâdât gibidir belki muhhi'l-ibâdâtdır. Yani insanın bedeni azm ile ve azm dahi muhh ile yani kemik içinde olan ilik dedikleri nesne ile kıvâm bulduğu gibi, ibâdât dahi duâ ile kıvâm bulur. Ve bir kimse ba'del-ibâdet dergâh-ı Hakk'a ref'-i yed edüp tâleb-i kazâ-i hâcet etmese Hakk Teâlâya cefa etmiş olur ve âlem-i hakîkatden infisâl bulur.
Zîrâ ba'de'd-duâ elin yüzüne mesh etmek asla rücû' sûretidir. pes duâ etmese ve elin yüzüne sürmese, evveli ittisâl ve âhiri infisâl olur. Ve bunun beyânı budur ki, ibtidâ ibâdete şurûu halkdan infisâl ve Hakk'a ittisâl sûretidir ki ibtidâ-i dâire gibidir. Ve elin yüzüne sürmek intihâ-i dâire gibidir ki dâire-i intihâda ibtidâya mülâkî olur. Emr-i vücûd ise devrîdir, hattî ve mustatîl değildir. Pes bî-duâ ve bî-mesh olan kimse, Hakk'dan geldi velâkin Hakk'a dönmedi. Dönmek ise farzdır. Nitekim devrânîlerin devrinde ona işâret vardır. Eğer devrleri rûhânî ise. Ve eğer cismâni ise cismle Hakk'a dönülmez. Hakk Teâlâ'nın ecsâm gibi tayyyünü yokdur: Belki cismin Hakk'a dönmesi rûha tâbiiyyet iledir. Rûh ise enfâs-ı Rahmâniyye ve âsâr-ı ilâhiyyedendir. Bû surette rûhla Hakk'a dönmek mahlûkla Hâlık'a dönmek demek değildir. Zîrâ mahlûk Hâlık'a vâsıta olamaz. Belki eser ile müessire intikaldir. Velâkin bu eser sâir âsâr gibi değildir. Eğerçi sûretâ mahlûkdur. Belki eser-i kadîmdir ki zuhûru hâdisdir.
Ve bir duâ dahi vardır ki def'-i ikâb ve mazarrat içindir. Kazâ dahi ikidir. Biri mübrem, yani muhkem ve maktû', ve biri dahi muallak ve ve gayr-ı meczûmdur. Ve mübrem olanların ekseri umûr-ı külliyyedir ki duânında onda tesiri yokdur. Belki duânın tesîri muallakât makûlelerindedir. Yani ol kaziyye-i muallaka nice kazâ olundu ise def'ine dahi çâre kazâ olundu. Pes duâ kazâ bâbından olunca kazâ ile kazâ mündefi olmuş olur. A'dâya mukâbelede silah götürmek ve isti'mâl etmek gibi. Yani eğer düşmanın tarafında olan zararın indifâ'ı isti'mâl-i silâha menût ise, onunla mündefi' olur. Ve eğer isâbeti meczûm ise, fâide etmez. Anın içün demişlerdir ki, "Ok bî-ecelin bedenine batmaz ve bâ-ecelin zırhından geçer". Ve kazânın muallak ve gayr-ı muallak olduğu kula nisbetle mechûl olmakla, esbâba teşebbüs lâzım geldi ve terk eden sırr-ı kadere câhil oldu. Eğerçi Hakk'a göre her emr-i makzî malûmdur.
Hadîs-i şerîfde gelir, "Gecenin sülüsânı geçüp, sülüs-i âhiri oldukda, Rabbimiz Hakk Sübhânehû ve Teâlâ semâ-i dünyâya nüzûl edüp, "Bana kim duâ ederse isticâbe ederim. Benden kim murâd ister ise i'tâ ederim. Bana kim istiğfâr eder ise mağfiret ederim" buyurur. Bu nüzÛlden murâd, âsâr-ı hakîkatden bir eserin zuhûrudur. Ve illâ Allahu Teâlâ nüzûl ve urûcdan münezzehdir. Ve ecsâm ve a'râz halk-ı cedîd ile dâimâ müteceddid olduğu gibi, ervâh ve kulûb, tecelliyât-ı mütenevvia ile müteceddiddir.
Malûm ola ki harama mülâbis olan sû-i hâl ehline duâ müstecâb olmak müsteb'addır. Zîrâ Hakk'ın nehy etdiği nesneyi irtikâb ile Hakk'dan baîd olanın Hakk ile arasında hicâb-ı azîm vardır. Ve duâ âlem-i sûretde vâki olmakla ol hicâbı hark edüp âlem-i ma'nâya duhûl edemez. Ve haram onun yoluna sedd olup duâyı geri döndürür. Nitekim mâl-ı habîs ile hacceden "lebbeyk" dese, cânib-i semâdan melek ona "Lâ lebbeyk velâ sa'deyk ve hacceke merdûdün aleyk" diye cevâb verir ve "lebbeyk" kavlini harem-i kudsden reddeder.
İsticâbet, duâdandır. Kat' ma'nâsına. Zîrâ cevâb suâli kat' eder. Ve isticâbet, icâbetdir. Eğerçi hakîkati tecerrî-i cevâb ve cevâba teheyyü'dür. Velâkin icâbetin isticâbetden kıllet-i infikâkı olmakla, icâbetden isticâbet ile tabîr olundu. Ve libâs-ı haram ile duâ nice ise, libâs-ı haram ile namaz dahi böyledir. Zîrâ tahâret-i sevb şartdır. Gerek tahâret-i suveriyye ve gerek tahâret-i maneviyye ile. Ve duâ dahi ibâdetdendir. Çün ki harama mülâbise ile duâ kabûl olmaya, sâir ibâdât dahi kabûl olmaya. Pes, haccın eş'as ve ağber olduğu bî-fâide ve âbidin ta'b-ı ibâdeti bî-âide olur. Anın için îmân olmadığı yerde rehbâniyyet abes olur.
Duâ talebdir ki matlûbun minh olan, Hakk'a tezellül ve ilticâ ve izhâr-ı ubûdiyyetden ibâretdir. Ve hadîsde gelir, "ed-duâ muhhu'l-ibâde". Yani 'azm, muhh ile ve beden dahi 'azm ile istimsâk etdiği gibi, muhh-i ibâdet dahi duâdır ki kıvâm-ı ibâdet duâ iledir. Anın için ibâdet duâ ile mahtûm olmak gerekdir ve illâ Hakk'a cefâ etmiş olur. Zîrâ kerîmden nesne taleb olunmamak kerîme eziyetdir. Nitekim nîmden matlûb olunmak ona eziyetdir.
Ve duâda ref-i yed etmek, bâtında olan tezellül ve ubûdiyyete nişândır. Ve abd, sûret ve manâyı câmi' olmakla, iki yüzden Hakk'a ilticâ etmelidir. Nitekim ekmeli'l-mevcûdât istişfâda ve gayrıda ref-i yed ederler ve duâda mübâlağa ederlerdi. Ve zâhidin ricâsı 'atâ, ârifin ricâsı Allahu Teâlâ'dır.
Ve im'ân-ı nazar eyle ki, mağfireti duâ ve ricâ ile mukayyed kıldı. Tâ ki abd mağrûr olmaya ve ubûdiyyetle kâim ola. Eğerçi Allahu Teâlâ'nın afv u mağfiretine f'il-hakîka kayd yokdur. Anın içün "وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذٰلِكَ لِمَنْ يَشَٓاءُۚ" diye mağfireti mutlak irâd eyledi. Anın için bir tevhîdle bin şirkden tecâvüz eyler. Ve tedkîk mülâhaza kıl ki mağfireti tamâm-ı mübâlât ile takviye eyledi. Zîrâ inde'l-kerîm atâ istiksâr olmaz. Pes afv-ı hatâ dahi muâmele-i atâ gibidir. Fa'rif cidden.