4 Eylül 2020 tarihinde yayınlanmıştır.
Hayâtı, bir köprüye benzetmişdik. Yani dünyâya gelenler köprünün bir ucundan köprüye girdiler, öteki ucundan çıkanlar da âhirete gidiyorlar. Meselâ bu tarafdan köprüye binenler, dünyâya geldiler. Ana rahminden çıkdılar ve şimdi hep berâber o köprüden yürüyoruz, şimdi o köprüden gidiyoruz. Buna hayât köprüsü diyorlar. O köprünün üstünde gülmeler, oynamalar, ev sâhibi olmalar, mal sâhibi olmalar, rütbe sâhibi olmalar, güzellikler, çirkinlikler hep devâm ediyor. Rüyâ görüyoruz, esâsında bir şey yok. Rüyâ görüyoruz, köprünün üzerinde giderken gördüğümüz şeyleri bizim zannediyoruz. Arkadan gelenler de bizi öne doğru itiyorlar, yürü diyorlar. Bu köprüyü kimisi, on günde, kimisi on senede, kimisi yirmi senede, kimisi otuz senede, kimisi elli senede, kimisi altmış senede, kimisi yetmiş senede, haydi biraz daha zorlayalım kimisi seksen, doksan, biraz daha, yüz, yüz on senede geçiyor. Ama mutlakâ oradan geçiyor. Arkadan öne doğru itiyorlar, götürüyorlar, gidiyorsun. Köprünün nihâyetine vardığımızda, bir de gözümüzü açıyoruz bakıyoruz ki, ne elimizde apartman kalmış, ne han kalmış, ne hamam kalmış, ne diploma kalmış, ne para kalmış, ne kese kalmış, hiç bir şey yok, yalnız bunların manâları var elimizde.
Köprünün nihâyetine varınca, ordan memurlar çıkıyor ve "Pasaportunu çıkar" diyorlar. Ne pasaportu bu? Bu köprüye seni kim çıkardı? Niye aramadın onu? Buna îmân pasaportu diyorlar. O, manevî pasaport o, bildiğin dünyâ pasaportu değil, îmân pasaportu. Eğer cebinde pasaportun varsa, çıkarıyorsun, buyrun diyorsun, bakıyorlar. Burda bir imzâ daha lâzım. Ne imzâsı, ne lâzım? Evvelâ Allah'a inanman lâzımdı ki o pasaportun senin. Seni kim doğurdu? Seni kim doğurtdu? Seni bu âleme kim getirdi, kim besledi, kim büyütdü, kim yedirdi? Sen buraya niye geldin? Buraya isteyerek mi geldin, buradan isteyerek mi gidiyorsun, çıkıyorsun? Söyle bakayım. Yook, ben bu hayât köprüsüne isteyerek binmedim, isteyerek de çıkmıyorum. Öyleyse seni buraya getiren-götüren var demek ki. Peki sen seni buraya getiren götüreni aradın mı? Aradım bildim, buldum. Peki iyi güzel ama bir de O'nun elçileri var. Yani vekilleri, başvekilleri var. O başvekilin imzâsı burada yok. Kim o? Peygambere îman, işte onu arıyorlar. Eğer ikisinin de imzâsı varsa, tamam. Zîrâ o kişi, kendi hilkatinin sebebini aramış, bulmuş, sormuş, öğrenmiş ve kulluk vazîfelerini yerine getirmiş. Hilkatini düşünmüş, nereden geldiğini, nereye gittiğini, niçin geldiğini, niçin gittiğini aramış bulmuş ve kulluk vazîfelerini yapmış. Ve aynı zamanda da Allah'ın şerîatını, Allah'ın kitâbını, Allah'ın kelâmını insanlara teblîğ eden Peygamber'i de tasdîk etmiş.Efendi Hazretleri, Allah'a inanan, Peygamber'i tasdîk eden ve kulluk vazîfelerini yerine getirenlerin öldüklerinde nasıl bir muamele ile karşılaşacaklarını da şöyle beyân buyurdular :
Hoş geldin, merhabâ! Sen bütün vazîfelerini yapdın, biz seni tebrîk ederiz. Sonra ona cennetdeki makâmını gösteriyorlar ve diyorlar ki "Bak görüyor musun? Bu makâm senin ama oraya sen hemen gidemezsin. Çünkü belli bir müddet beklemek mecbûriyyetindesin. Şu sarayda otur ve gideceğin makâmını, cennetdeki köşkünü, sâhib olacağın hûrini, gılmânını, vildânını buradan seyreyle". Ona bir oda verirler, aydınlık, rahat, ferah, orda oturur o ve gideceği makâmı seyretmeye başlar.Efendi Hazretleri Allah'a inanmamış, Peygamber'i tasdîk etmemiş ve kulluk vazîfelerini yerine getirmemiş olanların öldüklerinde nasıl bir muamele ile karşılaşacaklarını da şöyle beyân buyurdular :
Pasaport yok. Pasaport olmayınca zâten altındaki imzâ da bulunmadığına göre, onu hemen yakasından yakalarlar. "Gel bakalım buraya! Sen çok büyük bir adamdın, etrâfında adamların vardı, gitdiğin yere yalnız başına gitmezdin, arkanda debdebe ile, dârât ile, insanlarla giderdin". Yani bu büyük bir adamsa, meselâ bir pâdişâh, bir reisicumhur, bir vâli, yani etrâfı geniş, zengin bir adamsa. Allah'a inanmamış, Peygamber'i tasdîk etmemiş, niçin geldiğini düşünmemiş, nereden geldiğini düşünmemiş, nereye gittiğini düşünmemiş, sebeb-i hilkatini aramamış, bulmamış ve kulluğunu îfâ etmemiş. Çünkü oraya çırılçıplak vardı. Bak şimdi ne olacak. Eğer züğürtse zâten bir şeyi yok, ne dünyâsı ne âhireti. Hem dünyâda bitli, hem dünyâda çişli, hem âhiretde bomboş, ipiyle kuşağı. Fakat pâdişahsa, büyük adamsa, "Gel bakalım buraya, yalnız mı geldin! Hani adamların nerede? Hani malın mülkün? Hani tâcın? Hani diplomaların? Hani nerde? Zuk inneke ente'l-kerîm. Sen büyük adamdın, büyük adamdın, şimdi tad bakalım Allah'ın azâbını" derler, yakalarlar.Efendi Hazretleri, son anlatdıklarını el hareketleri ve mimiklerle canlandırarak gösterince dinleyenler arasında bir gülüşme oldu, bunun üzerine buyurdular ki, "Gülmeyin! bu anlatdıklarımı hikâye gibi dinlemeyin, bunlar mutlaka olacak yani böyle olacak".
Eğer fakîr, eğer zengin, eğer bay, eğer gedâ, hikâye şuna benzer. Şimdi bir hikâyeyle anlatacağım.
Adamın birisi, hamama gitmeğe niyet etmiş ama fukarâ, on parası yok cebinde. Yani az bir parası var, bir doları var. Hamam da zâten bir dolar. Bakmış hamanın kapısının önünde macun satıyorlar. Macun şarkda şekerden yapılan bir şeydir ve bu macunun içersine vaktiyle afyon mafyon filan koyarlarmış, halka zevk versin diye. Adam, doların yarısını oraya vermiş. Hamamın bir dolar olduğundan haberi yok, paranın yarısını oraya vermiş, o macundan almış, yemiş ve hamama girmiş. Adamcağız girmiş soyunmuş. İçeriye almışlar bunu, hamamın göbek taşına.
Bizim hamamlarda insan hamamın içine girdi mi bir soğukluk vardır, peykeler filan. Türkiye'ye gelirseniz yâhud İran'a filan giderseniz...O soğuklukdan sonra bir kapı açılır, o kapıdan içeri girersin, bir aralık daha, ordan da içeri girersin, göbek taşı, etrâfı kurnalarla çevrili. Her kurnada çeşme var, her çeşmeden sıcak ve soğuk su akar böyle. İnsan evvelâ o göbek taşında oturur, ortadaki taşda, orda terler, terler iyicene ağrılarını çıkarır, üşütmüşse soğukalgınlığını atar orda, sonra tertemiz yıkanır, peştemal da verirler, değiştirirsin ve dışarı çıkarsın, fukarâysan. Zenginsen bir adam gelir, seni yıkar o, sonra yıkanır, durulanır. Eğer zenginse, onu başkası yıkar, giyinir ve dışarı çıkar, soğuklukda oturur. Elbiselerini giyer, parasını verir ve dışarı çıkar gider.
Şimdi, bu zât içeri girmiş, hamama, oturmuş göbek taşına, ortaya. Orda terliyor. Bir de bakmış kapıdan içeriye bir adam girmiş, aynı kendisine benziyor. Yalnız aradaki fark bu, o kapıdan içeri giren zâtın önünde bir adam, arkasında bir adam, peştemalı ipekden, sırtındaki peştemalı da ipekden. Ama tıpkı, aynı kendine benziyor. Aradaki fark bu. Bu göbek taşında oturmuş, umûmî yerde, üstünde keten peştemal var, o adamın ipek peştemalı var ve iki adamı var, getiriyorlar, kollarına girmişler. Gülâbdânlar, gülsuları, gülyağları ile filan getiriyorlar içeriye. Kokularla filan. "Allah Allah! Yâhu ne kadar bana benziyor. Kardeşim olsa değil".
Oturmuş oraya bırakmışlar. Hamamın içersinde halvetler var. İki kişilik yerler vardır böyle ayrı ayrı. Kapıları vardır. Oraya götürüp bırakmışlar. O adam orda oturmuş, bu da orta taşda oturuyor. Bu fukarâ olduğu için umûmî yerde, o zengin olduğu için, husûsî yerde. Birisi özel, birisi...Ne diyorlar ona? Umûmîye ne diyorlardı? Genel.
"Bi gidiyem bakayım şu adama" dedi. Göbek taşından kalkdı, gitdi, bakdı, o adam orda ölmüş, halvetin içinde. Ölmüş. Elinden tutdu, "Hemşeri!" diye seslendi, yok eli kalmaz. Gözüne bakdı, kapanmıyor. Açıksa kapanmıyor, kapalıysa açılmıyor. Ayağını uzatmış çekemiyor. Yaa! Düşündü, kafayı işletdi, saksıyı. Saksıyı işletdi. "Acaba ben peştemalımı buna sarsam, götürüp bunu benim yerime koysam, ben de bunun yerine buraya bunun peştemalını sarıp otursam, ne olur acaba? Birbirimize aynen benziyoruz. Tıpatıp. Kardeş olsak bu kadar benzemeyiz" diye düşündü ve bu işi yapdı.
Kendi peştemalını ona sardı, onun da ipekli peştemalını kendine sardı, eski peştemallarını aldı götürdü oraya, göbek taşına koydu, kendi onun yerine girdi oturdu. Ve masörler geldiler, masör. Şimdi masör olmuş tellaklar. Masörler geldiler, bakdılar, "Beyefendi, terlediniz mi, gelelim mi?" dediler. Konuşmadı tanırlar diye, eliyle işâret etdi. Geldiler, yıkadılar, sabunlarla, misklerle, kokularla, güzel, temiz, bizim şarkda öyle yıkarlar adamı. Yıkadılar, temizlediler, aaa bir de bakdılar, "Ayol bu herif burda ölmüş, bu pis herif" dediler. Aldılar beyi, dışarı götürdüler. Bir husûsî odaya, orda, soğuklukda.
Orda bir kürk var. O vakit Osmanlıda kürk giyiyorlar, kürk devri. Bir de elini atdı kesenin içerisine, bakdı, altınlar dolu kürkün cebinde. Bu tarafa bakdı gümüşler dolu. O vakitler para, kağıt para değil, şimdiki gibi. Orda soğuklukda teri geçdi, dinlendi. Şerbet getirdiler, içdi. Çay içdi, kahve filan neyse. Derken, "Efendim araba geldi" dediler. Bir de bakdı ki öteki ölüyü dışarı çıkarıyorlar, sedyeye koymuşlar. "Pis herif! Ulan geberecek yer bulamadın mı?" filan diye götürüyorlar dışarı doğru onu. Çünkü hamamın müşterisi kaçacak içeride adam ödlü diye. "Araba geldi, gider misiniz?" dediler. Araba kapının önüne dayandı. "Evet gideceğim" dedi, başıyla işâret etdi böyle. Konuşmuyor çünkü sesinden anlarlar diye, tanırlar diye. Onlara bol bol para verdi. Onu arabaya bindirdiler ve görtürdüler. Büyük bir konak. Götürdüler oraya onu. Kapıda sordular, "Hareme mi gideceksiniz, selamlığa mı uğrayacaksınız?". O vakit bizim Osmanlı evlerinde haremde kadınlar oturuyor, kadınlar tarafı, âile tarafı, erkekler selamlıkda otururlar. Selamlığı gösterdi, "çünkü kadınların yanına gidersem kadınlar beni tanırlar" dedi adam. Kafayı işetiyor çünkü.
Orda oturdu, selamlıkda. Yemek de veriyorlar. Bu, gâyet rahat. İki üç gün oturdu orda ama düşünüyor, "Ben kimim? Bu konak nedir? Bu konak kimin? Ben kimim? Kimin hüviyetini taşıyorum? Ben neyim acaba?" Düşünüyor ama bir türlü işin içinden çıkamıyor. Yani kendisinin kim olduğunu anlayamıyor. Bilse, bu adam vezir midir, senatör müdür, ondan da haberi yok, düşünüyor, "Ben neyim?" filan.
Üç gün sonra kapı çalındı, bir emir geldi pâdişahdan, Osmanlı pâdişahından. Diyor ki, "Saraya gel". Haa, anladı ki, bu vezirdir. Onu görünce, dedi "Ben gidersem saraya, sultan beni tanır ve beni öldürür. Onun için ben ne yapayım, burdan kaçayım". Yükde hafif, pahada ağır olan ne varsa ordan aldı, yavaşçacık indi, o konakdan atladı. Konağın bitişiğinde bir câmi vardı, gitdi, câmiye girdi. "Câminin tabutluğuna saklanayım sabaha kadar, çünkü sokağa çıkarsam bekçiler beni yakalar" dedi, oraya saklandı. Meğerse orda da iki hırsız varmış, birini soymuşlar orda para taksîm ediyorlarmış, tabutluğun içinde, iki tane gangester. Bunu gördüler, "Vay! Bu adam bizi gördü, şunu öldürelim, yok edelim, çünkü bizi haber verir" dediler. Haydi bakalım, onun peşine düşdüler. Bu kaçıyor, onlar kovalıyorlar. Minâreye çıkdılar. Minâreyi nasıl tarif edeyim ben bunlara şimdi? Minâreye çıkdılar. Onlar da bunun peşinden, minârenin üstüne çıkdılar. Şimdi, minârenin etrrafında dolaşıyorlar. O koşuyor, onlar kovalıyor. Hırsızlardan biri, "Yâhu ne kovalıyoruz? Sen önden git ben arkadan gideyim, yakalayalım şu herifi" dedi. Biri önden biri arkadan gidince, bu hemen minâreden aşağı sarkdı ve elini bırakdı. Trakk diye kafası üstü düşdü ve uyandı. Bir de bakdı ki, hamamın göbektaşından yere düşmüş, kafası taşa çarpmış. Meğerse gördüğü rüyadan başka bir şey değilmiş. Afyonun tesiriyle, bu rüyâyı görmüş. İki tâne tellak başında durmuşlar, ellerinde sopayla, "Ulan! Yarım dolar para verdin, buraya girdin, sabahdan beri çıkmıyorsun, on iki saatden beri burda yatıyorsun, çık dışarı!" deyip yakasından yakaladılar. O vakit anladı ki bu gördükleri rüyâdan başka bir şey değilmiş.
Fefham! Yani düşün, hayat bu işte! İnsan bu âleme geldi mi, afyonlu macun yemiş gibidir.
Burada yeraltı trenleri var ya, işte orada bir adam, kışın soğukdan korunmak için yatdı. Ama bu adam esrarkeş, hiç evi yok barkı yok, parası yok, yiyeceği içeceği yok. Bir işi de yok. Böyle serseri geziyor. Yatdı oraya, rüyâsında görüyor ki, evleri var, barkları var, bankada parası var, şusu var, busu var. Hep böyle rüyâda görüyor bunları bu adam. Hattâ metresi var. Teresleri var, metresleri var filan. Böyle görüyor kendisini. Arabaları var filan. Bir kaç tâne arabası var filan. Sonra polisler geliyorlar onu orda görüyorlar, ayaklarıyla vurup dürtüyorlar onu, "Kalk! Kalk ordan!". Bir gözünü açıyor ki gördüğü hepsi rüyâ imiş meğerse. Ne parası var ne arabası. Akşamdan yatmış oraya sıcak olsun, donmayayım dışarıda diye. Ha şimdi bu, onun gördüğü rüyâ, yani Allah'sız zenginin, Allah'sız vâriyet sâhibinin hâli bu. Esâsında çıplak ama kendisini zengin gibi görüyor. Uyandı mı, bir de bakıyor ki, hiç bir şey yok, hepsi alınmış. Eyvâh! Felâketin büyüğü.
İkinciyi alalım şimdi. Bir fukarâ, o da New York'un en mutenâ otelinde kalmış, en güzel yerinde, rüyâsında fakirlik rüyâsı görüyor, evi yok, barkı yok, işi yok, parası yok, filan filan filan. Böyle görüyor. Kafası düşünce içerisinde. Bir d euyanıyor bakıyor ki, yâhud uyandırıyorlar, "Beyefendi, vakit geldi kalksana" diyorlar, "sabah oldu artık" diyorlar, bir de uyanıyor ki, "Oh elhamdülillah", kendisi rahat bir sarayda, görmüş olduğu rüyâdan başka bir şey değil. İşte dünyâ hayâtı bunun misâli. Şimdi bu anlatdığım hikâye ile daha komprimeye sokdum onu, herkes anlasın diye. Bir zengin îmânsızla, bir fakîr îmânlının ahvâlini anlatmak için, bir zengin ve bir fakîrle anlatdım meseleyi. Yoksa her zengin bundan berî, her fakîr de bundan berîdir yani böyle şeylerden, anlatdığım şeylerden. Hepsi öyle değildir.
Yalnız bir kıssa daha var, onu anlatacağım.
Îmânsız bir adam sırtında odun vardı, odun taşıyordu ve odunlar onun omuzunu kesmişdi. Hazret-i İmâm-ı Hasen de, Peygamber Efendimizin torunu, o da atın üstünde gâyetle satvetli giyinmiş, atında da süslü bir eğer, kendisi de çok süslü giyinmişdi, yani çok temiz giyinmişdi. Gidiyordu, o odun taşıyan kâfir, dedi, "Dur yâ imâm!". Çok mühim konuşacağım söz, çok dikkat etmek lâzım. "Dur yâ imâm!" dedi. Dedi ki, "Senin ceddin Muhammed Mustafâ, sallallahu aleyhi vesellem, şöyle bir hadîs buyurdu, 'Bu dünyâ, mü'minin hapishanesidir, cehennemidir, kâfirin ise cennetidir' dedi. "Hangimiz cennetdeyiz, hangimiz cehennemde?" dedi. "Eğer senin ceddinin söylediği söz doğru olsaydı, şimdi benim senin atının üzerine binmem lâzım gelir, senin de aşağıda bu sırtımdaki odunları taşıman lâzım gelirdi" dedi. Öyle deyince Hazret-i Hasen dedi ki, "İndir odunları sırtından aşağı". İndirdi. İmâm-ı Hasen, kendisi de atından aşağı indiler ve cübbesini kaldırdı ve onun yüzüne sürdü. Onun gözündeki manevî perdeyi kaldırdı. Bir de ne görsün! O odun taşıması, sırtını ipin kesmesi, ahretde göreceği azâbın yanında bir cennet hayâtı. Tekrar gösterdi, sağ elini açdı. Bir müslümanın, en zengin olan bir mü'minin de, bu dünyâda erdiği en yüksek makâmın, ahretde gideceği makâma kıyasla bir hapsihâneden başka bir şey olmadığını gösterdi ona. O adam hemen îmân etdi.
Orada soruyorlar. Tamam, inanmış, pasaport tamam. "Hoşgeldin, safâ geldin, buyrun" diyorlar, saray gibi bir yere buyur ediyorlar. "Bak, makâmına, gideceğin yeri gör" diyorlar. Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, şâirlerin ve hayâlperestlerin lisân ile ifâde edemediği, kalblerin tahattur edemediği, nimetleri görecek o cennet-i a'lâda.
Hilkatini bilmemiş, Allah'ı tanımamış, hayâtı yalnız yemek, içmek, helâ, bir de hayâl ve emel beslemekle geçirmiş, öyle zannetmiş, öyle zannediyor. Bunlar da, "Gel bakalım buraya!", alacaklar, orada bir hapishâne var, hemen o hapishâneye, onları oraya kitleyecekler ve diyecekler ki, "Bak şu îdâm sehpalarını görüyor musun, sen mahkemede hükmü yedin, infâzı için burada biraz beklemen lâzım" diyecekler. Bunlar da kâfirlerin bulunduğu yer. Bu âlemden çıkdıkdan sonraki makâmâtı anlatıyorum. "Hükmü yedin infâzını bekliyorsun, otur burda seyret!"
Üçüncü bir zümre var. Bunlar, hilkatlerini bilmişler, Hakk ile Hakk olmuşlar, bunlar Allah'ı sevmiş, Allah bunları sevmiş. Onlara da Cenâb-ı Hakk diyor ki, "Siz serbestsiniz şimdi, rûhlarınız serbest. Dolaşın, gidin, vakit gelinceye kadar, arşın altında bir yer var, orada tavattun ediniz, tâ kıyâmet gününe kadar". İşte bunlar, evliyâullah rûhları, âşıkân. Onlar giderler, onlar serbestdir, dünyâ yüzünde dolaşırlar ve makâmları da tahte'l-arşdır yani arşın altındadır.
Şimdi, bu âlemde elde fırsat varken, niçin Allah'ı sevmeyelim ve Allahu Teâlâ'nın sevgilileri arasına girmeyelim? Elimizde fırsat var çünkü. Niçin ömrümüzü gafletle sürelim? Niçin Rabbimizi darıltalım? Bir kelime var, o kelime, sekiz cennetin miftâhıdır. Nedir bu? "Lâilâheillallah Muhammedü'r-Resûlullah". Gene aynı zamanda, Allah'la bizim aramızda yetmiş bin perde var, bu perde pencere perdesi değil, manevî bir perde, bu yetmiş bin perdeyi bir anda yırtmak isteyenler, Allah'a mülâkât ve vuslat isteyenler, gene bu kelimeye devâm etsinler.
Esmâda kalırsa bir kimse, müsemmâya vâsıl olmaz. Yalnız kelimeyi söylemekle olmaz. Bu kelimeyi yaşamak lâzımdır. Bir adam "ekmek ekmek" demekle karnı doymaz. "Su su" demekle, suya kanmış olmaz. Ama ekmek demeyince, su demeyince insana ekmek, su vermezler. Onun için karnı doyurmak için ekmeği yemek lâzım, suya kanmak için suyu içmek lâzımdır. Yalnız böyle "Lâilâheillallah Lâilâheillallah Lâilâheillallah" diye zikredersen, bu esmâdır ve neye benzer "Ekmek Ekmek Ekmek" demeye benzer. Hiç bir zaman bunu söylemekle karnın doymaz. Ekmeği yemek lâzım, yani Allah'lı bir gönüle mâlik olmak lâzım. Lisân ile ikrâr, kalb ile tasdîk etmek şartdır ve îmân hayâtını yaşamak lâzımdır. Bu da tefekkürle olur ama câhilin tefekkürü adamı cunûna götürür. Herkes tefekkür edemez. Âlim olursa, tefekkür insanı Allah'a götürür. Ama câhil adam tefekkür ederse cünûn olur, deli, crazy.
Çok esmâ ile de değil. Allah'a öyle âşık olmalıyız ki, mücerred lisânla söyleyip halk duymasın, bu aşk, Allah ile kul arasında bir sır olarak kalsın, aşkımızı kimse duymasın. Aramızda öyle bir muhabbet olsun ki, birlik olsun, ikilik değil. Bir kul, bir Hakk diye ikiye ayırma. Çünkü gâfiller Allah'ı gökde aradılar, ârifler kalbde buldular. O sana senden yakın. Esteîzübillah. "Ve nahnü akrebü ileyhi min hablil verîd". Sadakallahülazîm. Sen Hakk'a uzaksın. Sen de Allah'a yaklaş. Allah'a nasıl yaklaşılır. Âyeti okursak secde vâcib olacak, ben tercümesini söyleyeceğim ki secde vâcib olmaya. Âyeti okursam hepimizin secde etmesi lâzım. Ben Türkçesini söyleyeceğim, sen de İngilizcesini söyle ki o vakit secde vâcib olmaz. "Allah'a secde et, Allah'a yaklaş". "Ve nahnü akrebü ileyhi min hablil verîd". Sana senden yakîn olan Allah'a yaklaşmak istiyorsan O'na secde et ki O'na yaklaşasın. Bitdi. Zîrâ secdede, varlık, benlik, kibir, her şey mahvolur. Dağdan büyük olan burunlarımız huzûrullahda, azamet-i ilâhî karşısında, o kendisi burnunu yere sürter. Yaa! İnsanoğlu neden halk olunduğunu unutur da, kibirlenir hattâ Allah'a karşı kafa tutar. Hattâ "Allah'ı ben yaratdım" der. "Ben düşündüm, ben buldum da ben yaratdım" der. Evet. Halbuki bilmez ki, bir anda her şey elinden alınır. Bir mikrobun zebûnudur. Ama istiyorsan Hakk ile Hakk olmak, Hakk ile Hakk olanlara, kendi özün bilenlere, "men arefe nefseh fekad arefe rabbeh"i bilenlere, kendi özün bilenlere, Hakk yolunda, aşk yolunda ölenlere, kan bahâsı dinar olmaz.