Dünyâ Hayâtı - Sohbet - 22 Nisan 1983 ABD

17 Temmuz 2022 tarihinde yayınlanmıştır.

Ahiret

Dünyâ bir köprü gibidir. Bir taraf ana rahmi, diğer taraf âlem-i berzah, ortadaki köprü de dünyâ. Bazı kimse bu köprüyü on senede, bazısı yirmi senede, otuz senede, kırk senede, elli senede, altmış senede, yetmiş senede, seksen senede, yüz senede, yüz yirmi senede haydi bilemedin yüz elli senede geçiyor. 

Peki bu köprüye bizi kim sevkediyor. Bir insan "Nerden geldim nereye gidiyorum, niçin geldim niçin gidiyorum?" diye düşünmesi lâzım gelir. Mâdem ki kafada bir akıl var, bunu düşünmesi lâzım gelir. 

Bu geçiş yüz elli sene de olsa, bin sene de olsa, öyle farzedelim, bin sene yaşayan yok ya, bin sene de olsa on bin sene de olsa, çok çabuk gelip geçici. Hemen gelip gidiyor bu. Şunun gibi, İbrâhim Peygamber'in söylediği gibi, gölgedeydi, güneşe çıkdı, yâhud güneşdeydi gölgeye çıkdı. Yani bunun gibi. Yâhud da, ana rahminden çıkdık pazara, bir kefen aldık döndük mezara. Böyle kısa bir müddet oluyor. Ama bunun içerisinde bazen zamanlar tayy oluyor, bazen zaman kısalıyor, bazen zaman uzuyor. Saat bakımından yâhud sene bakımından bakdığımız vakitde, on sene, elli sene, yüz sene. Fakat bazı insanlar için bir gün yüz sene gibi geliyor, bazen de yüz sene bir gün gibi geliyor, öyle kısalıyor. Zaman olarak hepsi müsâvî ama insana göre uzuyor, kısalıyor. Allah bazen evvele alıyor bazen uzatıyor. Buna tayy-i zaman diyorlar, tayy-i zaman. Bunun misâlini vereyim. Hepinizin başında ama farkında değilsiniz. Hepimizin başında farkında değiliz. Şimdi söyleyince farkında olacaksın. 

Meselâ ev sâhibi misin, kirâcı mısın? Ev sâhibiysen ay uzuyor, kirâcıysan ay kısalıyor. Halbuki ay bir, müsâvî ay, otuz gün, tamam. Ev sâhibi olursa, "Aman ne kadar uzadı bu ay, bir türlü bitmedi" diyor, beklediği para var. Kirâcı zavallı, çalışmış, çalışamamış, "Hemen ay geldi" diyor, "Daha dün verdik kirâyı, ne vakit geçdi zaman" diyor.

Gene bir şey daha koyalım ortaya, istifâde edelim bundan. Bir hastayı bir odaya koyuyoruz, akşamdan sabaha kadar. Dişi ağrıyan bir adam yâhud başı ağrıyan bir kimse. Diğer odaya da iki sevgiliyi, senelerden beri birbirlerini seven, âşık olan, aşk-ı mecâzî ile birbirine tutulmuş, aşkıyla yanmış, gece uykularını terketmiş iki sevgiliyi de bir odaya koyuyoruz. O da sekiz saat, o da sekiz saat yâhu don saat odada kalacaklar. Sabah açıyoruz on saat sonra odaları, sevgililere soruyoruz, diyorlar ki, "Ne vakit geçdi on saat? Şimdi daha girdik içeriye yâhu!". Hastaya soruyorsun, "Saat araba tekerleği oldu, vakit bir türlü geçmez, sabah olmadı" diyor. 

Bak öyleyse zamanlar izâfî. İzâfî zamanlar. Güzelliklere gelelim şimdi.

Bakıyorsun, güzel bir kız çirkin bir delikanlıyı seviyor yâhud güzel bir delikanlı çirkin bir kızı seviyor. Diyorsun ki, "Yâhu sen bunun nesini seviyorsun? Gâyet çirkin bu, niçin bunu alıyorsun?". "Aaah sen gel onu benim gözümle seyreyle" diyor. Haydi diyelim ki güzel bir kızı aldı,güzel bir delikanlıya vardı, öyle farzedelim. Zamanlar geçiyor, o güzel servi kâmet bükülüyor, o güzel gözlerin, nûrlu gözlerin nûru sönüyor, sararıyor, soluyor ve çirkinleşiyor. Hattâ bazı insanlar, gençlikdeki güzellikleri ile yaşlı zamânındaki çirkin hâlini düşünüp yeise kapılıyorlar, intihâra kalkıyorlar. Demek ki güzellik de izâfî.

Hani bir hikâye var ya. Bir dervîş, bakmış güzel bir kız, yanakları gül renginde, zülüfleri yanağından sarkmış, kudret öyle bir çekmiş ki kaşları insanları imrendirecek. Boy, pos, kâmet böyle görmüş, sonra da sormuş, demiş "Bu kızın dîni nedir, hangi milletdendir bu?" "Putperestdir bu kız" demişler. Sonra o dervîş demiş ki, "Yâ Rabbi, bu da yanar mı cehennemde!" demiş. Sonra tekkesine dönmüş, tekkesine dönünce şeyhi demiş ki ona, kalbini keşfetmiş. Çünkü büyük velîler, Allah dostları bir arslan gibidir, insanların kalbi orman gibidir. Nasıl arslan ormanın içerisinde bilâ-pervâ dolaşırsa, bî-pervâ dolaşırsa, evliyâullahın nazarı da insanın kalbini görür. Gördü şeyhi, ona dedi, "Sen seyyahsın, git haydi, seyahat yap. Tâ Mançurya'ya kadar git" dedi. "Sen bir kusur yapmışsın Allah'a karşı, haydi git". O Mançurya'ya gitdi.

Hikâye uzun ama ben tamâmını anlatmayacağım, bana lâzım olan kadarını anlatacağım ben. 

Dervîş Mançurya'ya gitdi, o vakit böyle tayyare, tren, vapur yok, ancak ayakla gidiyorlar. Seneler geçdi aradan. Otuz sene, kırk sene geçdi. Dervîş de ihtiyarladı. Fakat o görmüş olduğu kızın hayâli, onun gözünden gitmedi. Çünkü o kızın hayâli değildi aslında. Aslında oradan lemeân eden, Hakk'ın tecelliyâtı idi, o kızda görüyordu evvelâ onu o. Orada aldandı. Hakk'ın tecelliyâtını kızda gördü, kızda zannetdi.

O, döndü, geldi, bir de bakdı ki, kız harâb olmuş, gözlerinin nûru sönmüş, saçları ağarmış, beli bükülmüş, kamburu çıkmış, acîb bir şey olmuş. Dedi, "Burada güzel bir kız vardı, nerede o?". "Benim o" dedi kadın. "Haaa, demek ki Allah insanı bu şekle sokuyor, sonra yakıyor" dedi. 

Halbuki o, ondaki tecelliyât-ı ilâhîyi görmedi. Allah'ın esmâları, o kadının üstünde tecellî etmişdi. Kendi üstünde de tecellî etmişdi dervîşin fakat farkında değildi. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın bütün esmâsı, "Er-Rahmân", "Er-Rahîm", "El-Melik", "El-Cebbâr, "El-Bârî", "El-Musavvir", "El-Kahhâr", "El-Vehhâb", "El-Hannân", "El-Mennân", "El-Gaffâr", ES-Settâr", cümle esmâ, esmânın kâffesi, her ânda tecellî etmekde. Vaktiyle Latîf esmâsı ona tecellî etmişdi, onu gördü o, ama farkında değildi dervîş. 

İnsanın yanması kısım kısım. Kimisi cehennemde yanar. Kimi kerem ateşinde yanar. Kimi rahmet ateşinde yanar. Kimi aşk ateşinde yanar. Kim ki bu âlemde aşk ateşiyle yanar, yok olur. Yok olunca da artık başka bir yanmaya hâcet kalmaz. Yani vücûd yok ki yansın.

Bir ayna kırılmış, milyonlarca parçalanmış, sonra her bir aynadan bir tecelliyât vukû bulmuş, bütün esmâ, kaç esmâ varsa, bizim bildiğimiz, bilmediğimiz. Çünkü Allah'ın esmâsı "lâ-yuad velâ yuhsâ"dır, Allah kullarına bazı esmâları bildirmişdir. Bin bir esmâ vardır, üç bin esmâ vardır, doksan dokuz esmâ vardır. Allah'ın bildirdiği bu. Cenâb-ı Hakk'ın esmâsı "lâ-yuad velâ yuhsâ"dır. O, kırılan aynanın parçalarında her bir esmâ tecellî etmiş, kimi ihtiyar kimi genç görünmüş, kimi rahmetli, kimi rahmetsiz, kimi mudill kimi hâdî görünmüş. Ben milyon dedim, onu anlatmak için konuşdum, ne milyonu, ne milyarı, ne katrilyonu. 

Demâdem aks alır mir`ât-ı âlem kahr u lutfundan
Anınçün geh küdûret zâhir eyler geh safâ peydâ

Bu kâinâtda görülen safâlar ve cefâlar, her ânda Hakk'dan aynaya vuran tecelliyâtdan başka bir şey değildir. Öyleyse hayâl hepsi yani izâfî, onu demek istiyorum.

Bu iki âlemden yani âlem-i ervâhdan bu âlem-i şuhûda, yani köprünün üzerine gelen, sonra yine âlem-i ervâha giden halk, mütemâdî sûretde burdan geçmede. Önce ana rahminden çıkıyoruz, bir kapı o, sonra köprü üstünde bizi itiyorlar. Duracak olsan yine duramıyorsun, arkadan gelenler seni itiyor öne doğru, sürüklüyor, yürütüyor. Sonra kabir kapısına geliyoruz. Bizi buraya getiren götüren kimdir? Öyleyse mal, mülk, câh, kasa, kese, rütbe, bunların hepsi izâfî şeylerdir. Ne şu, ne bu, hepsi izâfî. Bizi buraya getiren kuvvet nedir? Niçin, neden böyle oluyor? 

Adamın biri ölümsüz memleket arıyormuş. Dedik ya köprüden itiyorlar, böyle arkamızdan bu tarafa doğru. Ölümsüz memleket arıyormuş adam. Her memlekete gidiyor, evvelâ arıyor, mezarlık var mı, oradan yürüyormuş adamcağız, "Burada da ölüm var" diye. Tırsıyor. Gene bir şehre gidip bakıyor, mezarlık görüyor, gidiyor, mezarlık görüyor gidiyor. En nihâyet bir şehre varmış, oraya bakmış, buraya bakmış, mezarlık görmemiş. Herhalde cenâzeleri yakıyorlar mıydı, ne yapıyorlardı. 

Halbuki insanda bir şeref vardır. İnsanın rûhu da çıksa, vücûdunda büyük âyât u beyyinât vardır, bir şeref vardır, hürmet etmek lâzım gelir. İslâm'da cenâzeyi yakmak hakâret sayılır. Onun için müslümanlar cenâzelerini yakmazlar, elbisesini soyarlar, yıkarlar, kefinlerler. Hem de beyaza sararlar, üzerinde kara varsa görünsün diye. Mûsevîler de yıkarlar, ahkâm-ı Tevrât'a göre. Bir adam müslüman oldu mu, hem mûsevî olur, hem Îsevî olur, hem Muhammedî olur o. Îsevî, Mûsevî olmadan Muhammedî olamaz adam. Yaaa! Orada anlaşıyor müslümanlar. Yani müslümanlar Hazret-i Mûsâ'ya inanıyorlar, Hazret-i Îsâ'ya da inanıyorlar. Mûsevî Îsâ'ya inanmıyor, Îsevî Mûsâ'ya inanıyor. Îsevî Muhammed'e inanmıyor. Halbuki Muhammed aleyhisselâma tâbi olanlar hem Mûsâ'ya hem Tevrât', hem Îsâ'ya, hem İncil'e, hem Süleymân'a, hem Dâvûd'a, hem Yakûb'a, hem Yûsuf'a, hem İshak'a, hem İsmâil'e, hem Sâlih'e, hem Nûh Peygamber'e, hem İbrâhîm'e, hem Şît'e, hem Âdem'e yani hepsine inanırlar, kabûl ederler yani. Bütün kütüb-i semâviyyeye tâbi olanlar kendi ölülerine hürmetkâr olurlar. Rûh çıksa da cesede gene hürmetkârdırlar. 

Evet, o adam bakmış, bakmış, orada mezarlık görmemiş. Birini çevirmiş, "Yâhu burada mezarlık yok mu?" demiş. "Ne mezarlığı?" demiş adam, "Ne mezarlığı?. "Yani insan ölünce mezara koyarlar ya". "Ne ölümü?" demiş adam, "Ölüm ne demek?". "Allah Allah! Yakı yor musunuz?". "Neyi? Odun mu?" demiş adam. "Yok ölüleri". "Ne ölüsü be yâhu! Ölmek mölmek bizlmeyiz biz öyle şeyler" demiş adam. "E peki sizin babalarınız, dedeleriniz nereye gitdiler, ne oldu bunlara?".

Hikâye diye dinleme! Bak baban, deden nereye gitdi diye soruyorum sana. Sen de gideceksin arkasından. Onları biz itdik köprüden, bizi de çocukları itiyor öne doğru.

"Haa, şimdi anladık senin ne demek istediğini" demişler ve karşıdaki tepeyi gösterip "Şu dağı görüyor musun?" demişler. "Evet görüyorum" demiş. "Oradan birisi çağırır bizi, çağrıldık mı gideriz, bir daha giden gelmez" demiş. "Haa" demiş adam "beni çağırırlarsa ben gitmem" demiş, "burası iyi benim için". Çiftlik aldı, çubuk aldı, evlendi, çocukları oldu, oh rahat. Fakat bazılarını çağırıyorlar, gidenler gelmiyor o tepeye, ne varsa orada. Bir gün berbere gitdi, oturdu, dedi, "Tıraş et beni". Berber sabunladı yüzünü, sabunu güzelce aşağı kadar indirdi, yüzünü köpürtdü adamın, bu tarafını da köpürtdü. Tam usturayı vurdu aşağı doğru, getirdi buraya kadar, "Dur!", "Ne var?", "Çağırıyorlar ben, hemen gidip geleyim" dedi. Bir gitdi bir daha gelmedi. Yarım kaldı tıraşı, bir tarafı var, bir tarafı yok.

Haaa! Şimdi, bu köprüye binen insan, ana rahmine gelinceye dek bir rûhânî nûr. Sonra babasının suyu ile anasının rahminde hayız kanıyla kudret fırçasıyla tersîm oluyor. O madde, toprakdan alınmış. Babasının yemiş olduğu etden, buğdaydan, sebzeden, şundan bundan hâsıl olan bir su parçası. O, neşv ü nümâ buluyor, arşî yani rûhânî olan, nûrânî olan kısım, o hayvânî kısmın üstüne bindiriliyor. Ölüm demek, rûhun cesedden ayrılığı demek. Bu ayrılık ya çok acı oluyor. Çünkü kişi birisini severse ayrılması güç olur. Tayyare meydanında görmüyor musun? İki sevgili sarılmış birbirine, tayyare kalkacak, tırrrr, zil çalıyor, o hâlâ bırakmıyor sevgilisini, çok güç oluyor ayrılması. Bunun ma'nâsı, dünyâyı hakîkat sanıp da ona sarılanların burdan ayrılmaları güç olur.

Böyle olduğu halde, bazı insanlar ölmüyorlar. Ne demek yani? Bir memlekete bir iyilik getirmiş, halkı o iyiliğe davet etmiş, halk o iyilikle meşgûl olmuş, o iyilik o memleketde devâm etdiği müddetçe onu getiren adam ölmüyor. Çünkü insanlar tarafından dâima hayırla yâd ediliyor ve defter-i a'mâli kapanmıyor. O hayırlı iş orda devâm etdiği müddetçe onun defterine kaydolunuyor. Veyâhud da, kötülük getirmiş bir memlekete. Meselâ eroin getirmiş, kokain getirmiş, esrar getirmiş, halkı buna alıştırmış. Geberse dahi, gene o halk o kötülükleri işlediği müddetçe, orada o fenâlık devâm etdiği müddetçe, gene bu adam ölmüyor. Neden? Çünkü yapılan fenâlıklar defter-i a'mâline kaydolunuyor. Çünkü hesâb soracak Allah. İnsan başıboş mu bırakıldı? Böyle yapanlar ölmüyorlar. Kendi vücûdları burdan ayrılsa dahi, bir kısmı halk tarafından kötülükle, lanetle yâd ediliyor, bir kısmı hayırla yâd ediliyor.

Şimdi bir düşünelim bakalım böyle. Biz öldükden sonra halk arkamızdan, "Bu adam iyi insandı, Allah bunu inşâallah iltifâtına mazhar kılmış, onu cennetine almış, cemâlini lâyık görmüş, rızâsına ve rıdvânına eriştirmişdir" diyerek hüsn-i zan etmesi mi iyi, yoksa "Bu herifin şerrinden halk kurtuldu, Allah cezâsını versin, temizlendi bu pislik dünyâ yüzünden" demesi mi iyi? Hangisi iyi?

Şimdi, antreparantez bir hikâye anlatacağım, ondan sonra geçeceğiz.

Bir şehrin ahâlisi aralarında anlaşma yapdılar. Dediler ki, "İçimizden birini seçelim, sırayla böyle, memleketi idâre etsin. Reîs yapalım kendimize, başbuğ yapalım" dediler. Ve sırayla bu işe başladılar. Birisi başbuğ oldu, çıkdı makâma oturdu, zevk ü safâya vurdu kendisini, işrete. İşte nefs-i emmârenin arzularını yerine getirdi, şehvetinin esîri oldu, Şeytan'ın uşağı oldu. Fakat bu güzel günler çabuk geçdi. 

Hani yaşlılara sorsan, "Gençliğiniz nasıl geçdi?" desen, bir bahar gibidir, hemen çabuk gelip geçidir. Nasıl ki bahar çiçeklerini açıyor, böyle on beş gün, yirmi gün, bir ay zarfında hemen toparlanıp gidiyor. Arkasından yaz, sonbahar, ağarıyor yapraklar, sararıyor, ondan sonra da ölüyor. İnsan da bunun gibi. Bu devir, on iki ayda oluyor. İnsan devri altmış senede oluyor, yetmiş senede, seksen senede, yüz senede oluyor insan devri. "وَاللّٰهُ اَخْرَجَكُمْ مِنْ بُطُونِ اُمَّهَاتِكُمْ لَا تَعْلَمُونَ شَيْـًٔاۙ, vallahu ahreceküm min butûni ümmehâtüküm la ta'lemûne şey'en, sizi ananızın karnından çıkardım hiç bir şey bilmiyordunuz".

Hattâ bir sineğin mağlûbu idiniz, bir kara sinek gelip size konsa, yâhud bir sivri sinek, onu bile def edemiyordunuz kendinizden. Sonra? Sonra büyüdünüz de def edebildiniz mi? Ondan daha küçüğünü gönderdim, göz görmedik mikrop gönderdim, kıvrım kıvrım kıvrandırıyorum, doktoru bile öyle yapdım, haydi çâre bul bakayım, haydi buyrun. Kanser, ülser, bilmem ne, filan. Birine şifâ buluyor, o tarafdan başka hastalık zuhûr ediyor, orada âciz. Kim yapıyor bunları acaba?

İçinizde kadınlardan yaşlı yok, hepsi maşallah genç ya, erkeklere söyleyelim, gençliğiniz çabuk geçer hemen. Kadınlar ihtiyarlamazlar, kadınlara sözümüz yok. Onlar sözünün eridir. Ben eski merhûme kayınvâlideme sordum, evlendim kızıyla, "Kaç yaşındasın?" dedim evlendiğim vakitde, dedi o, "Altmış yaşındayım". Onun kızıyla yirmi sene ömür yapdık, Allah rahmet eylesin, ikisi de öldüler. Yirmi sene sonra gene sordum kayınvâlideye, "Kaç yaşındasın?", "Altmış" dedi. Ben anladım ki sözünün eri, yani sözünden dönmüyor, çünkü yirmi sene geçdi, o gene sözünün eri. 

Haaa, çocukluk çağları sonra gençlik, hemen bir ilkbahar gibi gelir geçer. Sonra yaz, dinçlik zamanı. Bu arada ne kazanabilirse, maddî, manevî. Sonra sonbahar, başladı saçlarına beyaz düşmeye. Aklar düşmeye başladı, saçlarına, sakallarına. İbrâhim Peygamber'e kadar saç ve sakala ak düşmezdi. Şimdi biz boyuyoruz, görünmesin diye. Hazret-i İbrâhim aleyhisselâm demiş ki, "Ölümümün yaklaşdığını bana bildir ki ben sana ibâdet ve tâatımı çoğaltayım" demiş İbrâhim aleyhisselâm.

"مِلَّةَ اَب۪يكُمْ اِبْرٰه۪يمَۜ millete ebîküm İbrâhîm" babamız yani. Bütün dînlerin babası. Mûsevînin de babası, Îsevînin de babası, Muhammedînin de babası. Mecûsînin de babası, Budistin de babası İbrâhim Peygamber. Budsitler İbrâhim Peygamber'e hürmet ederler, ateş yakmadı ya kendisini, onun için.

Demiş, "Yâ Rabbi, ölümümün yaklaşdığını bana haber" demiş, "Ona göre ben sana ibâdet ve tâatımı çoğaltayım" demiş İbrâhim Peygamber. Ve aradan zamanlar geçmiş ve ellerini açmış, demiş "Yâ Rabbi, sana böyle bir niyâzda bulunmuş idim, ricâ etmişdim, duâ etdim, niyâz etdim, bir haber vermedin bana". "Yâ İbrâhîm, aynaya bakmıyor musun? Saçına sakalına ak düşdü, beyaz düşdü. Sana onlar haberciler" dedi. Peygamberimiz diyor ki, "Başa ak düşmesi, islâmın ve îmânın nûrudur" diyor. Sevinmek lâzım ama biz boyuyoruz. Altı boyanmaz, üstü boyanır onun. Kadınların boyamasını söylüyor, onlar gençliğe meraklı olduğu için kadınlar, onlar boyasınlar ve süslensinler ve kocalarına karşı öyle çıksınlar diyor, süslenmeyen kadın iyi değil diyor.

Gene biz gelelim İbrâhîm Peygamber'den bir kıssa anlatalım, aklıma geldi.

İki yüz budist İbrâhim Peygamber' misâfir kaldı. İbrâhîm aleyhisselâm gâyetle cömertdi, çok zengindi. Hattâ köpeklerinin boynundaki tasmaları altındandı, o kadar zengindi İbrâhim Peygamberr. Hattâ bir eferinde bin koyun kurbân etdi, beş yüz deve kurbân etdi, beş yüz sığır kurbân etdi. "Yâ İbrâhîm, Allah yoluna ne kadar çok malını sarfediyorsun" dediler. "Allah bir erkek evlâd verse onu da kurbân ederim" dedi. İsmâil Peygamber gelince işte onu için onu kurbân etmekle emrolundu. İnşallah onu başka zaman anlatacağız. Geçiyoruz.

İki yüz budist, İbrâhîm Peygamber'den yediler, içdiler, on beş yirmi gün kadar gâyetle güzel misâfirperverlik gördüler İbrâhîm Nebî'den. On beş yirmi gün sonra, İbrâhîm Peygamber'e dediler ki, "Biz gideceğiz ama bize o kadar çok ikrâm etdin ki biz mahcûb olduk yâ İbrâhîm. Yani bize o kadar çok ikrâm etdin ki bizi mahcûb ettin. Bunun karşılığında biz ne yapalım da bunu sana ödeyelim". İbrâhîm Peygamber buyurdu ki, "Başınızı bir kere secdeye koyun, bir kere Allah'a secde edin, bu yeter" dedi. Mecûsîler düşündüler taşındılar, onların inancına göre Allah yokdur, dediler ki "Yâhu ne olur, inanmıyoruz ama öyle görünelim, İbrâhîm'in hatırı kalmasın ve teşekkür etmiş oluruz" ve secdeye kapandılar. Onlar secdeye kapanınca, İbrâhîm Peygamber dedi ki, "Yâ Rabbi, ben kulum, ben bu kadar yaptırabilirim, iç tarafı sana âid bu işin" dedi. "İç tarfı sana âid, ben bu kadar yapdırabilirim" dedi. Secdede ne gördülerse gördüler, secdeden kalkdılar, hepsi birden "Lâilaheillallah İbrâhîm Halîlullah" dediler, müslüman oldular.

Şimdi, mühim bir mesele var. Sizlerin ve bizlerin ilgileneceği bir davâ. Bir adam ölürken melekle karşılaşıyor, bir melek var. Bana sen diyeceksin ki, "Dünyâda kaç milyar insan var, bu melek tek başına mı yetişiyor buna?" diye sorabilirsin ama ben sana onun cevâbını veririm, bi-inâyetillâhi teâlâ. Bu ölüm meleğinin orduları vardır, bir tâne değil. O bir tâne, reisleri o, peygamberleri o. Ölüm meleğinin orduları vardır. Sonra ikincisi, az evvel söyledik ya, Allah zaman içinde zaman halkeder, mekân içinde mekân halkeder, ona da kâdirdir. 

Ölüme namzed olan bir kimse ile, melekü'l-mevt yani ölüm meleği konuşurlar. Sen orada olsan eğer karşıdan bakarsın göremezsin. Öyle diyor Allah çünkü, "Karşıdan bakarsınız ölüm ânında olan hâdisâtı göremezsiniz" diyor. "Siz o vakit bakarsınız yalnız, bakarsınız, göremezsiniz, bakarsınız" diyor. 

Çünkü ölüm anında konuşma var. Kul diyor ki, yani ölüme namzed olan zât, "Bana niye haber vermedin, ben kendimi toparlasaydım, çekseydim, çevirseydim, tövbe etseydim, Allah'a rücû etseydim. Bu kısa hayatımın, çok çabuk geçici hayatımın safhalarında işlemiş olduğum günahlarıma tövbe etseydim. Niye haber vermedin?" Melek diyor ki ona, "Haber verdim ben sana ama sen görmedin. Kafa yok ki sende. Hani baban, hani annen, hani teyzen, hani nenen, hani komşun, hani sevdiklerin, ne oldular? Başın ağrımıyordu, başın ağrıdı, hastalığın yokdu, hastalık zuhûr etdi, dizin ağrımaya başladı, romatizmaların, lumbagon meydana çıkdı, onlar hep benim habercilerimdi fakat sen hiç farkına varmadın, ölüm ötekine var, bana yok zannetdin" diyor, öyle diyor. "Ben sana haber gönderdim, bende günah yok" diyor.

Halîfe Ömer bir adam tutmuş, cebinden maaş bağlamış ona, o adam günde üç defa geliyor Hazret-i Ömer'in karşısına, ezan okur gibi, "Yâ Ömer! Ölüm var!" diyor bağırıyor böyle ezân okur gibi ve gidiyor. Çünkü insanlar iki şeyi unuturlarsa helâk olurlar. Birisi ölüm, birisi Allah. İnsan Allah'ı unutdu mu, ölümü unutdu mu, helâk olmuş demekdir, her türlü vahşeti icrâ edebilir, her türlü fenâlığı yapabilir. 

Bak geçen gün televizyonda gördüm, Amerikan televizyonunda, güzel bir kız melek gibi, yüreğim titredi, hâlâ içim sızlıyor, bir de anneciği orada, nûr gibi bir kadıncağız, ihtiyar bir kadıncağız, o da ağlıyor. O kızı götürmüşler, ırzına geçmişler, tecâvüz etmişler kıza. Sonra kız kaçmağa kalkmış, vurmuş öldürmüşler. Şimdi, bu neden? Ne ölümü düşündü, ne Allah'ı düşündü, onun için yapdı bunu. Ölümü düşünen, Allah'ı düşünen, Allah'ın onun yapdığı işi gördüğünü bilen bunu yapabilir mi? Allah'ı unutan yapabilir, yâhud inkâr eden yapar. Ama diyeceksin ki sen, "İslâm diyarlarında bu yok mu?". Vardır ama orada da öyle insan var. Yani sûretde insan, hakîkatde hayvan. Her tarafda hayvan bitmiyor ki, sûretde insan hakîkatde hayvan olan çok, az değil, çok. "وَقَلِيلٌ مِّنْ عِبَادِيَ الشَّكُورُ ve kalîlen min 'ibâdiye'ş-şekûr". Allah'a şükredenler pek azdır. 

Etini kanını satan bir kadına birisi bir para teklif ediyordu, onu götürmek için kendi evine, onun vücûdundan istifâde etsin diye. Oradan bir velî de geçiyor. O adam diyor, "Sana on dolar vereceğim yâhud yirmi dolar vereceğim". O velî işitti onu, dedi, "Benden elli dolar var". Kadın tabii etini kanını satdığı için, mecbûr olmuş fukarâ, kendisine bir hâmî bulamamış, bir bakıcı bulamamış, bir merhametli el bulamamış, oraya sığınamamış, ortalarda kalmış, Allah muhâfaza etsin. E tabii ne yapsın, bilmiyor onun evliyâ oduğunu, onun teklif etdiği para daha fazla olduğu için onun peşine düşdü o, elli dolar alacağım diye. O velî getirdi onu kendi evine, ona ikrâm etdi, kadın ayemekler çıkardı, "Kızım sen bunları ye". Kadın dedi ki, "Ne yapacaksan yap, ben gideceğim". "Aman sus sus! Sakın ha!". "Niye?" dedi kadın. "Gören var, gören var" dedi. Kadın biraz daha durdu, perdeleri düzeltdi filan. "Yâhu ne yapacaksan yap, gideceğim ben" dedi. "Gören var, gören var!" dedi o zât. Dedi, "Efendi kim görecek?". "Sen şu elli dolarını al, gören var". "Kim görecek?". Kim görecek, iki melek sende var, iki de bende var, dört, bir de Allahu Teâlâ görüyor, ben O'nun gördüğünü görüyorum, ben sana nasıl elimi sürerim. Şu parayı al sen, yürü git buradan" dedi ve kadının hidâyetine sebeb oldu. Kadın tövbe istiğfar etdi. Sonra o velî o kadını taht-ı nikâhına aldı, kendisine âile yapdı yani kurtardı onu fenâlıkdan.

Bir fenâlık yapacağımız kimse, kadınsa, kızsa, bir düşün, o kadının bir anneciği var, ya bir kızı var, ya bir teyzesi var, ya bir halası var, dedesi, babası var. Yani onu sevenler. Yapdığımız fenâlıkla onun bütün efrâd-ı âilesini üzeceğiz. Allah'ı bilen bunu yapar mı? Ölümü düşünen bunu yapar mı? Yapmaz, değil mi? Allah'ı unutursak yaparız. Çünkü o mahvolmuş, onun efrâd-ı âilesi mahvolmuş, onu sevenler helâk olmuş, hiç düşünmeyiz. 

Ölümü de düşünmüyoruz. Çünkü öldü kurtuldu diyor enâyi. O enâyi akâidi o, öldü kurtuldu. Asıl öldükden sonra iş başlıyor. Ölümü düşünen bunu yapamaz. Allah'ı bilen yapamaz. Öyleyse bir insan ölümü yâhud Allah'ı unutdu mu, o adam helâk oldu demekdir. 

Şimdi gelelim biz dersimize. Hazret-i Ömer'e gelip bağırıyordu adam, "Yâ Ömer! Ölüm var!". Bir gün Ömer dedi ona, radıyallahu anh, "Gel buraya, al hakkını, artık gelme buraya". Dedi, "Niçin bu güzel ahlâkından vazgeçdin yâ Ömer?". Dedi ki, "Güzel ahlâkımdan vazgeçmedim, sana ihtiyaç kalmadı. Çünkü sakalıma ak düşdü, o bana sesleniyor buradan" dedi.

Biz şimdi hikâyemizi tamamlayalım.

Her sene bir adam seçiyorlar, filan. Ahmak adamlar hükümdar olunca, zevk u safâya daldılar, Allah'ı unutdular. Bir sene sonra onları alıyorlar, o memleketde kalmıyor, şehrin, denizin hâricinde bir ada var, o adaya götürüyorlar hükümdar olanı. Yani anlatıyoruz ya, hani aralarında konuşdular, herkes bir sene hükümdar olacak. Bir sene hükümdarlık yapıyor, bir sene sonra alıyorlar onu, bindiriyorlar kayığa, adaya götürüyorlar.

Şimdi, ahmak olanlar, bu âlâyişe aldandılar, Allah'ı unutdular, ibâdet ve tâat yok, tahâret yok, muhabbet yok, muhabbet yok, ihsân yok, mürüvvet yok, sabır yok, metânet yok, yok yok yok! Hep dünyâya yaşadılar. Fakat o güzel günler çabuk geçiyor, insanın gençliği gibi. Güzel günler çabuk geçer. İşte o aldandı o güzel günlere ve hiç Rabbini aramadı bulmadı, yani adaya gideceğini düşünmedi o. Yedi, içdi yatdı, bir sene sonra gel buraya dediler, kayığa bindirdiler, adaya. Adada büyük yılanlar, çıyanlar, akrepler var, onu helâk etdiler orada.

İçlerinden bir tânesi akıllı çıkdı. Ne yapdı? Dedi, "Ben bir sene sonra nereye gideceğim? Adaya". Adaya adam gönderdi, adadaki yılanları, çıyanları, akrepleri temizletdi, kendine orada saray hazırlatdı, sular götürdü, yiyecek götürdü, içecek götürdü, giyecek götürdü, gönderdi oraya. Bir sene sonra dediler, "gel, bitdi müddetin". "Peki" dedi, bindiler, doğru gitdi saraya rahata kavuşdu. Bu da îmânlı, mü'min şimdi.

Hikâye anlatmadım, seni sana anlatdım. Şimdi hepimiz hükümdarız, yakın zamanda bu hükümdarlıkdan bizi indirecekler, o adaya gönderecekler. Ne hazırlık yapıyorsun bakayım, onu soruyorum?

Şimdi, halk köprüden geçmekde, köprüden. Bizi bu köprüye sevkeden Allah. Sonra o tarafa geçeceğiz, bu köprü üstünde yapdıklarımızın karşılığını yani iyiliklerin mükâfâtını, kötülüklerin cezâsını mutlakâ göreceğiz. İyiler, insanlara iyilik edenler, mahlûkâta şefkat edenler, yalnız insandan bahsetmiyorum, bütün mahlûkâtdan bahsediyorum, onlar, a'lâ-yı illiyyîne yani yüksek mertebelere erişecekler, kötülük yapanlar da yapdıkları her kötülüğün cezâsını göreceklerdir.

"Ben buna inanmam". Vallâhi ister inan, ister inanma, bu böyle olacakdır. Senin bunu inkâr etmen, seni bu işden kurtarmaz, belki ikrârın kurtarır.

Yâdında mıdır doğduğun dem
Sen ağlar idin gülerdi âlem
Öyle bir ömür sür ki olsun
Mevtin sana hande halka mâtem

www.muzafferozak.com

Mürşid-i Azîzim Muzaffer Efendi Hazretleri bu sohbetlerini 22 Nisan 1983 târihinde New York'da Amerikalılara hitâben yapmışlardır. Ses kaydı ârızalı olduğu için sohbeti yalnız yazılı olarak yayınladık. Sohbet tercümelerle beraber 1 saat 10 dakika kadar sürmüşdür. Efendi Hazretleri sohbetin sonunda dinleyicilerin suâllerine cevâblar vermişlerdi. O suâlleri ve cevâbları da başka bir zaman yayınlarız inşâallah. Efendi Hazretlerinin bütün sohbetlerine şu sayfadan erişebilirsiniz.
Listeye geri dön